Patronsuz Medya

Yer kabuğuna ne kadar yapışmalı?

Ahmet Faruk Yağcı - 15 Mart 2011  


İlk evimi alalı dört sene kadar oluyor. 1999 depremini yaşadığımız ve bence iyi bir sınav atlatmış olan siteyi tercih ettik.

Araştırmıştık. Sitemiz yapılırken gevşek zeminde olsa dahi, alan çepeçevre kazıklarla güçlendirilmişti. Temeller Radyal sistem de denilen bir nevi "hacıyatmaz" özelliğine sahip şekilde atılmıştı. Gücü kiriş ve kolonlara değil taşıyıcı duvarlara dağıtan tünel kalıp sistemi kullanılmıştı.

Kısacası bizim binalar gayetle kavi olup büyük depremlerde yamulur, yatar ama çökmezlerdi. Yahut bize öyle anlatılıyordu.

Beylikdüzü'nden otoyola çıktığınızda Mahmutbey yönüne dönünce sol yanınızda Bahçeşehir yükselir. Vadiyi geçer geçmez de İspartakule denen inanılmaz geniş inşaat alanı gözünüze çarpar. Konut olarak yapılmış, ortalama 16-20 katlı binalar, iyi ışıklandırma, düzenlenmiş çevre sizi yanına çağrır. "Gel burada yaşayalım" sesini duyarsınız açık renkli, dar pencereli, küçük balkonlu modern mimarinin simgesi apartımanların.

Benzeri şekilde Halkalı, Bomonti, Acıbadem, Ataşehir, Çekmeköy ve hatta Alemdağ civarlarında modernitenin simgesi büyük sitelerden oluşan yerleşim adacıkları görebilirsiniz. Hepsi de bu dünyaya kazık çakmışçasına sağlam ve yıkılmaz görünümdedirler.

Ev almak için yola çıkarsanız da gittiğiniz emlâkçılar bilmem kaç tarihli deprem yönetmeliğine uygun olmasından, mimari projenin falan üniversitenin statik kürsüsündeki meşhur hoca tarafından denetlenmiş olmasından dem vururlar. Doğru da söylerler. Burası önemli değil. Önemli olan bunca insanı üst üste yaşatmanın ve yer kabuğuna bunca derin girmenin gerekli olup olmadığı…

* * *

Dünyanın bir ucunda deprem oluyor. İçinde olanlar için her an uyanmayı diledikleri bir kâbusta yaşamak gibi muhtemelen. Kocaman üç direkli gemilerin apartman üzerlerine konuverdiği, simsiyah ve güçlü bir dalganın hamamböceği hafifliğindeki arabaları yüzlerce metre taşıdığı, insanların kendilerini evleri ile beraber çok ayrı yerlerde buldukları ve ölümün "galiba bu defa geldi" yakınlığında olduğu bir kâbus. Fotoğraflarda nükleer patlama mantarını dahi gördüğümüz ıslak, puslu, tozlu, tuzlu bir kâbus.

Dünyanın ikinci büyük ekonomisi. 377.000 kilometrekare alanda yaşayan 127 milyon insan. Sallantıya ve dalgalara karşı toprağa ve yer kabuğuna tutunmanın ilmini yapmış insanların ülkesi. Ülkemizde de saygı ile anılan çalışkan ve geleneklerine bağlı insanların ülkesi. Kahve muhabbetlerinde deprem ve Japon kelimeleri yan yana gelince ceket düğmelerinin iliklendiği gerçeği.

Ve Richter 9.0. Zorun oyunu bozması. Güç nedir? Momentum deyince ne anlaşılır? Sorularına milyarlarca tonluk bir su kütlesinin verdiği basit cevap: Budur!

Karşımda yüzlerine hafif endişeli hava vermiş ama kendilerine iş düşmesinden dolayı sevinç içinde olan deprem uzmanları geçit yapıyor. Yönetmeliklere uygun diyorlar, zemin diyorlar, yanal atım diyorlar, yeryüzü tabakalarından bahsediyorlar. Gülünç geliyor. İnsanın yaradılışında var mı acaba bunca derin temeller ve kazıklarla Dünya'ya tutunmak? Neymiş? Gevşek zeminlerde fore kazıklarla temeller stabilize edilir, radyal beton üzerine kurulan binalar bir de tünel kalıp sistemi ile inşa edilirse çok güvenli olurmuş.

Neye karşı, kime karşı ve neden?

Al sana dünyaya sağlam tutunmanın ilmini yapmış, daha altmış yıl önce harabe iken küllerinden doğmuş bir millet. Dar alanlarda çok insanı yaşatmanın kitabını yazmış bir millet. Nükleer korkusu bir yandan, yeni sarsıntıların korkusu öte yandan yüzlerinde bu dünyada tutunmanın zorluğunu anlamış olmanın hüznü.

Tam bu anlarda yüksek ve sağlam ve güzel binalarda yaşamanın ve yer kabuğu ile zıtlaşmanın anlamsızlığı kafama dank ediyor. Yerkabuğuna dost olup, ona zarar vermeyen bir düzine canlı ile beraber bir dağın eteğinde yaşamak isteği uyanıyor. Arz, nazikçe kendini işleyen, kendisinden aldığını yine ona veren, yetinen, kibirsiz, üşümeye de sıcağa da şikâyetsiz yaklaşan hatta yıkılan kulübesini yüksünmeden yeniden yapan insanlara hep iyi davranmış zira.

Kazıklarla, tünellerle, temellerle derinlere inmek kibirimizi arttırıyor ama asla bizi daha iyi insanlar yapmıyor. Mutlu etmiyor.

Yorumlar

Maalesef yer kabuğundan öyle çok uzaklaştık ki onun varlığını bile unuttuk Ahmet Faruk Bey. "Dört kolluya" binmeden kapanacak gibi de görünmüyor bu fark.

Biz şimdilik "farkındalık" duygusuyla teselli bulmaya devam edelim: Aşağıdaki linkte T24 haber sitesinden Levent Kurnaz'ın "Nükleer santral gerçekten gerekli mi?" başlıklı yazısı var.

http://www.t24.com.tr/content/authorsx?Author=63&article=3385

Seyit Balkuv - 17 Mart 2011 (11:57)

Tolstoy'un köylü İvan Pahom hikâyesinde anlattığı doyurulamayan toprak hırsı gibi dünyaya tutunmak ve derinlere "kazık çakarak" yaşamaya çalışmak da bir patoloji olmalı. Pahom'a sonuçta bir metreye iki metre toprak kalmıştı. Bizlere de ondan fazlası kalmayacak.

Ahmet Faruk Yağcı - 17 Mart 2011 (14:50)

"Sorgulanması gereken şu: Biz bu gezegenin sahipleri değiliz. Onunla uyum içinde yaşamayı reddettiğimiz süre benzer felâketlerle yüzleşeceğiz. İnsan ırkının açgözlülüğü, hem kendi geleceğini hem de gezegeni yok ediyor.

Ne kadar zengin olursak olalım. Ne kadar güç biriktirirsek biriktirelim. Teknolojimiz ne kadar ilerlerse ilerlesin. Bir noktada bütün direncimiz kırılıyor. Teknoloji o noktadan sonra bizi yok etmeye başlıyor. Teknolojinin en ileri ülkelerinden Japonya, nükleer santraldeki sızıntıyı gideremiyor, müdahale edemiyor, soğutma yapamıyor, dünyadan yardım istiyor. Binlerce yıl zarar verecek yıkım durdurulamıyor. İrademiz, imkânlarımız, becerilerimiz, teknolojimiz iflâs ediyor."

Nükleer Kâbus (İbrahim Karagül - Yeni Şafak)

Web Gezgini - 18 Mart 2011 (16:54)

diYorum

 

Ahmet Faruk Yağcı neler yazdı?

94
Derkenar'da     Google'da   ARA