Patronsuz Medya

"Buralı" Yaşam

Deniz Türkoğlu - 10 Ekim 2003  


Marguerite Duras'nın, Somut Yaşam adlı kitabından sayfa numaralarıyla alıntılanmış fikirlerine cevaben; isimsiz bir yazarın basılmamış "Bütün soruları bilmektense bazı cevapları bilmenin sarhoşluğu" adlı kitabından bölümler.

Ev

Bunun on yedinci evi olduğunu söylüyor. 16 yaşında ana-baba evinden, evlenerek ayrılmış. Ayrılmak için evlenmiş. Dönüp bakmamış bile geriye.

Öyle hızlı iniyordum ki merdivenleri, beyaz bir örümceğin ağlarına dolaşmış gibi gelinliğime takılıp daha ilk günden düştüm, düşüp kirlendim. Aynı gece beni hamile bırakmış hayvan herif, bebek karnımda altıncı ayına girerken babam kalp krizinden öldü. Annemle kaynanam babamın cenazesinde kavga ederek küstü. Kocam bebek doğar doğmaz tepeme bir gülle gibi çöktü. İki sene dayanabildim. Bir gün çeyiz, koca, bebek ne varsa geride bırakarak o evden de kaçtım. Ayrılmak için öyle acele etmişim ki, tavşanlı pembe terliklerimle günlerce sokaklarda dolaştım. O terlikleri saklamak isterdim, nereye saklıyorsun, bir pabuçluk para bulur bulmaz, fırlatıp attım. Kocamın öngördüğü açık havayı, anamın hapishanesine yeğ tutmanın saflığı beni sokaklara düşürdü.

(Sayfa 43)

* * *

İçinde yaşayabilecek bir üçüncü ev bulana kadar, zihnimi geriye doğru epey silmem gerekti. Bu çetin temizlikte en büyük yardımcım alkoldü benim. Votkayı seçtim. Az buz, az limon, votka bol olsun. İlk nesnem, tutunduğum ilk eşya, insanı hücrelerine kadar gösteren altın varaklı ayna: Votka. Evi yaşanmaz hale getiren büyük kalabalık.

Ama inan bana, beslenmenin, barınmanın ne denli kolay olduğunu öğrenmem çok fazla zamanımı almadı. Zor olan nerede duracağını bilebilmek.

Şu hikâyeyi dinle benden. Bu, uzun günler boyunca açık denizlerde sürüklenen bir kazazedenin öyküsü. Büyük bir şans eseri bir yük gemisi onu görüp kurtarıyor. Gemiciler ona bakıyor, iyileştiriyor.

Buraya kadar her şey yolunda fakat kazazedenin bilinci açıldıkça, bedeni iyileştikçe çok tuhaf bir huyu olduğu ve bu davranışının bir türlü değiştirilemediği görülüyor. Yemeklerde en büyük parçaları kapıyor, diğerlerinin tabaklarından bir şeyler istiyor, artıkları topluyor ve herkes uyuduktan sonra mutfağa giderek yiyecek çalıyor. Açlıktan öyle gözü korkmuş ki, durmadan yiyor ve yiyemediklerini ceketinin içine dikiyor.

Günden güne şişmanlıyor. Üzerinde biriktirdiği bozulan, çürüyen yiyeceklerin kokusundan yanına yaklaşılmıyor.

Masmavi, tertemiz bir sabah ciğerlerine bu taze havayı çeke çeke güvertede gezinirken birden ayağı kayıp denize düşüyor, gemiciler ne kadar uğraşsalar da onu kurtaramıyorlar ne yazık. Öyle ağır ki, çöküp batıyor, batıp boğuluyor.

(Sayfa 49-50)

* * *

Önce kız çocuğu olan sonra genç kız olan, kadın, ana, eş olan tepside kadayıflar gibi yassı-ezik bu cinsellik; komşu evine kutlama olarak gönderilen kaymaklı-şerbetli tatlı, başka damaklar için yaratılmış bu lezzet, kendi kendini nasıl yesin? Hastalıklarının bilgeleştirdiği diyabetliler gibi, komada bu var oluş şekli, yazılı yazısız her yasaya karşı dik başlı yapıyor kişiyi.

Ben artık yalnızca lâhanayla besleneceğim diyorsun günün birinde, bundan sonrası için bir tek ishale güveniyorum. Egemenlere karşı seçilebilecek en iyi silâh bu, aynı zamanda beni egemen olma tehlikesinden koruyacak olan da bu. Ruhun bağırsaklarından engele takılmadan yağ gibi kayan, su gibi akan böyle bir oluşun erke ihtiyacı da yok zaten. Herkes duysun herkes bilsin artık, yalnızca çiçeklere hizmet edeceğim.

(Sayfa 56)

* * *

Taşındığım her yeni eve, önce aynamı götürdüm. Kendim taşıdım, hamallara güvenmem. Günden güne kıvrıla döne ilerleyen o büyük çerçevenin, altın varak işlemelerin-bezemelerin arasına yolculuk boyunca gizlenen tozlarını silerek, onu evlerimin en güzel duvarına astım hep. Az buz, az limon, votka bol olsun. Böyle olunca hem ben, hem beni ziyarete gelenler için; yüzlerin, bedenlerin, konuşurken elin-kolun aldığı hallerin, mimiklerin hatta dışımızda kalmış-unutulmuş geçmişlerimizin en canlı seyirliği oldu. Kim kendini böyle seyrederken, kendini unutabilir?

(Sayfa 58)

* * *

Ben, bu Bizans eskisinde doğdum. Yıkık surlarının içinden dışarıya doğru hızla büyüyen neo İstanbul'umda, bastığım her santim toprağın altından acı fışkırıyor hâlâ.

Bu şehir hak ettiği özgürlüğe hâlâ kavuşamadı. Dil, din, ırk, cins savaşları yerden yükselip havalanan duman kümeleri gibi, bu şehrin göğünü güneşine, ayına, yıldızına kapattı.

Ne var ki, dünyada hiç bir şehir bu kadar güzel değildir. Kimsenin bir diğerinin üzerinde egemen olma -sahip olma- malına katma hevesinin kalmadığı o gün gelene kadar bu şehirden çıkmayacağım. Bu tatlı kavrayışa, en az ishal kadar inanıyorum.

(Sayfa 63)

Hayvanlar

Beşinci evimdi galiba, ilk ve son hayvanımı orada besledim. Sokaktan bulduğum küçücük yavru bir kediyi, alıp eve getirdim. O zamanki sevgilim kedilerden çok korkuyordu. Onlarla bakışmaya bile dayanamıyordu. Ama ne iyi oldu bilemezsin, üçümüz için de böylesi çok iyi oldu. Kedi büyüdü kendine geldi. Sevgilim korkusunu yendi. Ben onun top gibi kıvrılıp kendi içinde yuvarlanan gövdesinin, kürkünü sevmenin, sıcak hırıltılarını dinlemenin, beyhude aşklardan çok daha lâzım olduğunu öğrendim. Ve gerçek sevgiye sahip çıkılamayacağını, sevginin zamanda, mekânda, mülkîyette zapt edilemeyeceğini de. Kedi evden kaçtıktan birkaç hafta sonra, sevgilime kapıyı gösterdim.

Talih açan söz

Kanun nedir? Bunu anlamak için kaç gün gerekir?

Kanun, toplumun geri kalan kısmının hiç yapmayıp da senin yapıp onlara verdiğin şeydir. Ama bunu anlamanın sıkıntısıyla baş edebilecek misin? Edebilir misin? Patlama, başkaldırı, her şeyden daha büyük bir hoşnutsuzlukla ortaya çıkan bu keşfe, dayanabilecek misin? Şimdi sahneye gel, söyle şarkını, oyna oyununu, yap konuşmanı toplumunun kolaycılığına kapılmadan. O işle, o meslekle, o tapınakla, o imgeyle yitirmeden kendini. Kimseden alkış -onay- hayranlık beklemeden yalnızca kendi zihninle yüzleşerek. Kaygı yok, savaşmadan, aldatmadan ve kaçmadan durabilecek misin? Az buz, az limon, votka bol olsun.

İstanbul

Burada da insanı kentin boğuculuğundan, sımsıkı sarmalamasından koruyan deniz var. Yoksul olanların gözlerinden, ellerinden çıplak kadın hayalleri gibi kayıp kaçmış. Görkemli şatafatlı yalıların yüksek duvarlarına döşenmiş elektrikli tellerle, eli silâhlı güvenlik kuvvetleriyle, dijital kameralarla korunuyor.

Ama denizi de ne zamanda, ne mekânda, ne mülkîyette zapt etmek mümkün değil. Tıpkı Paris gibi ölüm, uyuşturucu, cinsellik pazarlanıyor her yerde. Yavaş yavaş çıldırıyor bu şehir. Polislerinin birbirlerini-kendilerini vurdukları, kocaların karılarını yüz yerinden bıçakladıkları, anaların bebeklerinin süt kokan etlerine sigara bastıkları, çocukların evlerini ateşe verdikleri bir şehir.

X5'lerin trafikte cirit attığı, jeep satışlarının hızla arttığı, plazaların, alışveriş merkezlerinin çığ gibi büyüdüğü, kurtarılmış bölgeleriyle ve ensest tüketicilikleriyle yepyeni tuhaf bir ırkın soluk alıp verdiği bu mega imparatorluk; tıpkı bir bedenin göbek deliğinden içeri kaçan bir solucan gibi.

Bu şehir; neresinden-ne girerse girsin, her şeyi yutacak hazmedecek denli büyük. Saptırıcı ve yanılsama doğuran her türlü korku yüzünden kabızlaşmış beton gibi zihinleri de, bağırsaklarının uçurum duvarlarına vura vura atıyor. İster bilinçli ister bilinçsiz olsun herkes tarafından hemen anlaşılan bir şehir İstanbul. Asla bir yanılgı değil. Çok gerçek. İnsanı da gerçek olmaya zorluyor.

"Neymiş?" diye soruyor.

Hiç bir şey demeden, en küçük bir el hareketi yapmadan, belli bir şey düşünmeksizin, salt kendini göstermek için sahnede mi dikiliyormuş? Sahne korkusuna kapılmış olabilir, çok da normaldir telâşa mahal yok, bir kova soğuk su dökün başından aşağı yalnızca, emin olun kendine gelecektir. Saygısızlık demeyin, çekinmeyin. Onu bu hale alışmaktan, alışıp duyarsızlaşmaktan, zihnini de donuklaşmaktan kurtaracaksınız. Bu sizin ona karşı borcunuz. Eğer güçlüyse kızmayacaktır, direnç göstermeyecektir. Yalnızca direnen biri alışkanlıklara hapis olur, duyarsızlaşıp, aptal olur. Hadi dökün. Dökün, çekinmeyin.

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

366
Derkenar'da     Google'da   ARA