Patronsuz Medya

İsa'nın babasından da uzak

Deniz Türkoğlu - 31 Mart 2011  


Cancağızım…

Kulakları kiraz küpeli, alt bezi sidikli hallerini, seni kuru ekmeklerle beslediğim günlerini unutma. O zamanlar da şimdiki gibiydin. Rafya örgülerle süslü sandalyeli bir lâzımlığın vardı da, işini bitirdikten sonra sandalyenin üstünde ayağa dikilir, kovaya doldurduklarını incelerdin. İçinden çıkanlara hep dikkat ettin sen.

Kaç kere seni parkta unutup eve elimi kolumu sallayarak döndüğümü iyi ki saymamışız. Ama birinde bile kaybetmedim.

Hani annem Galatasaray'da bir iş bulmuştu da, Laleli'de bir ev, hani Melâhat Teyze vardı, alt komşumuz, güya göz kulak olacak bize, ne gezer…

Alıp alıp seni Aksaray'daki parka götürürdüm. Biraz uzaktı ama etrafta başka park mı vardı sanki. Sıkılıyordum yahu. Aslında fena korkuyordum.

Anneme hiç söylemezdim o parka gittiğimizi. Koca koca caddeleri geçtiğimizi; arabaların, kamyonların, otobüslerin arasına girip, yokuşları tırmanıp, kötü insanlarla dolu kalabalık sokakları köşelerinden teker teker döndüğümüzü; kaybolmamak için beyaz tebeşirle duvarları çizdiğimizi…

Bilse ya oracıkta kendi ölürdü ya da beni öldürürdü. Ama sabahtan akşama kadar evde durulur mu? Hem zaman da bir türlü geçmiyordu. İnsan yok, hayvan yok, oyuncak, televizyon, yok, yok, yok…

Bak bak aynı duvarlar. Masal bile bilmiyordum. Ben masal bilmiyordum da, sen konuşmayı biliyor muydun yani? Hep aynı tükürük salya, hep aynı gak guk lâflar.

Annem de sıkı sıkı tembihlerdi, "Pencereden bile bakmak yok!" Onun derdi belli, babam koca İstanbul'da Laleli'de yaşadığımızı rüyasında görecek de, elleri kıçında, keşfe çıkacak bizim mahallede. Derken kafasını kaldırıp bir de bakacak ki, sırça omuzlarımda karbon kopyamla birlikte pencere süsü gibi camda sallanmaktayız.

Maymun gibiydin sen de ha! Belki de bu bel fıtığı o günlerden kalma. Siyasi şubede girdiğim restorasyonu şimdi yeniden hatırlatma. Bir omuriliğim vardı ki, kaydı. Ya olmasaydı?

Sonra işte o eski evin içine iki yeşil koltuk almıştı annem. İlk maaşıyla. İki de döşek, arka odaya. Sana bir duvar salıncağı yapmıştı kendi elleriyle. "Çok ağladığı zaman sallarsın" diyordu bana da.

Bir gün her zamankinden çok ağlamıştın, ben de seni her zamankinden çok sallamıştım da, salıncak ters dönmüştü. Taş döşemeye var gücünle bir çakılma çakılmıştın ki, evin temelinden ses geldi. Katılmanın ne olduğunu ilk kez, o gün, senden öğrendim ben. Bak bu yaşa geldim, ağlamanın değil, ağlayamamanın acısını hâlâ tarif edemem, edemedim.

Kaptığım gibi seni, sokağa çıkartmıştım. Vallahi çok ağırdın. Sen ne kadar şişkoysan ben bir o kadar sıska. Düşe kalka dolmuşların oraya geldik. Dert üstüne dert. Seni kaldırmak, dolmuşun içine tıkıştırmak, dolmuşun sarp basamağını aşıp içeri girmek derken, çok şükür binebildik. Galatasaray'a gideceğiz.

Binerken iyiydi de, inerken para istediler. Bizde para yok. Dolmuşun kapısında, asılı kaldık mı öyle? "Hadi gidin" diyorlar ama daha o yaşta, başa belâ, artık gurur mu dersin, aptallık mı, sanki iki eliyle yakama yapışmış salmayan bırakmayan öyle garip bir engel var ki, sen onun adına ne dersen de. Dilenci miyim canım ben, nasıl gideyim öyle?

Allah'tan tam o an açıldı dilin. Bir ağlamak ki, bir avazın Taksim'e çıkmışsa öbür avazın Şişhane'ye inmiştir. Annemin çalıştığı yeri nasıl bulduk, çıkmış aklımdan. Bizi görür görmez, olduğu yere yığılıvermişti. Ben nereden bileyim ki, o yaşta iki çocuğun Laleli'den Galatasaray'a öyle gelemeyeceğini? Seni ölüyor sandım. Sen ölseydin, ben de yaşamazdım.

O gün işteki son günü olmuştu kadıncağızın. Acıyıp cebine birkaç kuruş koymuşlar, sonra eve göndermişler. Evin içinde barut fıçısı gibi gezinir, ha bire sorar dururdu, hiç öyle gelinir mi? Nasıl gelinir peki? Orasını söylemezdi.

Unutur gibi olur, sonra gene hatırlar, gene öfkelenir, bir kardeşine sahip çıkamadın, ne yiyip ne içeceğimizi hiç düşünmedin, ay sonunda kirayı nasıl denkleştireceğiz bakalım diyerek üzerime çullanırdı. Düşünebilecek kadar büyüdüysem, çalışacak kadar da büyümüşümdür sanırdım. Yaptığım yanlışı telafiye uğraşırdım.

Ben çalışıp size bakarım dediğimde küplere biner, sen önce kendine bakmayı öğren der, hırsını alamaz, döner dolaşır gene gelir, ellerini beline dayar, tepemde dev kanatlarını kabarta kabarta diklenir, uzun uzun süzer, önce hadi oradan diye dudak kıvırır sonra bu el kadar halinle ne iş yapacakmışsın anlat bakalım diye ahiret sorgusuna çekerdi.

Her erkek aynı değildir ama, annemin kocası dalgacı biriydi. Bize yaptığı babalık da, suyunu sıkıp neminde bekletmekti. Pamukta yeşillenen iki fasulye tanesi, neresinden bakarsan bak, fenni bir süreçtir -sonunda- öyle değil mi?

Bir de kâğıt gibi duvarlar arkasından aşan, tepişme seslerini unutmam. Babanın tarifi o kadardır kafamda. Gelmez, gelirse de fena düzer.

Ama geldi. Hem de onu eve, annem kendi elleriyle getirdi. Geldiği yerden, evin her kıyı köşesine, alkol kokularını yaydı bulaştırdı sıvadı da, içeriye ancak öyle girdi.

Cam gibi parlayan rugan pabuçlarını ayağından hiç çıkarmadan, gıcır gıcır takım elbisesi, kolalı beyaz gömleği, saten belliği, som altından tik tik sesleyen pırlantalı saati, elinde gümüş ağızlıklı sigara, yüzünde çarpan ezen küçümseyen bir bakışla, sanki kendinin en uzak kıtasından evi yıkmaya geldi.

Her şeyi, seni, beni, iki yeşil koltuğu, çıplak ampulün aydınlattığı boşluğu, kırık bir çanağın içinde duran tek akşam yemeğini, öööf hem de o kuru ekmeği, içinde yüzdüğümüz sefilliği, kan çanağına dönmüş tepeden gözlerle seyretti.

Ayakta durdu, sallandı, güldü, bir daha güldü, sallandı güldü, güldü sallandı.

Artık onun adı neyse, "bu yanlışı mutlaka ben yapmışımdır, bu kötü adam mutlaka benim yüzümden buradadır" duygusu mu, suçluluktan orada geberip gideceğimin korkusu mu, artık o neyse, yükseldi yükseldi, boğazımda birikti, ciğerime doldu, boğup tıkadı beni.

Rugan pabuçlarıyla yürüdü, koltuğun birine yıkılarak oturdu. Oturduğu koltukta güle güle sızdı uyudu. Ne bir konuşma, ne bir kucaklama, ne bir fazladan bakış daha. Bu mu? İşte hepsi bu.

Böyle kaç kere tekrarlandı, iyi ki saymamışız. Annem durmadan bir çıkış yolu arar, bulur gibi olur, bizi yanına alır, çeker gider, sonra ayakta duramaz, kayar, düşer, sonra gene onu bulur, gene eve getirir, gene barışırlar, gene tepişirler, gene kavgalar gürültüler, gene bizi yanına alır kaçar, gene başa dönerdi. Hırslanır, çaresizlikten çıldırırdı.

Bana her keresinde çok ağlarsa sallarsın der, bir kardeşine sahip çıkamadın der, sen önce adam ol da kendine bakmayı öğren der, her ayrılığın, her yeni evin, her yalnızlığın, benim için havada birbirine eklenerek uzayıp giden tekinsiz saydam bir yol inşa ettiğini görmez, o yola çıktığımı bilmez, o yolun sonundaki gezegene istese de gelemezdi.

Artık kıpkızıl bir duman bulutu mu dersin, zemheri bir çember mi, daha öncesinde hiç insan ayağı değmemiş, başı karanlıkta öyle uzak, öyle sessiz bir yer ki, sen oraya ne dersen de.

Bizim yaşımızda delilerle aynı hücreye kapatılmak, kimin fikri olabilir, tanrının işi midir sence? Büyük, çok büyük bir alev kazanın içinde yanmak neyse, kavruluverdi küçük kalplerimiz. Belki de bu yüzden birbirimize yapıştık. Yok, sen bana değil de, daha çok ben sana. Senin o zamanlar, ön dişlerin bile çıkmamıştı.

Hani plastikten bir hayvan oyuncağı almıştım sana. Hani annemden gizli, çalışıp kazandığım ilk parayla. Kol ve bacakları takılıp çıkarılıyordu da, oynarken bir çekişte koparıvermiştin. Nasıl da ağlamıştın önce, takınca da hemen gülüvermiştin.

Çok eğlenmiştim ne yalan. Takıp çıkardım, çıkardım, taktım. Sonra bana kızmıştın. Koluma bacağıma yapışıp çekiştirip beni koparacağını sanmıştın. Sen kolum bacağım yerinde duruyor diye, beni kopmadım mı sandın? Ben senin derdini anladım. Ben senin derdinle aynı dertten muzdaripim, senin derdine ortağım.

Babam alfabeyi söktüğüm, konuşmayı öğrendiğim dönemlere kadar yanımızda durabilseydi, senin dillenmeni beklemesi gerekmezdi. Ona derdimizi, ikimizin yerine de ben söylerdim. Bak derdim, tepişe tepişe kopardınız bizi, üstüne bi de mum dikin. Ama hiç konuşmadık.

Sen babamı tanımazsın. Ben senden de az tanır, hiç mi hiç tanımam. Haliyle yoktan adam icat edip ne anlatıyorsun bana böyle, hem tanımadığım birinden bana ne diyeceksin. Haklısın ama söylemeden de olmaz ki, ölmüş diyorlar onun için, ben de haberin olsun senin diye…

Neyse. İşte böyle…

Yorumlar

:… Süratle telgrafı açtım. Eniştemdendi. "Baban öldü. Yol parasını telledim. Derhal gel!" diyordu. Hepsi bu kadardı. Dört beş basit, manası gayet açık kelime… Buna rağmen uzun müddet elimdeki kâğıda baktım. Her kelimeyi teker teker ve birkaç defa okudum. Sonra kalktım, biraz evvel hazırladığım paketi kolumun altına sıkıştırdım, dışarı çıktım.

Ne olmuştu? Etrafımda hiç bir şeyin değişmediğini görüyordum. Her şey biraz evvel gelirken olduğu gibiydi. Ne bende ne beni saran eşyada bir başkalık vardı. Maria herhalde pencerede beni bekliyordu. Buna rağmen artık yarım saat evvelki "ben" değildim. Binlerce kilometre uzakta, bir insan yaşamaz oluvermişti; bu vak'a günlerce belki haftalarca evvel olduğu halde, ne ben, ne Maria herhangi bir şey sezmiştik. Günlerin birbirinden farkı yoktu. Fakat birdenbire, avuç içi kadar kâğıt, her şeyi altüst ediyor, beni bu dünyadan alıp oraya götürüyor, benim buraya değil, telgrafın geldiği uzak yerlere ait olduğumu hatırlatıyordu.

(Kürk Mantolu Madonna- Sabahattin Ali)

Burak Öztürkçü - 1 Nisan 2011 (02:48)

Kimsesiz bir çocuğu evlât edinmeye kalk, devlet sana kırk dereden su getirir, neredeyse kan şekerini, tansiyonunu, çocukken geçirdiğin hastalıkları ve bilinçaltının röntgenini sorar.

Ama dünyaya kendi çocuğunu getirene kimse bir şey sormuyor. Psikopat mısın, bencilin ve sorumsuzun önde gideni misin, eşşek kadar herif olduğun halde aslında halen annesinin memesinden kopamamış bir çocuk irisi misin, hiç önemi yok.

Yani anlayacağın, dünya adam müsveddesi iskele babalarının ve kendi çocuğunun terinden tiksinen sevgi yoksunu annelerin hoyratça budadığı yaralı insanlarla dolu.

Ne yapacaksın? Düşe kalka buluyor insan yolunu. Kolu bacağı koparılan plastik oyuncaklar gibiyiz, çaresiz, kendi kendimizi onara onara devam ediyoruz yolumuza.

Selim Atak - 2 Nisan 2011 (22:15)

Bir gün, 5 yaşında bir oğlu olan kuzenimle sohbet ederken; ikinci bir çocuk düşündüğünü ama sağlık sorunu nedeniyle yapamadığını, bir yolunu bulursa muhakkak istediğini söylemişti.

Ben de her zamanki çıkıntılığımla "kızım var ya bir çocuğun ne güzel işte, şart mıdır ikincisi ille de?" diye sormuştum.

Mealen "ama olmuyor be canım tek çocuk, onun da kardeşi olması lâzım, hayat bu yalnız olmaz" demişti.

Her zaman olduğu gibi; "lâzım" ünlemesine takılmıştım. Hâlâ oradayım.

Bu kuzenim, çocukken babasının onlara olan yakınlığını, sevgi ve ilgisini bir parça hayranlıkla seyrettiğim, kendi yaşantımıza uygulamaya kalktığımda ise havada kalan "baba" ve "aile" tanımlarının o zaman bana göre en güzel şeklini de yaşamış olan kişiydi.

Elbette ki onun "çocuk yapma" konusundaki bu arzusu son derece doğaldı. Acaip olan benim bu konuyu böylesine irdeliyor oluşumdu.

Fersan Cevriye - 2 Nisan 2011 (22:36)

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

503
Derkenar'da     Google'da   ARA