Patronsuz Medya

Başka Tanrının Çocukları

Deniz Türkoğlu - 14 Kasım 2003  


Çok eski bir hikâye vardır hani, mutlaka bilirsin.

Ülkelerden birinin kralı, halkına ha babam boru gibi zamlar dayayıp duruyormuş, sonra da vezirlerini gönderip nabız tutturuyormuş.

Vezirler; her keresinde krala halktan haberler getirip "O zamlardan sonra halkta büyük bir hoşnutsuzluk tespit ettik majesteleri. Şu zamlardan sonra halk havadan nem kapıyor, birbirlerini gırtlaklıyor. Bu zamlardan sonra sokakta tek bir ayık kişiye rastlayamadık, herkes zil zurna sarhoş, küfredenler-ağlayanlar-kendilerini doğrayanlar hepsini gözlerimizle gördük" diye, durumu anlatıyormuş.

Bir gün vezirler büyük bir şaşkınlıkla çıkagelmişler ve krala "halkta garip bir değişiklik var, son zamlarınızı açıkladık açıklamasına ama, kimse tınmadı bile, herkes düğün dernek çalıp oynuyor, birbirlerini kucaklıyor, sevgi sözcükleri gırla gidiyor, bizi bile sarılıp-öptüler" demişler.

İşte bizim kral da, tam o noktada anlamış yediği herzeyi. Belli ki tebaa elden gidiyor. Gidenler kralın çok umurunda olmaz da, onlar giderse kime krallık yapacak bu büyük sorun işte.

Ben de son zamanlarda bu hikâyeyi, çevremdeki herkese gülümseyerek anlatıyorum.

Şu bizim bu yeni krallar; (ekonomistler, politikacılar, kapitalistler, topyekûn emperyalistler) acaba biliyorlar mı? Ellerinden işlerini, güçlerini, evlerini barklarını ve umutlarını aldıkları insanlara aslında büyük bir iyilik yaptıklarını?

Bu insanları; doğar doğmaz göbeğine düştükleri suçlu bir insanlık tarihinin (hem suçlu, hem günahkâr) dışına, kendi elleriyle çıkardıklarını?

Tıpkı "başka tanrının çocukları" gibi, bu durmadan üst üste biriken işsizler ordusunun (yalnızca Türkiye'de değil, dünyanın her yerinde) günün birinde onların azman egolarını, çürümüş varlıklarını yerle bir edebilecek tehlikeli bir potansiyel oluşturabileceğinden, acaba haberleri var mı?

Çünkü; düzene, geleneklere, vatana, millete, karıya kocaya, şişirilmiş kimliklere duyulan sahte güven bir sarsıldı mı; insan önce kendi maskesini çıkarıp atıyor suratından. Gece gündüz dilinde aynı mırıltı, "ölümden öte köy yok" diye diye, sapla samanı birbirinden ayıklamaya başlıyor.

Kafasına oturduğu yerde pişmiş armutlar gibi, "bu güne kadar neyle nasıl yaşıyordum ben? Yaşadığım dünya neye benziyordu?" türünden sorular düşüyor. Sora sora da çıkış bulunuyor.

Her sabah tabakhaneye yetişircesine, gidip yapıştığımız işlerimizin kime ne hayrı vardı? Çocuğumu okutacağım, karnımı doyuracağım, tepemdeki çatıyı koruyacağım gibi masum ve kalender amaçları koyalım bir kenara. Ki, bunlar bile lekeli. Eğitim bir makine değil mi? Toplumun "belirli bir düzenine" uymak için zamanında hepimiz orada biçimlendirilmedik mi? O eğitimin ta kendisi değil mi zaten, her birimizin ağzının tadını tuzunu kaçıran? Hayatta lezzet sevinç namına bir şey kendi ellerimle bundan büyük kazık atamam.

Karnımı doyurmaya gelince; etrafta bu kadar aç insan-hayvan varken, o ekmek geçmiyor benim boğazımdan. Çatı? Al işte, son depremde on binlerce insan öldü. Bir o kadarının da çatıları tepesine yıkıldı. Hâlâ İstanbul'dan çık İzmit'e doğru, Adapazarı, ta Bolu'ya kadar sağlı sollu teneke barakalardan kurulmuş deprem mahalleleri yerli yerinde duruyorlar. Bazı barakaların önüne bostanlar ekilmiş, ağaçlar dikilmiş, dikilmiş de üç adam boyu olmuşlar bile.

Demek ki masum değilmişiz, hiç birimiz. Kalender de değilmişiz.

Bir de tabii, "başaracağım, yırtacağım, ben bu hayatı gözünden oyacağım" türünden hırsları olanlarımız var. Ne diyeyim? Onlara da bol bol sabır diliyorum, çünkü "işşizliğin" en ağır yükünü onlar taşıyorlar.

Hevesle bekledikleri o şey neyse, yerini çoktan düş kırıklığına bırakmış olmalı. Bütün o çabalar, çekişmeler, anlık başarılar, meydan okumalar nerede?

Nereye kaçılır ki şimdi? Hangi imgeye? Bir şeylerin yok olduğunu görmek, bir şeyleri kaybetmek çok acıtıyor değil mi? Halbuki o kadar okudun, zehir gibi zekân vardı, ataktın, kurnazdın. Hayatı piyasa kurallarına göre yaşadın. E, niye böyle oldu?

Git sığın şimdi örgütlü dinlere, mitlere sığın, simgelere sığın, ideolojilere sığın. Malzemeden bol ne var? Ama her zaman senin dinini döven başka bir din olacak, senin mitin de öbürünün simgesinin ağzını burnunu dağıtır, ödeşirsiniz. Dişinle tırnağınla savaş, sakın vazgeçme. Öte türlü sıkıntıdan patlarsın zaten.

Baktın ki sorunlarını bu yolla da çözemedin; çok konuş, çok ye, çok çekiş, çok üzül. Git ciltlerle kitap oku, ansiklopedileri yığ önüne, daha çok öğren. Eğlenceye kaptır kendini, git yeni birine aşık ol, düşüp zıbarana kadar seviş. Bul işte bir şeyler, kendini içine hapsedebileceğin değişik araçlar, özel törenler, hazzedeceğin yeni bir şeyler bul. Kendini bir yöntemin bir disiplinin içine kat, kapat.

Düşünme, bakma, araştırma. Kafanın içindekilerle sakın yüzleşme. Aman! Hırsını kaybetme. Kaybedersen işin biter. Ne kadar küçük olduğunu, uğruna didindiğin her şeyin ne kadar boş olduğunu anlamanın derin acısına katlanılır mı? Kartvizitlerine tuvalet kâğıdı muamelesi yapılıyor, makam şoförün arabanla birlikte başkasının emrine tahsis ediliyor, karın giden arabanın arka koltuğunda yeni hayatına pupa yelken açmışken sana el sallıyor olabilir.

Yalnızlık bir bıçak gibi kalbine saplanmış olabilir. Geçici bir boşluk hissiyle katılıp kalmış olabilirsin. Çözümü biliyorsun ama, çünkü çok zekisin sen. Doldur. Her boşluğu ağzına kadar, tıka basa doldur.

Mutlaka bir çıkış yolu bulacaksın. Bu kez olmasa da, bir gün mutlaka kazanacaksın. Hatta ülke değiştir istersen. Belki de bu ülke senin değerinin farkında bile değil. Değerleri öğüten bir değirmen bu ülke. Seni bile yere düşürdüler nitekim. Toprakla kalk yerden. Taşla kalk. Taşını sık, suyunu çıkart.

Yeter ki sıkılma. Sıfırdan başla nolacak, tarihte hiç mi örneği yok? Bak Amerika'nın ne güzel "green" kartları var. Bi tane de senin olsun, neyin eksik ki? Biraz da oraya kaç. Yankiler gibi yaşa. Zaten onlar da seni bekliyorlar. Gelse de; şu kavanoz dipli dünyanın tüm enerjisini ürününü emeğini şurda üç beş Avrupalı kankayla yüzyıllardır taşımaktan belimiz kırıldı; bi ucundan da o tutsa, kardeşçe bölüşsek paylaşsak diyorlar.

Dünyanın sahibi olmak zor mu? Hiç de değil. Yalnızca bir avuç insan; tüm dünya nüfusunu şirket yönetir gibi yönetiyor. Çok da kolay yönlendiriyorlar doğrusu! Hem seçkinler tabakası dururken, ayak takımıyla durulur mu?

Napar ki bu ayak takımı? Gece gündüz sıkılır. Yok işte, hiç bir şeyleri yok. Elde yok, avuçta yok, üstte başta yok, kafalarının içinde yok, kaçacak delikleri bile yok. Varsa yoksa sıkıntı.

Bir Hanım akraba, geçenlerde iki gözü iki çeşme geldi, anlatıyor. Gözü iyice kararmış "yolun sonuna geldim" diyor. Çat kapı Rusya, at kapı Kazakistan, at kapı Malezya durmadan yurt dışına iş yapan eşinin onu aldattığını (acıklı bir biçimde) anlamış.

Durumu gerçekten de zor. Sadece duygusal değil, ekonomik anlamda da çöküntü geçiriyor. Cebinde kendine ait tek lirası yok. Üstündeki elbise bile kocasının parasıyla alınmış ve o elbiseyi hiç vakit kaybetmeden çıkarıp atmak istiyor.

Korkusu çıplaklık değil. Senelerin gevşettiği etinden, doğumların bozduğu bedeninden utanmıyor. O; bunca yıldır "elmanın öbür yarısı" dediği bu adama karşı, eski duygularını koruyamadığı için kendinden utanıyor.

"Hiç bir şey söylemedi biliyor musun?" diyor. "Sabaha kadar salondaki koltukta uyudu. Ve sabahın erken saatlerinde, bavulunu alıp yeni bir ülkeye doğru yolculuğa çıktı. Ardından koşup, kapıda yakalamasam, belki Allah'aısmarladık bile demeden çekip gidecekti."   

İki aydır birkaç kez telefonla konuşmuşlar. O da daha ziyade; çoluk çocuk, hava su muhabbetleri. Bankaya para gönderdim senin için, git çek diyormuş"

O, bunları anlatırken benim aklıma Ali'yle ikinizin "Sabaha karşı mektupları" geldi. Hani o mektupların bir yerinde Ali, "Birinin gözlerinin içine bakarak, birkaç soru sormam gerekiyor." diyor ya, hadi o olmaz (nasıl olsun? Ortada göz de yok, yüz de).

"Birine uzun zamandır anamı ağlatacak bir mektup yazması ve içimde en ufak bir şüphe bırakmaması için yalvarıyorum neredeyse ve bunu esirgiyor benden. Yaşamı da onun yüreğindeki yerim olarak algıladığım için, ufaktan ufaktan ölüyorum." diyor ya. İşte burası mühim.

Demek ki herkes kendi yılanını kendi koynunda taşıyor. Ve hayatı boyunca, durmadan sokuluyor.

"Sen ne yapmayı düşünüyorsun?" diye sordum. "Kaçıp gitmek istiyorum" dedi. "Otur oturduğun yerde" dedim, "bırak kaçan kaçsın. Sen kaçmak için bulduğun her yolu bir kenara bırak. Sıkıntınla da barış". Sıkıntı, düş kırıklığından, hoşnutsuzluktan doğmuyor mu? Hoşnutsuzluğun olduğu yerde de mutlak bir kurtuluş var. Hani kendini rahatsız eden şeyi, mücevhere dönüştüren istiridye gibi. Sıkıntının içinde de sayısız inciler var.

Bir dokundun, bin ah işittin minik neco. Uzatıp başını şişirdim. Onca satırla yazdığımı, birkaç kelimeyle anlatabilirdim oysa. Korkunun ecele faydası yok. Öyle de böyle de ölünüyor. Korkunun ötesinde ise, yalnızca özgürlük var.

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

570
Derkenar'da     Google'da   ARA