İnsan, sopalı bir süpürgeyle ne yapabilir?
Eğilmeden, sırtını iki büklüm etmeden, yerleri süpürür değil mi? Ya da sopayı süpürgenin sapından çıkarır, halı döver meselâ. O sopa, süpürgesinin sapından bir çıktı mı, çeşit çeşit işe yarayabilir. Ucuna bez bağlanır, cam silinir. Kıştan çıkma boruların içine sokulur, kurumlar temizlenir. Üst kattaki komşular azdı mı, tavana vurulmak suretiyle sükûnete davet edilir.
Ama o sopayla, hamurdu yufkaydı gibi mutfak işleri yapılmaz. Oklava değil ki bu. Yumurta kırılmaz. Çaydanlık taşınmaz. Oysa benim üst kat komşum ve evsahibim Hüsnü, zannımca bütün bu işleri yapıyor. Ne zaman mutfağa sopasıyla girse, anında bir kıyamet kopuyor. Ya karısından ya da tabaktan çanaktan mutlaka ses getiriyor.
Hiç televizyon, sopayla açılır kapanır mı? Hele ki elektrikli aletlerin ses düğmelerine katiyetle öyle müdahale edilmez. Bu yerinden kalkmadan, sopayı düğmeye uzatıyor, sopa da bi kayıyor, çıkan sesin titreşimiyle başlıyoruz zangırdamaya. Bu apartmanı bu Hüsnü yıkar böyle.
O sopayla ve orta boy bi topla sokağa çıkılıp, mahallelinin gözü önünde golf mü, kriket mi, tenis mi, ne olduğu belirsiz kimliksiz oyunlar oynanmaz. O sopayla banyoya girilmez. Sopa bu, keseden çitilemeden anlamaz. Banyoda ne yapıyorsun onunla? Karısı da iki dakika sonra dayanıyor kapıya, "Sopamı ver, süpürge yapacağım" diye. Hüsnü vermez, kadın kapıları yumruklar tekmeler. Hüsnü gürler, kadın ciyaklar. Ben burada hırsımdan ağlıyorum. Ver sopayı kadına.
Hele ki sopayla yatılır mı? Hüsnü'nün geceleri yatağa sopayı da aldığını, daha taşındığım ilk gece öğrendim. Yatak odaları tam benimkinin üstünde. Biteviye, her gece aynı şeyleri dinliyorum. Kadın "çıkar şunu yataktan, ben bununla yatmam" dedikçe, Hüsnü, "sen gidersin, o gitmez" diye veryansın ediyor. Sabaha kadar bi sopa yüzünden itişip kakışıyor, uyuyup uyanıp kavga ediyorlar. Birinden birinin de aklına salondaki kanepede yatmak gelmiyor. Sabahları gözlerini açar açmaz kaldıkları yerden başlıyorlar gene.
"Sopamı ver, süpüreceğim."
"Vermem, süpürme, kirli kalsın."
Kadının belinde fıtık var. Eğilemiyor. Hüsnü buna evlendikleri ilk yıl elektrikli bir süpürge almış. Kadın bir kaç ay içinde makineyi bozunca bi daha ne yaptırmış ne de yenisini aldırmış. E, ne yapsın kadıncağız? Toz toprak içinde badem kırılmaz ki. Gitmiş, kendine bi çalı süpürge satın almış. Onun da sopasını Hüsnü'ye kaptırmış.
Sorun yalnızca sopa olsa keşke. Emaye tepsilerle ne yapılır? Neler yapılmaz değil mi? Börek yapılır, çörek yapılır, baklava bile yapılır. Ya da mutfakta ne bulduysan doldurursun içine, geçersin televizyonun karşısına, tepsiyi de koyarsın yanına, romalılar gibi küfeyi devirip yersin içersin.
Maalesef Hüsnü öyle yapmıyor. Mutfaktaki bütün tepsileri toplamış, çarşıdan da boy boy yenilerini almış, bi tepsi kalabalığı evde. Geceleri yatmadan önce her kapının pencerenin arkasına dikey bir biçimde bunları tek tek getirip dayıyor.
İyi güzel de, Hüsnü'nün dakka başı çişi geliyor. Uyku sersemliğiyle, tepsileri de hep unutuyor. Haydi tepsiler sırasıyla devrilmeye başlıyorlar mı, gecenin kör bi saatinde. Hüsnü korkup sinirlenip, bi de tekme koyuyor bunlara. Önce yatak odasının kapısındaki, ardından helânın kapısı derken; tepsiler dönüyorlar, yuvarlanıyorlar, hoplayıp zıplıyor, titreyip çalkalanıyorlar. Kıç üstü oturana kadar böyle sayısız turlar atıyorlar döşemenin üstünde.
Bi de boklu tiryaki. Her ayağa kalktığında illâ ki sigara içecek. Aman Hüsnü, salon kapısı! İçerden karısı bağırıyor, "aç şu pencereyi, kokuttun evi" diye. Pencerenin arkasındaki tepsi de devriliyor bir metre yükseklikten baş aşağı. Bu kez de uykusu kaçıyor. Dayanıyor sopasına, güm güm yerlere vura vura tepemde voltalamaya başlıyor. Musa asasıyla Kızıldeniz'i nasıl yardıysa bu da sopasıyla tavanımı öyle yaracak. Ben de bu evi mezar gibi sessiz diye tutmuşum güya. Hangi pozu verirken çıldırayım? Dayanılır mı bu zulme?
Bir kaç ay evvel karısı süpürgesini sopasını topladı gitti. Aynı günün akşamı Hüsnü yeni bir sopayla kapımı çalıp beni ziyarete geldi.
"Sessizlikten çok çekinirim, ev de öyle bir sessiz ki, hem tanışalım, hem de iki çene çalalım" dedi.
Geri geri basıp, buyur ettim içeri. Ne dese yapacağım. Bu adam hem deli, hem de ev sahibi. Daha girer girmez, karısından dert yanmaya başladı. "Kalbimi kırdı" dedi. "İnsan sevdiğinin üç beş sıkıntısına katlanmaz mı?" Durdu, uzun uzun düşündü. Sonunda, "O da bensiz yapamaz" dedi. Gözleri dolu dolu oldu. Duygulandı. Bi dokunsa, ben de ağlayacağım. Koca adamın karşımda böyle ufalanmasına dayanamadım. Meğer seviyorlarmış birbirlerini. Eh, ben de aşağıdan her şeyi duyamam tabii.
"Üzülme Hüsnü" dedim. "Döner yakında, hasretlik kolay değil, kavuşursunuz, korkma." Hemen ümitlendi, neşelendi. Sopasını kavradı. "Ben şimdi geliyorum" deyip, dışarı fırladı.
Kollarını doldurmuş, geri döndü. Masanın üstüne yığdı nevaleyi. Pastırmaları kâğıdın üstüne yaydı, peyniri ince ince dilimledi. "Bi tepsin var mı?" diye sordu. Rakı anında boğazıma durdu. Küçük harflerle söylene söylene, mutfaktan tepsiyi getirdim. Daha uzaktan bakar bakmaz, "Boşuna getirme, o olmaz" dedi.
"Neden olmaz?"
"Çünkü o tahta, ben bizim evden bi tane getireyim" der demez, sopasını kapıp merdivenlere seğirtti. Sopası yetmiyor bi de tepsisini getirecek. Şurada keyifle bi rakı içirtmeyecek, illâ dayayacak bi yere.
Orta boy bi emaye tepsiyle geri dönüp, içine kıyma bulgur biber miber bir şeyler katıp yoğurmaya koyuldu.
"Ne yapıyorsun Hüsnü?"
"Çiğ köfte yapıyorum. Rakı çiğ köfte olmadan içilir mi?"
Beni bi gülme tuttu. Bu da bıyık altı sırıtıyor. Anlaşılan neye güldüğümü anladı. Sonra, kendiliğinden, yavaş yavaş anlatmaya başladı.
Kendinden bir kaç yaş büyük bir ağabeyi var. İki kardeşten biri kundakta öteki emeklerken, babaları analarını da alıp şehire getirmiş bunları. Dört nüfus, bu apartmanın kapıcı dairesine sığınmışlar. Babaları hemen analarını apartmanın temizliğine koşmuş. Ardından evlere temizliğe göndermeye başlamış. Anaları çocuk yaşta tazecik bi köylü kadını. Cüzdanını çıkardı, içinden siyah beyaz bi fotoğraf uzatıp gösterdi. Doğuştan sürmeli aydınlık pırıl pırıl gözler, meleksi bi çehre, başında yemeni, üstünde entari, kucağında da iki çocuk. Biri Hüsnü diğeri ağabeyi.
Ama babaları kan emici bir deyyus. Yırtıcı, yıkıcı, fırsat düşkünü. Tek başına uğursuzluğun günâhın uçurumu. Önüne geleni içine çekiyor. Çalmış çırpmış allem etmiş kallem etmiş göz koyduğu bu apartmanı bi gün satın almış. Sonra güzelim anasının oyalı yemenisini güllü dallı entarisini çıkarıp atmış. Saçlarını kabartmış, yüzünü gözünü boyamış. Kadının etlerini çize kese bir garip ticarete başlamış.
Senede bi kaç kez de köyüne gidiyormuş. Fadime'ye Ümmü'ye Yeter'e Nihayet'e iyi bir kısmet çıktı diye. Başlık paralarını peşin peşin bastırıp, daha memeleri tomurcuklanmamış kızları, alıp getiriyormuş. Böyle böyle belâlı bi servete konmuşlar. Hüsnü'nün temiz ruhu bu gerçekleri kaldıramamış. Kursağı yediği zehirli lokmaları, yüreği bu ızdırabı geri göndermeye, beyni zonk zonk atmaya başlamış. En sonunda kafasının bütün sigortaları yanmış. Bi tımarhaneye kapatmışlar bunu. İki sene yatmış.
Çıktığında günlerce aylarca sokakları dolaşmış. Ne işte güçte gözü var, ne bi hayat kıpırtısı içinde, kaldırıp kaldırıp kendini arabaların önüne atmış. "Ayaklarım beni, bu apartmanın önüne getirdi" diyor. Bakmış, kapıcı dairesinde bi ışık yanıyor. Bi de eğilip pencereye yanaşmış ki, içeride anası pesperişan, babası bi döşekte nerdeyse çıplak yatıyor. "Önce basıp gidecektim, sonra vicdanım bırakmadı, ittim kapıyı içeri girdim."
Babası frengiden iki sene içinde eriyip gitmiş. Anası giydiriyor. Bu dellenip insana her cümle sonunda abdest aldıracak lâflarla parçalıyor üstünü başını. Kadın üstüne battaniyeyi yorganı çekmeye çalıştıkça, onun da eteklerine yapışıp, akrep kıskacına dönmüş o tek eliyle ittirip kaktırıyor. Bedeninde can dolaşan tek bi uzuv kalmamış. Bi tek kolunun çengeli bi de çenesi çalışıyor. Hastalık gözlerini de gelip kapatmış, her yer zifiri karanlık. Üstüne o karanlığın içinden, heyula gibi hortlaklar yürüyor. Hopur hopur oynuyor yatağın içinde, canını bile veremiyor. Bak Allah'ın işine.
Kapıcı dairesi buz gibi, duvarlardan şıpır şıpır süzülen damlalar rutubet olmuş üstlerine yağıyor. Dışarısı kar, odanın içinde kar gibi ufalanıp dökülen duvarlar. Anasının ciğerleri ağzında, kan tükürüyor. Beş liraları yok ki iki tane odun alıp tutuştursunlar, bi çorba kaynatıp içsinler. Ağabeyi olacak yılan, nasılsa geberip giderler diye atmış bunları kapıcı dairesine. Babasına da "seni tedavi ettireceğim sana ben bakacağım" diyerek çatır çatır imzalatmış malı mülkü. Üst katların kiraları ay başı oldu mu ağabeyin hesabına nakit olarak yatıyor. Bu iki ihtiyar da burada sürüm sürüm sürünüyor.
Anası boynunu bükmüş, "hiç değilse şurdan bir daire verseydi, onun kirasıyla bakardım ben babana" deyince Hüsnü'nün sigortalar gene kızışmaya başlıyor. "Nerede o şimdi, ne yapar, nasıl yaşar?" diye çaktırmadan soruyor anasına. Anası bir bir anlatıyor. Yatları katları varmış. Zengin bir iş adamının tek kızıyla evlenmiş. Çevresine de bunlar için "öldü" deyivermiş. Hayatında risk istemiyor.
Hüsnü, olası bütün adresleri kafasına nakış gibi işleyip ağabeyini aramaya çıkıyor. Buluyor da sonunda. Ama yanına yaklaşamıyor. Kurşun geçirmez arabalarla siyah takım elbiseli korumalarla dolaşıyor it. Bir gün punduna getirip çıkıyor karşısına. Adamın bunu görünce beti benzi atıyor. Yardım da çağıramıyor. Çağırsa, bütün pisliği ortaya dökülecek. Hüsnü basıyor bunun gırtlağına, apartmanın tapusunu elinden alıyor. Ağabey yalvar yakar, donuna kadar verecek, "al" diyor, "ne istiyorsan al, bi tek canımı bağışla" .
Hüsnü, yırtıyor gömleğini, açıp göğsünü gösteriyor. Boynundan göbeğine kadar delik deşik. Kesmiş doğramış kendini. "Ne yapayım ben o uğursuz serveti, yediklerimi çıkaramadım daha, onların diyetinden bile kurtulamadım!" diye kıyameti koparıyor. "Bu apartmanı anam, etini satarak aldı, ona geri dönecek, ister yakar, ister yıkar, orasına ben karışmam" diyor, çekip geliyor.
Anasını sarıp sarmalıyor. Başına yemenisini, sırtına entarisini giydiriyor. Babası bi kaç ay sonra böğüre böğüre ölüyor. Ardından da, anasını kaybediyor. Gelgelelim ağabeyi, bu kirli geçmişten kurtulmayı kafasına takmış bir kere. "Sen ana baba katilisin, hırsızsın, delisin" diye Hüsnü'ye kendi pisliğinden bulaştırmaya çalışıp kin kusuyor. O apartmanı içindekilerle birlikte benzin döküp yaktıracağım, seni uykunda kurşunlatacağım, yatağının üstünden buldozerler geçirteceğim, tepenize havan topları attıracağım diye, uzaktan tehdit ediyor.
Hüsnü'ye bunlar koymaz da, bir kaç yıl önce Çeçen kiracıların kızını görüp tam on ikiden vurulunca, işler biraz değişiyor. Ne zaman karısının gözlerine baksa, tepeleme yaşama sevinciyle doluyor. Hayata böyle bağlandıkça, her şeyden pimpiriklenip korkmaya başlıyor. Ondan sonra da gelsin sopa, gitsin tepsiler.
"Boş ver be Hüsnü" dedim. "Bırak kara vicdanının içinde debelenip dursun." Sonra birden bire aklıma geliverdi. "Peki" dedim, "neden şimdiye kadar başka bi sopa almadın? Karını niye boş yere üzüyorsun?" Yanakları hafifçe kızardı, gözlerini yere dikti, gırtlağını temizleyip, "Yahu Deniz" dedi. "Sen hiç, tutuşmadan yanan ocak gördün mü?"
Anlamadım. "Nasıl yani? Cilve mi yapıyorsunuz birbirinize?"
Dar bi sessizlik düştü odanın ortasına. Hay benim dangalak kafam! Ben böyle bi şey söylemedim, sormadım say da diyemedim. Gözümün önünde bocaladı, utandı, sıkıldı. "Karımın beli rahatsız, istemiyorum süpürmesini" deyip, kestirip attı.
O gece, sabahı zor edip, kargalarla birlikte sokağa fırladım. Kendime en kalınından şöyle sağlam bi sopa, her kapıya pencereye de boy boy emaye tepsi aldım. Bi de kaset aldım gelirken, Hüsnü'yle beraber dinleyeceğiz. Şimdi her akşam koyuyoruz kasedi teybe, sopayla düğmeden açıyoruz sesi, sopalarımızı tepsilerimize vurup tempo tutarak, "Hadi gülüm yandan yandan yandan, biz korkmayız ondan bundan, biz korkmayız ondan bundan…" Hoyda bre Hüsnü, bu kadar işte.
Bu arada Hüsnü'nün güzeller güzeli Çeçen hanımı geri döndü. Geçenlerde bi tepsi börek yapmış, kapıya getirdi. Bi de nazlı nazlı, "Kusura bakmayın ne olur, şu bizim sopayla tepsi gürültüleri…" demez mi? Aman estağfurullah, rica ederim, ne ilgisi, ne alâkası var, bakınız aynılarından bende de var. Gelen giden patlayan yanan bi şeyler yok ama, sopayı tepsilere vura vura müzik yapıyoruz en azından.
"Hadi gülüm yandan yandan yandan, biz korkmayız ondan bundan…"
Deniz Türkoğlu neler yazdı?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.