Patronsuz Medya

Özgürlüğü beklerken

Deniz Türkoğlu - 22 Ağustos 2011  


Özgürlüğe arzu duymak ne ki, karasevdaydı benimkisi, ama bu çılgın arzum budalacaydı aynı zamanda. Budalaca çünkü özgürlüğün nasıl kazanılacağını, nerede, ne zaman, nasıl başlayacağını ve neye benzediğini bilmiyordum. Henüz başlamadığını biliyordum bir tek. Elimi kolumu bağlamış, oturmuş öylece bekliyordum. Başka da hiç bir şey yapmıyordum.

Etrafımda mevsimler dönüyordu. Gündüzler geceler geçiyor, ölümler doğumlar oluyordu. Sofralar hazırlanıyor, sofralar toplanıyor, perdeler, çarşaflar, koltuk kılıfları kirleniyor, çıkarıp yıkıyorlar, yeniden seriyorlar, temizlenen her şey yeniden kirleniyor, onlar yeniden yıkıyorlar… Bir hayhuy evin içinde, bahçede hayhuy, sokaklarda, caddelerde… Zaman geçip gidiyordu.

Ben hiç bir şey yapmıyordum. Gerçek bir insan olduğuma dair hiç bir hayat belirtisi vermiyor, kimsenin yaptığı hiç bir işe de karışmıyordum. Niye karışayım ki? Dünyanın gidişatını topyekun reddetmiştim. Çok da iyi etmiştim çünkü hiç kimse özgür değildi. Yaşamak için boyun eğdikleri şeyleri bana bulaştırmalarından korkuyordum ayrıca. Virüs gibi. O yüzden dokundukları hiç bir şeye dokunmuyordum.

Oturmuş bekliyordum. Sonsuz bağımsızlık gelecek, kapımı tıklatacak. Artık o andan itibaren birdenbire, hem de sonsuza kadar özgür olacağım. İşte bu budalalık değil mi?

Derken öyle günlerden birinde Adem'le tanıştım. O zamanlar herkese adıyla seslenirdim ben. Halbuki Adem babam olacak yaştaydı. Ona herkesin içinde adıyla seslenmeme hiç aldırış etmemişti. Diğerleri bu yaptığımdan hiç hazzetmezler, üstelik çok da kızarlardı. İnadımdan yorulup pazarlığa girişirlerdi bir de benimle, "bari herkesin içinde değil de yalnızken adımızla seslen, kimseler duymasın bu rezilliğimizi" derlerdi.

Adem işte, buna hiç aldırmadı. Hatta beni sevdi. Bir derdim olduğunu anladı da acıdı mı sevdi, eğri büğrü sebeplerle de olsa kendime bir hedef tayin ettiğimi ve o hedefte inat ettiğimi hissetti de mi sevdi, artık onu bilmem. Elimi sıktı. Sırtımı sıvazladı. Oturttu yanına, adam yerine koyup dinledi. Adem, çevremde şimdiye kadar gördüğüm şeyler içinde, özgürlüğe en fazla benzeyeniydi.

Ben Adem'in Güneydoğu'da askerlik yaparken "teröristlerle" girdiği çatışmada ölümcül yaralar aldığını, ailesinin uzun süre onu ölü sandığını, hastanede aylarca bilinci kapalı yattığını öğrendim daha sonra.

Adem çok dinlerdi. Konuşanlara değil de, susan insanlara doğru çekilmeye, sanırım tam o günlerde başladım. Susanların yanında dilediğim kadar çok konuşabildiğim için değil, susanların sabrına, tahammülüne, affediciliğine karşı adını henüz koyamadığım anlaşılmaz, tuhaf, çözüme muhtaç duygular beslediğim için.

Özgürlüğü andıran o suskun adamın, Adem'in arkasından, böyle bir Güneydoğu hikâyesi çıktı. Bu Güneydoğu hikâyesinin arkasından ise, tek gözlü yoksul gecekondusunda yaşam mücadelesi verirken, evlâdının ölüm haberini alan yaşlı babasının, o acıyla baş edemediğinin, yorgun kalbine hemen oracıkta yenildiğinin hikâyesi çıktı.

Ama analar dayanır diyordu Adem. Anası da bu lafı her duyduğunda başını sallıyor, garip bir şekilde gülümsüyordu. "Analar inatla dayanır, değil mi benim çilekeş anacığım?" diyordu.

Kadın, "Keşke baban da biraz inatçı olsaydı" deyip, susuyordu. Bu nadir konuşmalar, ne zaman yapılsa, benim de ruhuma sanki bıçakla kazınıyordu.

Sonra Adem gerçekten öldü.

Hiç unutmuyorum, o gece, İstanbul'un en soğuk kışı, Ay'ın koca tepsisinden yeryüzüne un gibi tipi yağıyor, sokakta kimsecikler yok, ağaçlardan, çatılardan, elektrik direklerinden sipsivri buzdan dikitler sarkıyor, camın iç tarafında, erimiş kazağın dirseğiyle durmadan silip yok etmeye çalıştığım buğu, camın dış tarafında, sanki bir daha güneş hiç doğmayacak, evde, babamın sigarasından yayılan sıcak duman odaları dolaşıyor, mutfakta, annemin ocağın üstünde bıraktığı çay demlikte fokurduyor.

Tam o durgunluğun ortasında kapımız çalındı. Gecenin bir yarısında, hayırdır inşallah deyip açtık, Adem'in annesini mantosunun yakasına yapışmış, duvarın dibinde titrerken bulduk.

Üstünde Adem'in annesi kadar daha kar, bize "Adem sizde mi?" diye sordu. Adem bizde değil. "Ama hemen kötü şeyler düşünme!" dedik.

Niye hemen kötü şeyler geldi aklımıza, çünkü Adem de inatçıydı. Susuyor olması, hiç bir şeyi unuttuğu anlamına gelmiyordu. Vurulduğu anı bütün ayrıntılarıyla hatırlıyordu.

"O güne kadar hiç bir canlıya silâh doğrultmamıştım, kendime de birini öldürüp öldüremeyeceğimi, o ana kadar hiç sormamıştım. Birkaç aylık eğitimden geçip, dağlara gittik, acemiydik, bir anda oldu her şey. Mahşer yerine düşmüş gibiydik. Herkes canının derdindeydi. Ben de kendime ardında siperlenebileceğim bir taş, bir kaya parçası aranırken, öyle kayalardan birinin ardından bir terörist çıktı. İkimiz de şaşırdık. Ne o ne ben, tetiğe nedense basmadık. Benim aklımdan, çocuğun dayımın oğluna ne benzediği geçti. İki gözüm önüme aksın, tıpatıp benziyordu. Belki de o'dur dedim. Görmeyeli on sene olmuştur. Hayırsız, belki dağa çıkmıştır dedim. İşte tam o an, dayımın oğluna benzeyen çocuğun arkasından bir terörist daha geldi ve bizi gördü. Namussuz, ikimizi de taradı. Bütün bunlar, birkaç saniye içinde olmamıştır, daha azdır. Son düşündüğüm, dayımın oğluna benzeyen çocuğun öldüğüydü. Kendi ölümüme acımadım da, onunkine dayanamadım."

Liseli solcu gençlerin duvarlara afiş yapıştırdığı yıllardı. Ben çoğunu pencereden görürdüm. Bazılarını tanırdım. Adem'in arkadaşlarıydılar. Bazen Adem'in evinde toplanırlardı. Bazen beni de çağrırlardı. Özgürlük, bağımsızlık, eşitlik diye sohbete başladılar mı, ben zevkten dört köşe olurdum. Ağzım kulaklarıma varırdı. Öyle zamanlarda Adem gelir, yanıma oturur, dizimi sıkardı. Sonra Kürtçe türküler söylemeye başlarlardı. Pür dikkat kesilir, ezberlemeye uğraşırdım. Ertesinde, en ciddi konuştukları yerde, ezberimdekileri, yeni yeni çatallanan çocuk sesimle bağıra bağıra söylemeye başlardım. Gülerlerdi.

Adem bana Kürtçe öğretmeye söz vermişti. Ama birdenbire çekip gidiverdi. Sözünü tutamadı. Adem'in vurulup öldürülüşünün hemen ardından anası, daha fazla inat etmedi, o da öldü. Hangi ana tek oğlunun ölüm haberine, iki kere üst üste dayanabilir?

İki oğlunun birden ardı ardına ölüm haberine dayanabilecek bir ana da yoktur ama… Bir oğlu askerde, öbür oğlu dağda ana var mıdır? Vardır. Buna ne buyurulur peki?

Söylemiş miydim, Adem konuşkan değildi. Onu ne zaman hatırlasam, başı önünde, susarken hatırlıyorum. Ne düşünüyorsun diye sorardım. Kafasını ağırca kaldırır, koca eliyle saçlarımı okşar, "Kimse hayaletlerden kurtulamaz" der, sonra gene susardı.

Susanların sabrına, tahammülüne, affediciliğine, yüzümü döndüğüm her yerde bir savaş narasının atıldığı bu memlekette, bugün, bu günlerde, her zamankinden çok inanmayı, en azından Adem'in bana öğrettiğinden daha da çok inanmayı, ne kadar istediğimi anlatamam.

Peki ya kanın kanla temizlenemeyeceğini anlatabilir miyim? Benden önce kimler kimler anlattı da hiç bir işe yaramadı, benimki ne işe yarar? Ama konuşulması gereken böyle yer ve zamanlarda, insanın iliklerine sinsice sızan bu ağrılı uğursuz sessizlik yok mu, işte bu öldürüyor insanı…

Yorumlar

Acı bir tebessümle bitirdim yazıyı. Bilindik ve artık aşina olduğumuz bir hikâyeyi hüzünlü bir dille anlatmışsınız. Güneşi Gördüm'de vardı bu sahne. Biri askerde biri dağda. Bu durumda olan kime oluyor? Adem'in annelerine.

Bu işin çözümü olduğuna inanmıyorum. Ne kan dökerek, ne barış sağlayarak ne de siyasetle. Kıyamet kopana kadar biz kendi kıyametimizi yaşamaya devam edeceğiz. Bütün bunlara rağmen umudumuzu kaybetmeyip analar ağlamasın demeye devam edeceğiz. İnşallah gözyaşları diner ayaklarında cenneti kokladıklarımızın.

İdealist - 23 Ağustos 2011 (01:07)

Bir kez daha şiddetin dili egemen oldu. Sorti medyası hevesle, iştiyakle, ölümlere tempo tutuyor. Barıştan ve kardeşlikten söz etmek bile "sempatizan" diye damgalanma riski içeriyor.

Silahlı kuvvetlerin bile kodesteki hasmıyla görüştüğü, uzlaşma kapısı açmaya çalıştığı bir dönemde, Kürtler de dahil, toplumun yarısının oylarını alarak seçilmiş sivil hükümet adeta savaş kabinesi gibi davranıyor.

Elimden gelseydi, bu savaş heveslilerinin hepsini (o "sivil" siyasetçileri, kalemlerinden kan damlayan medya silâhşörlerini) askere alır, hepsine er giysisi giydirip, tabur tabur, bölük bölük araziye salardım:

- "Buyurun, 'düşmanınız' orada. Paylaşın kozlarınızı. Ne bok yerseniz yiyin. Ama lütfen soluduğumuz havayı içinizin çirkefiyle kirletmeyin…"

Kaçı giderdi acaba? Kaçı mazeret izni alıp apar topar tatile çıkardı?

Necdet Şen - 25 Ağustos 2011 (16:12)

Oysa yapabilirdik değil mi? Birbirimizi vurmadan, birbirimizin katili olmadan, birbirimizden nefret etmeden, analarımızı ardımızda öksüz bırakmadan beraberce yürüyebilirdik değil mi bu güzel ülkenin yollarında?

Ayrılıklarımızı büyütmeden belki ortak yanlarımızı büyütsek daha mı iyi olurdu ne dersin?

Alfabeye geçmeden önce halay mı çekseydik acaba? Ya da farklı diller konuşuyoruz ve farklı davranıyoruz diye birbirimizi aşağılamadan önce anlamaya mı çalışsaydık keşke?

Apolitik hallerimiz daha mı rahat anlaşırdı birbiriyle sence? Liderleri hiç mi iplemeseydik acaba?

Öyle ya biz öldük, onlar değil. Pusuya yatmak ya da devriye çıkmak yerine Munzur Dağı'nda beraberce baharı karşılasaydık nasıl olurdu acaba. Uçurtma uçursaydık misal, keleş sıkıp bomba atmak yerine. Bunca yaşanmışlığın ardından "İki Dil Bir Valiz" ya da "Nefes" filmlerini beraberce seyredebilir miyiz?

Seyredip birbirimize dair bir anlayış geliştirebilir miyiz acaba?

Evladını yitirmiş analarımızın ellerini beraber öpsek olur mu, "biz de senin evlâdınız "desek yaralarına az biraz melhem olur muyuz acaba?

Ya da gitsek oğulları askerde ve dağda olan annnelere ve desek ki "anam merak etme, dağlarımıza bahar geldi, yok artık ölmek öldürmek, ferah tut gönlünü sen, kardeşimiz tez zamanda yanına gelecek", endişelerini giderebilir miyiz ki? İnanırlar mı bize? Zihnimizdeki ve gözlerimizdeki kuşkuyu silebilir miyiz birbirimize karşı?

Puştluğa ve bizi bize düşman edene karşı halay çekip beraberce yürüyebilir miyiz omuz omuza?

Bilirim derinde sevmeyiz puştluğu. En büyük derdimiz aş, iş ve huzur aslında. Tüm insanlığın ezelden beri peşinde koştuğu.

Ne dersin beraberce yazabilir miyiz bu dilin alfebesini?

İyi bak kendine…

Özkan Dalgıç - 31 Ağustos 2011 (01:09)

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

530
Derkenar'da     Google'da   ARA