Patronsuz Medya

Kırık Emekli General Hayatları

Ahmet Faruk Yağcı - 9 Temmuz 2010  


Yirmisekiz sene ve yedibinikiyüz iş günü üzerinden emekli oldum. Devletimin benim için uygun gördüğü emekli maaşını üç senedir almaktayım.

Malûm meslek emekli olmaya namüsait (binlerce şükür) olduğundan çalışmaya devam. Emekli olup da çalışanlar için mecburi olan Sosyal Güvenlik Kurumu katkı payımı da sağolsun hastanem ödüyor. Nur-un ala nur!

Bünyede zirzopluk var. Girdiğim ortamlarda ille de emekli olduğumu söylüyorum. İnsanlar hemen "Çalışmaya devam di mi abi?" şeklinde tepki veriyorlar. Hastalara söylediğimde de sanki emekli adam başka bir şey yapmazmış gibi "Hocam sakın bizi bırakıp bir sahil kazasına yerleşme ama" şeklinde karşılık geliyor. Cevabı yapıştırıyorum: "Yaradan ömür versin, bir yere gittiğim yok, altı bezlenecek kıvama gelene kadar çalışmaya devam" diyorum. Gülüşüyoruz.

* * *

Aklıma babamın emekli olduğu günler geliyor. 1984 senesi. Koskocaman bir albay. Henüz kırkdört yaşında. Omuzunda bir ayyıldız, üç tane de yıldız var. Dizi dizi yıldızlar omuz başına kadar. Şapkanın siperliğinde sırması pırıl pırıl parlıyor. Sapasağlam bir adam. Bastığı yerler titriyor. Daha albaylığın ikinci senesinde askeriyeye "haydi bana eyvallah" diyeceğini söylüyor. İçimi inceden bir panik dalgası yalayıp geçiyor. Tıp fakültesinin dördüncü sınıfındayım. Benim genç, yakışıklı, üniformalı babamın emekli adam olması nefsime ağır gelse de katlanıyorum. Hızla alışıyoruz.

Emekli ikramiyesi evin borcunu ödüyor. Beyaz bir Murat 124 alınıyor ve ayrılışının birinci ayında babam bir şirkette işe başlıyor. Aynı disiplin ile sabah erkenden arabasını çalıştırıyor ve motor az ısındıktan sonra yola koyuluyor. Tabur komutanlığı zamanlarında asker jipi kapıya çeker ve motoru çalışır vaziyette bekler, babam kapıya indiğinde de hızla atlayarak aracın önünden koşarak komutan tarafının kapısını açar ve selâm vererek içeri alırdı. Şimdi o emekli ve bazı sabahlar kaputu açıp suyu yağı kontrol etmek zorunda…

Kolay adapte oldu taze emekli albay. Kolay samimi olan, gerektiğinde Orta Anadolu aksanına dönüveren, kimseye büyüklenmeyen, kul hakkına azami dikkat eden ve yanındakilere de dikkat etmeyi telkin eden şahsîyeti ile sanki iş hayatına çekirdekten girmiş gibi kısa zamanda yerinde sevildi. Büyük bir şirketin bölge müdürlüğünü yapıyordu. Sadece bazı geceler anlattıklarından askerlik hayatındaki "yap deyince yapan" insanları özlediğini hissediyordum. O kadar da olurdu. 10 seneden fazla zaman aynı şirkette idarecilik yaptı. Askerlik hatıraları giderek silikleşirken iş hayatı hatıraları daha canlı hale geldi.

Hızını alamadı yayıncılık dünyasına geçti. O gün bugün de devam etmekte. Sırtında çantası, yanında kameramanı memlekette ayak basmadık yer bırakmayacak şekilde gezip duruyor. Yetmişinde. Diri. Hatıralarından değil elan yaşamakta olduklarından bahsediyor. Yaşadıklarını yazıyor. Boş zaman bulursa da bahçıvanlık yapıyor. Üniformalı hayatından nadiren bahsediyor. O da ben sorarsam.

* * *

Meslek icabı onlarca emekli adam-kadın ile karşılaşıyorum. Kadınlar için emeklilik sakin bir liman gibi. Maddi imkânı olan, çocuklarının çocuklarına yardıma hazır olduğu, kendine baktığı, menopoz ile savaştığı, eski arkadaşlarını bulduğu verimli bir dönem. Sukûnete ermiş bu anneanne-babaanne ekibin torunları üzerinde olumlu etkileri çok. Erken parlamıyor, anlatırken sabrediyor, ellerindeki maddî enstrümanı iyi kullanıyorlar. Okul-aile ilişkisinde de çok dengeli ve öğrencinin lehine bir durumun oluşmasında yardımcılar. Kimileri "sahte aybaşı sevgisi" ne maruz kalsa da genellikle ipleri elden bırakmıyorlar. Hayatın her anını da gayet iyi yaşıyorlar.

* * *

Esas dert ruhu sımsıkı ve dimdik ayakta, lâkin kendisi emekli olan adamlarda. Enerji dolular. Özellikle üniformalı bürokrasiden emekli olan kesim vatana yapacağı hizmeti tamamlayamadan evine dönmek zorunda kalıyor. Kalbi eski hızında atıyor. Kendine aynı şekilde bakıyor. Lâkin vatana hizmeti başkaları yapıyor.

Bir müddet göreve hazır şekilde bekliyorlar. Bu esnada da yeni hayata alışma talimleri yapıyorlar. Sabah sporları, gündelik gazetelerin vatan ve millet zaviyesinden gözden geçirilmesi, evin alışverişinin yapılması, buzdolabındaki durumun teftişi, apartman giriş ve çıkışları ile asansör kullanım kurallarının yaşayanlar açısından değerlendirilmesi ve gündelik yaşamla ilgili bazı detayların ele alınması. İş erkenden bitiyor. Zinhar gündüz televizyon seyredilmez. Bir de akşamüzeri gezisi. Gün iniyor. Vakt-i kerahat geldiğinde emeklimiz anlatılamayacak kadar yorgun.

Eskinin zevkle beklenen ajans saati de sıkıcı. Zaten gün boyu kulağına çalınan ya da gazetelerden okuduğu haberler çoğunlukta. Bir açık oturum olursa biraz keyfi yerine geliyor. O esnada ekranda konuşan ne idüğü bilinmezlere küfrediyor. Dolu dolu. Yanında sadece eşi var. O da bilir ne derece ağzı bozuk olduğunu zaten. Gece yarısını vururken saatler, depresyon hafiften kapıyı çalıyor. Uyku var, uyuyacak. Yarın bugünün ikizi, öbürgün üçüzü, diğer gün dördüzü. Yataktan kalkmak her geçen gün daha zor gelecek.

Uykusunda emirler veriyor. Tertip düzen için. Önü açık bir düzlükte. İp gibi dizili taburlar. Göreve hazır bekletiyor birliğini. Ordu Komutanı geliyor. Gururla selâm veriyor. Eli pantolonun dikişinde. Selam veren elinin avuç içi görünmeyecek şekilde hafif kapalı. Botlar boyalı. Yaka düğmesi kapalı. Kep tam olması gerektiği gibi ne gevşek ne sıkı oturuyor kafaya. Tekmil veriyor. Jilet gibi. Komutan elini sıkıyor. Tebrik ediyor. Güneş dağların üzerinden vuruyor. Dağa doğru gözünü ayırıp bakıyor. "Her Şey Vatan İçin" yazılı dağda.

Evet bunları bir tabur askerle ve kamyonlarca dere taşını beyaza boyayarak kendisi yazdırmıştı. Tekrar gurur doluyor. Gözleri yaşarıyor. Alarm veriliyor. Hızla kendi aracına koşuyor. Nefesi nasıl da açık. En önde şimdi. Sol ayağı jipin içinde. Sağ ayak basamakta, kolu kapının üzerinde ve kendisi aracın dışında yol alıyor. Hızla harp düzenini alıyorlar. Canavar düdüğü devam ediyor. Gerçeklik düzeyi değişiyor ve kendini çalan kapı zili ile yatak odası tavanına bakarken buluyor.

Enerjisi tam. Yataktan fırlıyor. Kapıcı ekmek getirmiş. Teşekkür ediyor. Emekli tuğgeneralin yüzündeki gülümseme kapıcının da dikkatini çekiyor. Kapı kapanıyor. Ekmek mutfak tezgâhının üzerine. General salon camına. Kocaman şehir. Neresini düzelteceksin şimdi bunun? Gün doğmuş. Masmavi hava ona koyu gri görünüyor. Koltuğa seriliyor. Kocaman şehrin yükseltilerinde nazlı nazlı dalgalanan kocaman bayrakları görüyor. Kırmızı renk ona koyu kurşuni görünüyor. Şehrin çatıları da siyah…

Gidip masaya kahvaltılık mı koysun, yatsın mı bilemiyor. Kalkıp beylik silâhının olduğu çekmeceye gidiyor. Alıp geliyor. WD-40 var, ince yağ var, üstübü var. Ani bir hareketle tabancayı sökmeye başlıyor. Çekmecedeki eski beyaz havluyu sehpa üzerine çoktan sermiş zaten. Silah parçalar halinde şimdi. Yağ çözücüyü sıkıyor. Ne kadar varsa artık kir-pas akıyor. Güzelce siliyor. Sonra az miktar yağ. Hızla takıyor. Saniyeler içinde. Halen bu işte çok iyi olduğunu düşünüyor. Mekanizmayı itip geri bırakıyor. Tetik düşürüyor. Şrak… Bir daha… Bir daha… Şrak, şrak, şrak…

Yüzüne bir gülümseme yayılıyor. Şarjörü takıyor. Mermi sürüyor. Mekanizmayı itip bırakıyor. Ateşe hazır bir silâh olarak çekmeceye koyuyor. Yok yok, çekmeceye koymadan önce bir kere camdan dışarı bir kez de şakağına doğrultuyor. Yok, tetik parmağı tetikte değil namluya paralel. Çekmeceyi kapatıyor, salondan çıkarken sol ayağının küçük parmağı sehpanın ayağına çarpıyor. Dehşet acıyor. Küfrediyor. Uzun bir küfür bu. Sehpanın yedi sülâlesini içeriyor. Bitmek bilmiyor. Bu sövme işinin uzadığını farketse de rahatlatıcı olduğunu düşünüp devam ediyor. Cinsine, cibilliyetine, alana, verene, marangoza…

İçgörüsü var. Neden kendini böyle kötü hissettiğini düşünüyor. Karısına suç buluyor önce. Sonra içini bir acıma hissi dolduruyor. Karısının her tayin oldukları yere giderken hurç doldurması, dökük lojman evlerini tel fırçayla ovması aklına geliyor. Bir kez daha gözleri yaşarıyor. Yatsam aynı rüyayı görür müyüm düşüncesini kafadan hızla kovuyor. Spor ayakkabılarını antrede giyiyor. Nike marka. Bir de gâvurlara küfrediyor. Her şeyi onlardan alıyoruz diye.

Sabah açık gri renk. Haziran'ın ilk günleri. Üşümüyor da, sıcaklanmıyor da. Yürüyor. Yanından bir belediye otobüsü geçiyor. İçinde bir bölük insan sabahın bu saatinde. Yalnız yaşayan kızı aklına geliyor. Sonra onun sevgilisi. Aynı şirkette çalışan. "Yavşak!" diyor. Hızlanıyor. Hızlanıyor. Nefesini duymaya başlıyor. Hayalinde silâhını çekiyor. Mermi sürüyor. Kızının sevgilisinin kafasını dağıtıyor önce. Kızının çığlıklarını duyuyor. Bir kurşun da ona. "Benim soyadımla elin adamıyla düşüp kalkmak ha!" Kız yere düşmeden ona öyle bir bakıyor ki içi parçalanıyor. Gözyaşı ile ağlamaya başlıyor. İçini çeke çeke, koyu koyu ağlıyor. Yürüyor… Yürüyor…

Yakınlardaki bir alışveriş merkezine kadar gelmiş olduğunu farkediyor. Henüz kapalı. Kamyonlar kıçtan yanaşmış yük boşaltıyorlar. Forkliftlerle yükler içeri taşınıyor. Bir telâş. Bir devinim. Oturup seyrediyor. Çalışanların başka şeyle ilgilenemeyecek kadar meşgul olmalarına özeniyor. Birden o ana kadar yaptığı işlerin bomboş olduğu düşüncesi geliyor. Kovmak istiyor. Kovamıyor. Yük boşaltan adamların askerlikte kendi elinden geçmiş olabileceklerini düşünüyor. Kendisini nasıl hatırladıklarını düşünüyor. Midesi ekşiyor. İçi boşalıyor. Kusmadan yerinden kalkmak ihtiyacı hissediyor.

Yine ev. Sakin. Tanıdık kokulu. Temiz. Tertipli. Kendinin. Üçlü koltuğa uzanıyor. "Boşa koştuk be Atam!" diyor. Dalıyor.

* * *

Bu aralar emekli general hayatları üzerine düşünüyorum. Gücün kaybının bünyeye verdiği hasarı tartıyorum çokça. Sonra tanıdıkları gözden geçiriyorum. Muhabbetine dayanılası olanların sayısı o kadar az ki. Hatta değil generallik, albaylıktan emekli olanların hatıralarını bile ezberlemişim. Takılmış plak gibi aynı hikâyeler ve hep nasıl da çakı gibi asker olunduğunun anlatılması. Hemen hepsinde bir depresyon ve aynı günlerde takılıp geçmişi defalarca yaşama durumu. Çevresi için de, kendisi için de bunaltıcı.

* * *

Bunun olmaması için belki de askerî okulların üzerlerine yüklediği misyonu değiştirmeli. Malûm her askerî okulda öğrenciye sivil ve başıbozuktan uzak durması öğütlenirken bir yandan da sivil olmanın kötülükleri empoze ediliyor. Ve güzelim cumhuriyeti sadece ve sadece askerlerin koruyabilecekleri anlatılıyor. Sonraki yıllarda emir ala emir vere bir hayat süregidiyor. Sorgulamadan. Emekli olduktan sonra kapıyı çalacak depresyona ve işe yaramazlık hissine kimse mani olamıyor.

Televizyon ekranlarında görüyoruz bazılarını. Ne kadar sevecen, nasıl da anlayışlılar. Ama size işe yaramaz bir sivil olduğunuzu devamlı hatırlatıyorlar. Kimisi alaya alınacak kadar agresif, kimisi kibirli, kimisi çok edilgen. Vücut dillerindeki ortak nokta "biz işe yaramaz sivillerden değiliz" cümlesi. Dogmaları "aklın ışığı" olarak sunmaları da aldıkları eğitimin neticesi.

* * *

Kolay çözüm bulamıyorum. En azından bir 20 sene bu işin halli zor. Ama şimdiden tedbir alınırsa önümüzdeki yıllarda daha az depresif emekli askere sahip oluruz.

İlk iş: Askeri okullara girişte irad edilen nutukların içeriğini değiştirmeli. O sımsıkı kıyafetleri içinde olağanüstü ciddi okul komutanları tarihe karışıp tonton bir albaya konuşma yaptırmalı. "Evlatlarım!" demeli o tonton albay. "Memleketimin seçilmiş, güzel çocukları!" diye devam etmeli. "Sizler, memleketimizin dört bir yanından seçilerek bu askeri eğitim kurumuna geldiniz. Burada size savaşçılık sanatının teori ve pratiğini öğreteceğiz. Hepiniz sağlam vücutlara ve sağlam zihne sahip olacaksınız. Güzel üniformalarınız, saygınlığınız, devamlı ve güzel bir geliriniz olacak. En güzel kızlarla evlenecek, güzel evlerde oturacak, güzel tatillere gideceksiniz. Çalışkanlarınız üst rütbelere gelecek. Devletin her imkânı elinizin altında olacak. İşte evlâtlarım, sizden istenen tek şey iyi birer profesyonel savaşçı, birer şövalye olmanızdır. Sivil irade her şeyin üzerindedir. Siz asla ve asla seçilenlerin önünde değilsiniz. Siz halkın seçtiklerinin istediklerini yapmakla yükümlüsünüz. Kendinizi buna hazırlayın ve bu eğitim sürecinde komutanlarınızın dediklerinin dışına asla çıkmayın. Allah yardımcınız olsun evlâtlarım."

Nesiller gelip geçiyor. Bunca emekli adam, bunca vatana hizmet gayreti beni yoruyor. Ey yetkililer! Siz siz olun beni dinleyin. Zararlı çıkmazsınız. Kendini Cipralex'e Lustral'e vurmuş emekli subay sayınız da yıllar içinde azalır. Biliyorum da söylüyorum.

Yorumlar

Doktorum niçin son yazı?

Siyah - 12 Temmuz 2010 (13:51)

Ben bu zevatın vali, kaymakam, büyükelçi gibi üniformasız olanlarından epeyce bir emekli tanıdım. Kendi ülkelerinin halkı hakkında taşıdıkları olumsuz, utanılası düşünceler onları benim gözümde üniformalılardan bin kere daha beter yapıyor. Mesleğimin inceliklerini kullanarak, pek çaktırmadan yaptığım yüzleştirmelerin onları ne kadar rahatsız ettiğini de gördüm.

Benim örtük bir şekilde verdiğim "halka karşı besledikleri bu fazlasıyla olumsuz, neredeyse düşmanca düşünce ve duyguların aslında kendilerine dönük nefretin dışarıya yansıtılması" olduğuna dair o can yakıcı mesajı çok kolayca aldıklarını ve bir daha benimle muhabbeti kestiklerine tanık oldum. Benim zihnimi meşgul eden asıl konu kendine düşman veya kendinden nefret eden bu kadar çok adamı nasıl yetiştirdiğimiz ve bu adamların nasıl makbul devlet idarecisi olabildikleri ve sayılabildikleri.

Genelkurmay askerliği sevdirmek için bir kitap yazdırmış. Kitap aşağıdaki linkten okunabilir:

(1) Sevgi ile Yoğrulan Bir Asker Öyküsü

(2) Bir Asker Öyküsü

Sırrı Süreyya Önder Birgün Gazetesindeki "Türk romancısı en asil duygunun insanıdır!" başlıklı yazısında şunları yazıyor:

"Yalnız bu 'roman'ın küçücük bir kusuru var. Gerçekten okuyanı askerlikten soğutur. Objektif bir değerlendirme ile 'asimetrik savaş' unsuru bile sayılabilir. Daha da vahimi, Atatürk için bugüne kadar hiç yapılmamış, tehlikeli bir benzetme de yer alıyor. İnanmıyacaksızın ama 'araba farı gibi'deniyor."

Yazının tamamı şuradan okunabilir:

Türk romancısı en asil duygunun insanıdır! - Sırrı Süreyya Önder (Birgün)

Kamuran Kızlak - 12 Temmuz 2010 (23:53)

Kâmuran üstad, bahsedilen zevatın malûm ve zavallı durumu için bilgilerinize katılıyorum. Ben bu ekibin içerisinde askerleri yine de en az nefret dolu ve en kolay başa çıkılabilir grup olarak görüyorum. Diğerlerinin oluru yok. Karacaahmet, Zincirlikuyu, Karşıyaka…

Ahmet Faruk Yağcı - 13 Temmuz 2010 (16:37)

Sevgili Doktor, çok eskilerde bir yaşlı zattan dinlediğim bir anekdotu hatırlattın. "Emekli komutan halkın gittiği bir çay ocağına erkence gelir. Bir çay ister. Çaycı, çayı yeni demleyeceğini suyun kaynadığını söyler. Biraz sabır rica eder. Biraz sonra komutan sorar "olmadı mı daha bu çay?" Birazcık daha beklemesi istenir. Fakat komutan emredercesine tekrar "noldu bu çay neden bu kadar gecikiyor?" diye sorunca çaycı da "patladın mı? Accık sabret dedik duymadın mı" deyiverir. Komutan çıldırır. Daha dün "yat" deyince yatırdığı, "sürün" deyince süründürdüğü er kendisine "patladın mı?" diyebiliyor. Ne hakla, nasıl olabilir? Çıldırmamak mümkün mü?

Ömrüne bereket, eline gönlüne sağlık.

Naci Koç - 22 Temmuz 2010 (15:43)

Doktor Bey, öyle güzel yazmışınız ki, kısa film seyreder gibi canlandırarak okudum yazınızı. Tevafuk, doğruysa eğer, bir üst rütbeli yine şakağına sıktı tabancasını. Sanki sizin hikâyeden devam gibi.

Bu arada, babanız olduğunu sonradan öğrendiğim muhterem beyefendi babanızın, programını rasgeldikçe beğeniyle izlerim. Anadolunun mahzun kalmış mabedlerini samimiyetle gezer, tanıtır, bilgilendirir.

Selam ve hürmetlerimi iletirseniz sevinirim.

Mina - 28 Temmuz 2010 (14:44)

Yazıdaki ana fikre aynen katılıyorum.

Evet askerlik mesleğinin aynen, mühendislik, doktorluk ve diğer meslekler gibi düşünülmesi gerçekleşirse Türkiye ne güzel olacak.

Okan Özdemir - 13 Ocak 2011 (15:36)

Bir de varsa emekli siyasetçi sorunsalını irdeleseniz. Olabilen varsa…

Şule - 3 Mart 2020 (15:31)

diYorum

 

Ahmet Faruk Yağcı neler yazdı?

89
Derkenar'da     Google'da   ARA