Deniz Türkoğlu - 31 Mayıs 2004
Süt tozu içerdik beslenme saatlerinde, okulun bahçesindeki inekler, şişkin memeleriyle kendilerini yerlere atarlardı gülmekten.
Onlar öyle sürtündükçe otlara, memelerinin başlarından oluk gibi sütler patlardı.Otlar böcekler, o çirkin memelerden akan o ilkel sütleri aptal gibi sağarlar, çatlayana kadar içerlerdi. Otların yeşili beyaza keserdi, sütlerin kokuları iğrençti, pastörizesiz, vizesiz, yerli malı sütler işte.
Biz amerikan bayraklı paketleri açardık titreyen ellerimizle, tozumuz vardı bizim. Paketler açıldıkça, gözümüz toza keserdi. Tozların arasından, zar zor kırık bi yoksulluk rengi, kirli sarı bi yalnızlık seçilirdi. Altın kaplamadan gülleler yutmuşuz gibi, nedense sancılanır ezilirdik. Kusmak gelirdi içimizden, kusamazdık.
Marşal amcaya dua ederdik çipil seslerimizle. Ankara'daki amcalar öyle isterlerdi. Çünkü, amerikan amcalar kimine traktör, kimine telsiz, kimine kapı sapı göndermişlerdi.
Su güğümlerini getiren hademeler bize nanik yaparlardı, süt tozunu kuyu suyuna katmadan önce. Aldırmazdık, köylüler işte. Bi enstitüleri bile yoktu. Ama, sonradan oldu. Atatürk, etnografya müzesinde yatarken.
Öğretmenlerimizin "İnönü biiir, İnönü kiii" demeleri yeter de artardı bile. Topuklarımızı birbirine çakıp, şimşek gibi ayağa fırlar, hemen hazırola geçerdik.
Kol mesafesi yapardık birbirimizin omuzlarında, birbirimize kol kadar mesafeler koyardık. Birbirimize karşı, arkamızı sağlama almayı öğrettiler bize. O yüzden başkaları düzdü bizi. O yüzden hiç birini saymadık. O yüzden dünya edebiyatını orijinal dilinde okumayı-yazmayı, yunan arkeolojisine tapınmayı, Bizans'ı kalkındırmayı, mandolinle Mozart çalmayı, operayı, valsi, 5 çaylarını, fransız öpücüğünü, zeytinin çekirdeğinin yağından bile idol çıkartmayı iyi biliriz biz, iyice öğrendik.
Her iş gelirdi elimizden, ne iş olsa yapardık ama bi türlü adam olamazdık. Traktörsüz öküzsüz, etle tırnakla; patates, pancar, fındık, üzüm, tütün, pamuk ekti de bazılarımız mendil kadar tarlalara, n'oldu? İki taşın arasına bi Mozart dikemedik, bi revü açamadık, bi oksford kuramadık, bi…
Şehirde oturanlarımız daha da fena çapsızdık. Şöle bi volsitrit yapamadık, iri yarı bi dünya bankası, deniz kıyısında bi şanzelize, bi…
Nerdeee, küçük burjuva bile olamadık. O yüzden Ankara'daki amcalar kızıp, sinirlendiler bize. O yüzden kendi aralarında kavga ettiler. O yüzden, bizim yüzümüzden, İnönü, Menderes'i dövdü. Dövmedi mi?
Telsizli cunta amcalar baktılar ki kavga diz boyu; 27 mayıslarla, 12 martlarla, 12 eylüllerle evire çevire öptüler bizi, öptüler ama, gül mü bitti sanki mayın tarlalarında?
Kara yolundan çıkıp gelmişlerdi bi akşam. Bi askeri cemsenin içinde tıklım tıkış. Gözlerinin içleri, katran gibi kararmış. Şapkaları uçmuş kelleri, burma bıyıkları, mavi gömlekleri kan ter içinde.
Hamzakoy'a doğru bi tümen memedin arasında indiler cemseden, birbirlerine tutunarak yürüdü bunlar. Bunlar ki; kiminin yeni daha hâlâ dedeminki, kiminin çarığını ninem dikmişti, kiminin donu bok içinde…
Hepsini oturup yıkadı sonra kadınlar. Her gece ahretlik heriflerinin altında, gururla parıldayan nikâh yüzüklerinden bile, bu topraklar için çıplanmıştılar. Onlar ki, bir zamanlar güneşi bile, kaya gibi güçlü bilekleriyle kıskandıran aynı kadınlardılar. Şimdi bilekleri boşalmış, sütleri kesilmişti, ama hâlâ doğurgandılar.
Gık çıkarmadılar. Birinden biri yapışıp da kendi heriflerinin, askerlerin, bu yeni gelenlerin yakalarına; ittirip çekiştirmedi. "Hani toprak reformu, hani endüstri devrimi, hani avuç avuç topladığım kanlı toprak?" diye sormadılar. Ne küstüler, ne de bağırdılar. Tırnakları gibi kırılmış umutlarla, bu yeni gelenlerin kirlerini temizlemeye koyuldular. Yuğdular, yıkadılar. Yuğdular, yıkadılar. Yuğdular, yıkadılar.
Fakat bunların kirleri yağlıydı, kandandı, yüzlerce yıllık kindendi. Bunların gözleri açtı, yürekleri açıktaydı, yemeye doymadılar. Yedikçe pislettiler.
Bunların pisliklerine dadanan çakalların, akbabaların sayısı çok oldu. Bunların umurları olmadı. Kuş uçmaz kervan geçmez yerlere gömdüler hafızalarını, vicdanları dipsiz bir bataklıktı. Yediler, yediler, yediler.
Biz, o zamanlar daha küçüktük. Cumhuriyet dedelerle, hürriyet ninelerin torunlarıydık. Toprak, en sevdiğimiz oyuncağımızdı. Geceleri koyunlarımızı toprakla doldurup, yamalı çarşafların içlerine dalardık. Tırnak diplerimizden apış aralarımıza kadar arpa buğday kokardık. Saç diplerimizde başaklar filizlenirdi. Rüyalarımıza köylü kızları girerdi. Bizi, yelesi beyaz kırmızı atlara bindirirler, "dağları dalgaları, dağ gibi dalgaları, dalga gibi dağları (N.Hikmet)" aştırarak şehirlere götürürlerdi.
Şehirlerin koca koca fabrikaları, dev gibi bacaları olurdu. Herkesin işi, gücü, aşı, onuru, merhameti olurdu. Herkes yüksek sesle konuşur, yerdi içerdi gülerdi.
Neydi, N'oldu?
Ben sırık domates topladım gazi dedenin bahçesinden, dolmalık biber kopardım dalından, kimseye yüzümü eğmeden, karnımı doyurdum da kendi ürünümle, n'oldu? Benden sonra kim ekti, kim sürdü, kim girdi o meyve sebze bahçelerine? Hepsinin köküne kibrit suyu mu döküldü?
Ben deniz kıyısına indim de çıplak ayaklarımla, yoksul takalara el salladım en safından, bekledim durdum Cumhuriyet takının altında, özgürlük adlı o bembeyaz geminin geçmesini, n'oldu? Şimdi o tepelere alman çiftlikleri, ingiliz koyları, fransız tatil köyleri, amerikan üstleri kuruldu.
Kuş kadar boğazlarımız vardı oysa. Süt tozlarıyla tıkadılar nebzelik iştâhlarımızı. Amerikan bezleriyle sildiler namuslu kıçlarımızı.
Ninelerimizin alnına kara, dedelerimizin yüreklerine inme yakıştı mı? Atı alan Üsküdar'ı geçti mi? Daha alacak verecek kaldı mı?
Kuş kadar boğazlarımız vardı be! Kuş kadar boğazımız için ağlattılar anamızı. Yoksulun vatanı olmaz diye. Yoksulun vatanı olmaz mı?
Açın onuru olmaz diye. Açın onuru olmaz mı?
Cahilin sözü olmaz diye. Cahilin sözü olmaz mı?
Sessiz harfler cumhuriyetinin, seyirden başka dili yok mu, bulunmaz mı?
Memleketin içerden dışardan gelip gidip öpen, bütün üvey amcaları; "sessiz harfler cumhuriyeti yoksul, aç, cahil halkı"nın sizlere verecek, 50 senedir köpürüp duran bi kan davası var. Yeter mi, artar mı?
İnsan internette yazı okurken eli işte gözü oynaşta oluyor. Alt tarafı internete konmuş bir yazı yav diyor ve çok fazla önemsemeden okuyorsun açıkçası. Muhtemelen bu da ıvır zıvır bir şeydir diyorsun.
Sonra elindeki bardağı masanın üzerine bırakıp sayfayı tekrar tepeye kaydırıyor ve yazıyı en baştan, ama bu kez pür dikkat okuyorsun.
Tamam, burası internet de, bu site galiba hürriyet com tr değil. Bu yazar da belli ki o çöplüklerde saçıp savuranlardan çok farklı biri.
Yani anlayacağınız, bu akşam üzeri arkadaşımla buluşup sinemaya gidecektim. Telefon edip "yarın akşam buluşsak olmaz mı" dedim. Oturdum, daha birkaç saat öncesine kadar adını bile duymadığım bir sitedeki daha birkaç saat öncesine kadar adını bile duymadığım bir yazarın tüm yazılarını sırayla tıklayıp okuyorum.
Aşkolsun Deniz Türkoğlu! Bu ilkbahar akşamında beni eve hapsettin ya!
Umut - 19 Nisan 2010 (00:10)
Deniz Türkoğlu neler yazdı?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.