Patronsuz Medya

Gökyüzündeki mavi delik

Ahmet Faruk Yağcı - 5 Şubat 2009  


Pazartesiydi. Nisan sonuydu. Serindi. Çalışılacak koca bir hafta, birikmiş işler ve radyoda istediğim müziği bulamama sorunları ile cebelleşiyordum.

Sabahın ilk ışıkları ile yola çıkmıştım. Büyükçekmece'den şehre doğru otoyoldan giderken yılda sadece bir kaç gün görülebilen bir gökyüzü karşımdaydı. Ufukta pamuk yığınları gibi beyaz bulutlar göz alabildiğine uzanıyordu. Daha yukarı seviyelerde ise kara-gri bulutlar gökyüzünü kaplamıştı.

Araba zaman zaman yağış alan kısımlara giriyor, bu alanlarda trafik yavaşlıyordu.

Küçükçekmece Gölü hizasına geldiğimde oldukça karanlık bir hava hakimdi. Beyaz bulutlar uzaklaşmıştı. Gölün üzerine doğru kafamı hafifçe çevirdim ve uzaklarda Marmara denizi üzerinde o mavi deliği gördüm. Kara bulutların arasından gülümseyen mavi bir gökyüzü parçası bütün dert ve düşüncelerimin çaresiydi. Radyodaki müzik parçası daha güzel gelmeye başladı. Gözümde büyüyen gün ise kolayca bitecek gibiydi.

* * *

1973. Adapazarı. Şehrin kuzeybatısındaki Şeker Fabrikasının yakınındaki mahallede oturuyorduk. Ekim-Kasım aylarında bitmek bilmeyen yağmurlar şehirde sel korkularına sebep olmuştu. Güneşin zaman zaman kendini gösterdiği bir Aralık ayını takiben gri suratlı ve sık sık kar yağışlarının olduğu Ocak ve Şubat da gelip geçmişti. Birinci dönem bitmiş, karneler alınmış, tatilde doğru dürüst oyun oynayamamıştık. İkinci dönemden de iki ay daha geçmişti. Aylardır güneş yüzü görmüyorduk.

Evde durmak ilkokul çağındaki erkek çocuğun kâbusudur. Ya da ne bileyim, şahsî bilgisayarlar öncesi dönemde böyleydi. Özellikle tatil aylarında ve hafta sonları sabahın sekizinde kanı kaynamaya başlayan ufaklıklar dışarıdaki aktivitelerinin planını yaparlar, balkondan balkona ıslıklarla haberleşmeye başlarlardı. Bir uzun bir kısa sopa ile çelik çomak, dokuz tuğla parçası ile tombik, boşalmış araba yağı kutusu ile kukalı saklambaç, oynana oynana saydamlığı yitmiş (havalı bir durumdu bu; yanlış anlaşılmasın) misketlerle mors ve iç lastiğinde kırk yama olan meşin topla futbol oynamak keyif verirdi.

Bunlar birden fazla kişi gerektiren durumlar olduğundan, bir de yalnızlıktan canı sıkılan erkek çocuğunu anlatmak lâzım. Böylesi canı sıkılan bir elemanın değişmezi elindeki ağaç parçasıdır. Şimdilerde kopmuş pancur parçaları, sert pvc borular, metal çubuklar da var ellerinde. Bizim zamanlarımızda bahçelerde bol miktarda ağaç olduğundan ve kuruyan dallar ev sahibi tarafından kırılıp kenara ayrıldığından bu aksesuarı bulmamız çok kolaydı. Sopayı eline geçiren ufak adamın depresyonu hafiften dağılır ve elindeki odunu sağa sola amaçsızca sallayarak yoluna devam ederdi.

Bahçelerin demir parmaklıklarına sopayı sürüp gürültü çıkartarak bütün mahallenin sinirini topluca bozmak kötü aile çocuklarının işiydi. İyi ailelerin evlâtları ise sopalarını öncelikle ıslak zeminli arsalardaki büyük taşları kaldırıp altından kaç tane solucan çıkacağına bakmakta ve yine boş alanlardaki hüdayınabit bitkileri biçmekte kullanırlardı. Özellikle koyu yeşil ve yapraklarının kenarlarında ince dikenleri bulunan o yabani bitkiyi sopanızla biçtiğinizde kalan gövdesinden beyaz bir sıvı akardı. Yapacak işi olmayan çocuk bundan çok süt çıktı, bundan az süt çıktı diyerek o bölgenin yabanıl ot mücadelesini bilmeden gerçekleştirirdi.

Arsadaki su birikintisine biteviye taş atmak, boş bir evin ya da bir arsanın duvarına bıkmadan usanmadan top çarptırmak ve bu esnada bilumum kafa atma, vole, semi vole ve şut şekillerini denemek, en çok sıkılınan zamanlarda da eli ağıza kapatıp açarak ambulans sesi çıkartmak antidepresan etkiliydi.

Mahallemiz iki katlı evlerden oluşuyordu. Yollarımız çakılla toprak karışımından oluşan bir şose idi ve toprak yoldan daha iyiydi. Deprem sanrasının Adapazarında bir sürü de boş arsa vardı. Kimisinde mısır ya da pancar ekiliydi. Bir kısmı da boştu ve buralarda çeşitli yabanıl bitkiler ve içerisinde iri başlı siyah kurbağa yavrularının oradan oraya akınlar halinde yolculuk ettiği büyücek su birikintileri olurdu.

Bir gün önce yağan yağmur gecenin hangi vaktinde kesilmişti bilmiyorum. Bildiğim sabaha kadar sokakların suyunu çektiğiydi. Sabah ilk işim camdan dışarı bakıp yolların çamurunu kontrol etmek olmuştu. Kendi isteğim olan ve babamın evde olduğu zamanlarda asla yenemeyecek iki dilim Sana'lı ekmeği gövdeye indirdikten sonra anne şantajıyla biraz beyaz peynir de yemiştim.

Cumartesiydi ve babam vazifeli olarak şehir dışındaydı. Diğerlerinin babaları evde olmalıydı ve bu saatte kimse dışarı çıkmazdı. Ben çıkardım. Annem her zamanki kelimeleri ile sabah ezanı vakti evden kaçtığıma söylense de onu dinleyecek halim yoktu.

Çıktım. Önce kömürlüğün önüne dayalı olan sopamı aldım. Sokaktan aşağı doğru yürüdüm. Gerçekten de kimsecikler yoktu. Dönüp üst mahalle dediğimiz, çocukları ile zaman zaman dostça top oynayıp zaman zaman tekme tokat giriştiğimiz sokağa doğru yürüdüm. Kavga bile işime gelirdi bu sıkıntı anında. Burası da sakin görünüyordu.

Gökyüzüne baktım. Kurşuni bulutlarla kaplıydı ve açılacağa benzemiyordu. Moralim daha da bozuldu. Yolda gördüğüm bir kaç taşı sopamla golf topu gibi fırlattım. Sonuncusu yön değiştirerek bir evin demir bahçe kapısına çarptı ve ürkütücü bir ses çıkarttı. O evden cama çıkan olmadı. Halbuki özürümü hazırlamıştım.

Şeker fabrikasının önünden geçen ana yolun yakınındaki büyük arsaya gittim.

Aylardır yağan yağmurlardan dolayı boyumu geçen yabani bitkilerle doluydu. Ortasında da kocaman bir su birikintisi vardı. Tropikal bir ormanda yürüdüğümü hayal ettim ve yolumdaki dikenli bitkileri sopamla iki yana devirerek devam ettim. Sopanın ucuna sapı kırık bir bıçağı telle tespit edersem bu işin daha iyi yapılacağını düşündüm. (Yaptım da nitekim; lâkin bu uygulamam üst kat komşumuz Cemal Amca'nın ispiyonu ile çok kısa sürdü ki bu da ayrı bir hikâyenin konusudur.)

Ve tropikal ormanın içinden su kaynağına yani göle doğru yürüdüm. Hayalim canlı olsun diye gözlerimi kısarak bakıyordum. Dört metreye beş metrelik uçsuz bucaksız gölün kıyısına çömeldim ve iribaşları gözlemeye başladım. Gruplar halinde oradan oraya gidiyorlardı.

Karşı kıyıda bir yeşil kurbağa yanaklarını şişirip indirerek bana bakıyordu. Bu suda bir kez de semender görmüştüm.

Ne kadar vakit geçtiğini bilmiyorum ama arkamda bıraktığım sokaktan çocuk sesleri gelmeye başlamıştı. Kafamı kaldırdığımda Şeker fabrikası hizasında gökyüzünde bulutların arasında o mavi deliği gördüm. Bulutlar aralanmıştı ve gökyüzünün mavisi orada görünür hale gelmişti.

Bugün bile içime dolan sevinci gayet net hatırlıyorum. Sanki kötü günler bitmiş yepyeni bir hayat önümüzde uzanır hale gelmişti.

Gerisin geri mahallemize deli gibi koşmaya başladım. Süreyya ve avanesi ortalarında her tarafı soyulmuş meşin topları ayaküstü konuşuyorlardı. Galiba takım kurma çalışmasıydı. Yanlarına geldim. Soluğum kesilerek "güneş açıyor, şekerin üzerine baksanıza oğlum!" dedim. Fazla ilgilenmediler.

Nahide teyzelerin duvarına oturdum. Gökyüzünün oradan yırtılarak açılmasını seyrettim. Açıklık üzerimize kadar geldi ve güneş göründü. O ana kadar fazla ilgilenmemiş görünen çocuklar benimle birlikte kocaman bir "yihhuu" çektiler.

Kısa bir müddet sevinç sesleri çıkartarak vakit geçirdik. Sonra takım kurma çalışmasına döndük. Top sahamız bir haftada ancak kururdu. Takımı mecburen sokakta oynayacak şekilde kurduk.

* * *

Otuzbeş sene sonranın depresif pazartesi sabahında da Marmara denizi ufkunda, muhtemelen Mudanya üzerlerinde kurşuni bulutların arasından görünen o mavi delik tasalarımı aldı götürdü. Hayat müzik dinleyerek otoyolda gitmek ve varolduğunu hissederek şükretmekten başka bir şey de değildi. Yırtılan bulutların arasındaki mavilik hediyeydi. Yaşadığının farkına varanlardan olmak da.

Yorumlar

Keşke herkes sizin gibi doğanın güzel yüzüyle çocukluğunun sevinçlerini tekrar yaşayabilseler yüreklerinde; yaşadıklarının farkına varmak için tonlarca para harcamalarına ya da kimsenin canını yakmalarına gerek kalmadan… Böylece dününü unutmadan yarınına bakabilen, maneviyatı yüksek ve daha sağlıklı bireylerden oluşan bir toplum oluşturabiliriz.

Görkem - 7 Şubat 2009 (10:18)

Yaşca akran olanların kolayca anlayabilecekleri bir duygu durumunu tarif etmişsin bu güzel yazında Ahmet Faruk hocam.

Sanırım aynı yaşlarda benzer bir günde ben tam tersini yaşadığımı anımsıyorum. Ortaokul bir ya da ikinci sınıfta, sonradan lise ve tıp fakültesinde de birlikte okuduğum sevgili Bekir'le birlikte, kızılay koluna girdik. Kol başkanı sosyal bilgiler öğretmeni İbrahim Hoca bir sabah boynumuza bir kumbara taktı ve "hadi bakalım bu gün Kızılay için yardım toplayacaksınız" diyerek bizi gönderdi.

Okulumuz, o zamanki Afyon'un ortasında, adı üzerinde "Merkez" ortaokulu. Çıktık ki hava aynı senin dediğin gibi kapkaranlık; bulutların arasında uzaklarda bir yerlerde aralıklar görülüyor gibi. Ama çok ümitlenemedik. Önce arka yoldan devlet hastanesine gittik. Kızılay koluyuz ya! "İlk oradan başlayalım" dedik. İyi ki öyle yapmışız. Kumbara bayağı bir doldu. Elimizdeki makbuzların da yarısı gitti.

Oradan çıkıp yanındaki un fabrikasına ve mermer atölyesine gittik. Sonra dışarı çıktık. Soluma baktım, ilerilerde, stadyumun ötesinde bembeyaz duman çıkan bacaları ile çimento fabrikasını gösterdim Bekir'e. "Yürü çimento fabrikasına gidelim."

Bekir aklımı okuyormuşcasına "Oğlum, annemler kızar lan. Çok uzak!" dedi. Gerçekten şehrin bir hayli dışında bir yer ve yürüyerek gitmek için, arsalardan filân geçip uzun bir yol gitmemiz gerekecek. Şeytanın aklımıza düşürdüğü "Söylemeyiz!" düşüncesi ile vurduk yola.

Ama, bir şeyi hesaba katmadık. Biz daha yolu yarılamadan, yağmur bir indirdi! Çimento fabrikasına vardığımızda, paltolarımız ne kelime, iç çamaşırımıza kadar sırılsıklamdık. Ayağımda, o yaşlardaki standart kışlık ayakkabım olan mes-lastiğin lastiğini çıkarıp suları boşalttığımı hatırlıyorum.

O günün mutlu bölümü, fabrikadakilerin bizim kararlılığımızı takdir etmeleri ve tüm makbuzlarımızı almaları idi. Mutsuz son ise akşam evde yediğimiz paparaydı tabii ki.

Bu aralar ufukta bir açıklık görünce, mesafe tahmini yaparken fazla umutlanmıyorum.

Melih Özel - 8 Mayıs 2012 (12:05)

diYorum

 

Ahmet Faruk Yağcı neler yazdı?

85
Derkenar'da     Google'da   ARA