Patronsuz Medya

Salinger öldü

Deniz Türkoğlu - 21 Nisan 2010  


Salinger öldü. Ali de öldü. İlk aklıma gelen saçma düşünce, buluşmuşlar mıdır acaba demek oldu. Uzun zamandır kafamda, bilinçli değil, tümden habersiz de değil, dalgınlıkla, ölümü evirip çeviriyorum.

Müthiş bir hastalığa tutuldum. Birden bire oluverdi. Yutkunurken boğuluyorum. Bir damla tükürük gelip nefes borumu tıkıyor. Nefes alamıyorum. Her şey birkaç saniye -belki de salise- içinde olup bitiveriyor ama birkaç saniye -belki de salise- daha uzun sürse, öldürecek. Her keresinde kurtuluyorum. Su içerken, konuşurken, bulutlara bakarken, bir anda ortaya çıkıyor.

Ölümün hızını kavrıyorum. Şaşırtıcı. Aynı zamanda onun hakkında hiç bir şey bilmiyorum. Dante'nin üçlüsündeki sandalcı Kharon'a benziyor sanki. Göz açıp kapama süresinden de kısa bir sürede, ensemde bitiveriyor. Sonra da geldiği hızla gidiyor.

Sevdiğim insanlar nerede? Burada koca bir çınarın gölgesinde oturmak, dallara konan kuşları seyretmek, dinlenmeye yeter. Kuyruğunu kovalayan tatlı bir köpek yavrusu gülümsetir. Ateş yakar, buz dondurur.

Burada bazı bazı mutluluk var, bazı bazı derin üzüntüler. Her şeyin bir karşıtı olduğunu biliriz ve buna katlanmaktan başka çare yok. Adımlarımız bizi ağırca zamanın sonuna sürükler. Burada nereye gidilse orası yuva değil. Sıla hasretine alıştık.

Orada özlem dinmiş midir? Yuva mıdır orası? Aşk var mıdır orada, merhamet, huzur, karşıtsız koşulsuz var olabilme hakkı. Çınarlar, köpükler, dağların sütlü başları. Sevdiğim bütün her şey ve sevmediklerimin hepsi dışarıda mı?

Salinger öldü. Ali de öldü.

Salinger bir münzevîydi. Ne kendinden, ne kitaplarından konuşmak istemedi. Kadın mı, erkek mi, güzel biri mi, ucube mi, serserinin teki mi yoksa asalet sahibi mi… Kendini sır gibi sakladı.

91 senelik ömrünün son 30 yılında, tek bir satır yazmadı. Oysa Gönülçelen (Çavdar Tarlasında Çocuklar), Franny ve Zoey, Dokuz Öykü, Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar başucundan kaldırılamayacak kitaplardı.

Okuyucusunun yeniden yazması için onca ısrarına, etrafında dolaşan onca baskıcı meraka, suskun kalabildi. Belki yazdı ama ortaya çıkarmadı. Belki gerçekten yazmadı.

Uzun ömrünün dalgın bir anında izinsiz çekilmiş tek kare fotografı için, kıyametler kopardı. Kendisini anlattılar, onu ifşa ettiler diye, eski karısıyla ve öz kızıyla olan bütün bağlarını kesip attı. Gaddar, acımasız, bencil biri miydi yoksa her köşe başında rastlanamayan kırılganlıkta, içe dönük biri mi… Dünyaya kendini kapattı, kimseyle konuşmadı, sustu.

Yalnızca yazılar. Yazıp, kapının dışına koydukları. Ama onlar hakkında da konuşmadı. Yazdı ve yazdıklarının ucunu, uçurtmanın ucunu bırakır gibi bıraktı.

Ne yazılarıyla okuyucusunun arasına durdu ne de yazdıklarını açıklamaya kalktı. Anlatma, koruma, kabul ettirme, yazdıklarıyla var olma gayretkeşliği içine girmedi. Ali de girmedi.

Salinger'in yazdıklarıyla arasında aşılmaz duvarlar vardı. O duvarlarının arkasından hiç çıkmadı. Ali öyle değildi. Onun duvarları yoktu. Sınırları, çitleri, bir kapısı bile yoktu. Kafasına esen, çat kapı, tanıdığı tanımadığı herkes Ali'ye ulaşabildi.

Salinger kimdi? Belki soğuk biriydi. Yani Bizim Ali'nin tam tersi. Bizim Ali…

Bizim olana kadar etrafında fır döndüğümüz; bizim olduktan sonra en iyimizin bile kendi kendisine duyduğu sevgi kadar hoyrat, kendi kendisini bağışladığı kadar af, kendi kendisiyle kurduğu iletişim kadar çetrefilli, bozuk dengesiz yapmacık bir yakınlığı, reva gördüğümüz Ali…

Salinger kimdi? Aksi, asosyal, uç noktada, özel biriydi. Ali şeker gibiydi. Kucağı herkese açıktı. Ama o da uçlarda dolaşan özel biriydi.

İkisi de usta yazarlardı. Biri kendini sakladı, diğeri kendini hayrat gibi herkese dağıttı. İkisi de meselesi, derdi, yürek acısı olan öfkeli adamlardı. Biri kapılarını kapatıp içeriden dışarıya, diğeri meydanın ortasındaki en yüksek taşa çıkıp kalabalığa, "hüzün, öfkenin demlenmişi" diyebildi.

Ne tuhaf, Salinger'i de, Ali'yi de -hele Ali'yi- hak ettiklerinin yanında çok tenha kalan okur kitlesinin dışında, kimse tanımıyor.

Yazdıklarını reklam, tanıtım turları, pazarlama şirketleri vasıtasıyla gözümüzün içine sokan, televizyon kanallarında, her türlü medyada durmadan önümüze çıkıp kendilerini akciğer röntgenlerine kadar ortaya saçanların ve karımızdan kocamızdan daha çok tanıdığımız yazarların yanında; yazının yazanıyla tamamlanmak zorunda olmadığını gösteren bu iki adam için, ne diyebilirim ki?

Susmak, en iyisi…

Çavdar Tarlasında Çocuklar'dan…

Anlatacaklarımı gerçekten dinleyecekseniz, herhalde önce nerede doğduğumu, rezil çocukluğumun nasıl geçtiğini, ben doğmadan önce annemle babamın nasıl tanıştıklarını, tüm o David Copperfield zırvalıklarını filân da bilmek istersiniz, ama ben anlatmak istemiyorum. Her şeyden önce, ben bu zımbırtılardan sıkılıyorum…

J. D. Salinger

Sırtımı Hep Kendim Kaşırım'dan…

Çünkü tüm düzen "ödül ve ceza" üstüne oturtulmuş. Hiç bitmeyen, sonu gelmeyen bir ödüllendirilme isteği ve sürekli beslenen bir cezalandırılma korkusu. Ya uyarsın, ya dışlanırsın. Ya kırmızı rujla dudaklarını canlı, sutyenle memelerini diri gösterir ve (her neyse) ödülünü alırsın ya da yalnız yaşarsın. Ya kitap yazar, kitabını tanıtmak için kendi reklamını yaparsın, ya da yazdıklarını beş yüz kişi okur. Ya kaset çıkartır kasetini sattırmak için başka erkeklerle çekilmiş resimlerini bir şekilde basına dağıtırsın, ya da sesinin bile olmadığı anlaşılır. Ödülü düzen verdiği, ödülün ne olduğunu da düzen belirlediği sürece, yaptıklarının içerik olarak bir anlamı da kalmaz elbette. Kabul göreceğin mekanizmaları da, ardından kabul görüp görmediğini de hep düzen belirler.

O yüzden başarı çok önemlidir. İbrahim Tatlıses sürekli ön planda tutulur ama İbo olabilmek için her yıl ziyan olan binlercesinin esamesi bile okunmaz. Hakan Şükür iyi futbolcudur ama her sene Hakan olabilmek için sakat kalanların adı geçmez.

Üstelik bu tezgâhtan geçip başarılı olanlar, vitrine çıkanlar da ardlarına bakmak istemezler. Çünkü "aykırı" olanların nasıl cezalandırıldığını, nasıl geldikleri yolun başına geri yollandıklarını sık sık görürler. Belirleyici olan da geldikleri yer, o ödüldür zaten. Bu yüzden ortaya uyuşturucu satan, adamı topuğundan vurduran "sanatçılar", mafyayla ilişkiye giren, iş bitiren, elbette adamı topuğundan vurduran "gazeteciler", işte ayırmaya ne gerek, hep aynı acaip ilişkilerin içinde olan siyasiler falan fişmekân çıkar. O yeri kaybetmemektir aslolan.

İyi ve kötü, bunlar her neyse, hepimizde aynı oranda var çoğu zaman. Düzen kötü olanı beslediği için "şeytan kazandı" diyorum sık sık…

Ali Türkan

Yorumlar

Salinger'in öldüğü gün burada ki radyolardan PBS'te bir takım söyleşiler yayınlandı. Onunla mülâkata giden gazeteciler, yazarlar adamın hiddetinden ve yalnız kalma isteğinden dolayı doğru dürüst bir mülâkat bile yapamadan geri dönüyorlarmış. "Anlatacak hiç bir şeyim yok" diyerek büyük bir agresiflikle geri döndürüyormuş insanları, kapısından. Bu meşhur kitabı henüz okumadım. Ama kitap kritiklerini okudum. Bu kadar tutulması pek bir halk diliyle yazılmış olmasına bağlanıyor. Yani küfürleri de, insana dair her şeyi de çok açıklıkla anlatmasından kaynaklanıyor deniyor. Bazı yorumlarda da hiç meşhur olmak için yazmadığı ve hatta bu kitap ile meşhur olmak istememesine rağmen, inanılmaz bir ilgi yaratmış olması hem de yıllar boyunca olması, bu içine kapanıklığının da bir sebebi olarak gösteriliyor. Zor adammış Salinger.

Alper Uzun - 21 Nisan 2010 (21:35)

On sene kadar önce Batı ülkelerinden birindeki büyük kitap marketlerinden biri açıklamıştı. Kitap mağazalarından en çok çalınan üç kitap, J. D. Salinger'in Gönülçelen'i, Jack Kerouac'ın Yolda'sı, Albert Camus'un Yabancı'sı imiş.

Nevin Savran - 21 Nisan 2010 (22:28)

Ben Çavdar Tarlasında Çocuklar'ı geçen yaz okudum. Kitabın methini duymuştum ve uzun zamandır okumayı istiyordum. Beyoğlu'nda Y. Kredi yayınlarında başka bir kitap ararken o da gözüme ilişti. Kapağına "ölmeden önce okunması gereken 100 kitaptan biri" diye bir de not düşmüşler. Alayım şu kitabı okuyayım, zira, ne zaman emri hak vaki olacak bilinmez, hazırlıksız yakalanmayayım dedim. Sonra öbür tarafta neden okumadın diye sorarlarsa, mazeret uydurmak için tırmalayıp durmayayım dedim.

Velhasıl, bu kitabı okuma farizasını yerine getirdim. Artık gönlüm rahat.

Okuyup bitirdikten sonra "acaba bu kitap neden bu kadar abartılmış" diye bir soru da takılmadı değil aklıma hani. Galiba Alper Uzun'un eleştirmenlerin sözlerinden aktardıkları önemli bir faktör. İnsanı yormayan, kasmayan, oldukça sade bir dil ve akıcı bir anlatım. Su gibi akıp-okunup gidiyor bir yeniyetmenin hafiften argoya ve küfüre bulaşmış diliyle anlattıkları (aslında kitapta küfür var bile denemez).

Yanlış anlaşılmasın: Kitap hoşuma gitmedi demiyorum; ama biraz fazlaca abartıldığını sanıyorum.

Kâmuran Kızlak - 22 Nisan 2010 (11:30)

Ali'nin gidişinden sonra yazılarını tekrar okuduğumda beni şaşırtan şey, ne kadar da çok "ölüm" den bahsetmiş olduğuydu. Algıda seçicilik dedikleri bu olmalı. O hayattayken bunu hiç farketmemiş olmam hâlâ ilginç geliyor.

Salinger'i henüz okumadım. Ali'yi ise dönüp dönüp tekrar okuyorum. Kocaman yürekli, kocaman sesli, o küçük kasabanın küçük camisinde uzanmış kocaman tabutu yüzüme tokat gibi çarpana kadar, buralardan gittiğine inanamadığım Bizim Ali.

Tabutu önümüz sıra mezarlığa doğru yol alırken, yan yana yürüdüğüm İnci: "Ali rengârenkti, herkesi kendi renklerine boyadı gitti." dedi usulca. Ancak bu kadar güzel özetlenebilirdi.

Fersan Cevriye - 14 Nisan 2011 (22:06)

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

358
Derkenar'da     Google'da   ARA