Patronsuz Medya

Bizim Feyyaz abi ve birtakım Buşt'lar…

Deniz Türkoğlu - 25 Haziran 2004  


Bizim bir Feyyaz abimiz vardı. Liseden terk. "Ben okurdum okumasına, ama onlar yazmayı sökemedi." derdi. Onlar diye kastettiği Milli Eğitim'in mecburi kıldığı kitapların yazar çizer taifesi.

Namı diğer "Aygır Feyyaz abi". Çocukluk günlerimizin anarşisti, sekter delikanlısıydı. Nerede yatar, nerede uyanır? O her daim sola yatırılmış dolu dizgin saçlarıyla, aynı örnek bıyıklarını hangi aynada tarar, keser, tükürükler?

O jilet gibi pantolonunu hangi döşeğin altına geceden serer de, değme kömür ütüsünün bi kumaşa yapamayacağını; o çiçekli gömleğini yakasından kol uçlarına kadar nerede yıkar temizler de ertesi sabah gene çiçek gibi; o hani böyle tek omzuna takılı, uzun kulaklı ceketini hiç mi düşürmez yere, hiç mi koltuk altı etmez, hiç mi buruşturup kirletmez?

Ya her gün aynı şeyleri giyen ve üstelik sokaklarda yatıp kalkan birinin, daha köşeyi kendi dönmeden, tütün kolonyasıyla koca bi mahalleyi genzinden yakma numarasına ne demeli?

Biz "pes" derdik. Bizim işimiz kolay.

Ama babalarımızın, amcalarımızın, ağabeylerimizin durumu biraz daha karışık. Aleni kızarlar, köpürürler, kin bilerlerdi Feyyaz abiye. Bu iti bu mahallede barındırmayalım diye. Kendi aralarında toparlanıp pusu kuranları bile vardı, gecenin zifiri karanlık çıkmaz sokaklarına.

Nedeni de ortada. Analarımız, teyzelerimiz, hâlâlarımız derken; usuldan usula, derin mi derin, dişi bi iç geçiriş vardı beri tarafta.

Sessiz, asla göz göze gelmemiş, asla ulu orta söylenmemiş, ama nasıl olduysa olmuş, bi tek yazılıp altının imzalanmadığı kalmış, gizli bi karasevda.

Durum böyle olunca da, kümesine horoz kabile liderleri, gemi azıya alıp tepinirlerdi tavuk takımının ensesinde.

Hadi onların cilvelerinden bize ne ama, hırsını alamayanın elinde kalmalar ne olacak?

Dönüp dolaşıp, kabak bizim başımıza patlardı gene. Gözünün üstünde kaşı olan herkes, sıra dayağından geçerdi el birliğiyle. Eee, bu durum caydırıcı mı oluyordu sanki?

Tam tersine.

Giderek bi "Aygır Feyyaz Abi" sayıklaması yapıştı dillerimize. Giderek büyümüşüz, kapılardan sığmaz olmuşuz, tek omuzlarımızda uzun kulaklı ceketler, içlerinde çiçekli gömlekler, nefeslerimizden tütün kolonyası üfürüyoruz. Bi girişimiz var ki köşeden mahalleye, tasından tarağına şu yalancı dünyayı dibinden ince ince titretiyor, yüreğinden inim inim inletiyoruz.

Elini uzatanın elini, dilini uzatanın dilini koparıp atıyoruz. Adımız, cinsiyetimiz, soyumuz, sopumuz hiç fark etmiyor. İlk tepkiler, ezbere Feyyaz abi tepkisi. Refleks olarak hep beraber Feyyaz abiciyiz.

Hele bi sarı Behiye var ki, güneşten zamanından önce ayrılıp, tesadüfen bizim mahalleye düşmüş bi ateş lekesi. En güzel senaryoları bu yazıyor, sanki biraz da fazla atıyor ama aldırmıyoruz.

Güya Feyyaz abi bi gece, Şişli'de yılbaşı balosunu basmış, tıpkı robin hood gibi, aynen şöyle demiş salonun en orta masasına ve bizim ancak rüyalarımızda gördüğümüz yiyeceklerle dolu tabaklara potinlerinin ökçesiyle çıkıp; "Bayanlar, Baylar; bu gece İsa'ya göre yeni bir yılın doğumunu kutluyoruz, her yeni doğum biraz masraf gerektirir, o yüzden pamuk ellerinizi cebe indirmenin tam vaktidir!"

Soyup soğana çevirmiş, ağzı bi karış açıkta kalmış züppeleri. Gerdanlıkları, altın saatleri, pırlanta yüzükleri saymaya hiç birimizin rakamları yetmezmiş. Fakir fukaraya pay etmiş aynı günün sabah alacasında, ziynetin hepsini.

Başka bi gece, taa Adana'daki mapushaneye tek başına girmiş, ızbandut gibi gardiyanların arasından söke söke çıkarmış Yılmaz Güney'i. "Git kardeşim" demiş, "nerede istiyorsan orada çek filmini!"

Yalnızca onla yetinir mi? Şöyle bi gezivermiş memleketin diğer hapislerini, başta ne kadar düşünce suçlusu varsa salıvermiş kader mahkûmlarının hepsini.

Üstelik gardiyanlar da tövbe edip, hakka dönmüşler. Şimdi her biri uşağın uşaklığını yapmaktan kurtulmuş, önce insan olduğunun idrakine varmış, ne yana ilişileceğini gün gibi görmüşlermiş.

Gene başka bi gece, hastaneyi kapatmış, yaşlısından hastasına, yaralısından kudurmuşuna tek tek, vizitesiz, ücretsiz baktırmış İstanbul'un ahalisini.

Derken, başka bi gece…

"Eee Behiye, neden hep gece oluyor bu vukuatlar? Biz uyurken senin Feyyaz abiyle işin ne? Babanın bundan haberi var mı?" diye sorunca anında küserdi bize Behiye.

Babasından çenesi yüzünden kaç kere dayak yemiş, anasının olmazları arasında kaç kere "Büyüyünce Feyyaz'la evlenecem!" diye resti çekmiş. Kendinden en az yirmi yaş büyük bu adamla aralarındaki yıllara yetişebilmek için, evden kaçırarak giydiği anasının yüksek topuklu terliklerinin bellerini tek tek kırmış, dişi bi Feyyaz'a dönüşmüştü asîlikte.

Feyyaz abi bilmiyor muydu sanki bu olup bitenleri? Biliyordu. Her birimizi tek tek isimlerimizle tanıyıp, kim kimin oğlu kızı, kim ne söylemiş, kim ne okumuş, kim ne yiyip içmiş hepsinden haberi vardı.

O yüzden de bi gün sakin sakin yırtıvermişti, sarı Behiye'nin "Barbara Cartland" kitaplarını.

İşte o zaman gene demişti aynı lâfı, "Ben okurdum okumasına, ama bunlar yazmayı sökemedi."

* * *

Aygır Feyyaz abinin biyografisi şöyleydi: Otuz yaşlarında, en az 1.90 boylarında, bilekleri nazenin bi kadının beli kadar kalın, kalıbı gibi konuşunca iri konuşan, baktığında gözlerinden katıksız öfke, konuştuğunda ağzından tutuşmuş çıralar saçan bi adamdı.

Gerçekten de liseye kadar okuyup yazmıştı. Kıt kanaat geçinen, karı koca çalışan bi matbaacı ailenin tek oğluydu, tek evlâdıydı.

Anasıyla babası üstlerinde topluma, yaşadıkları dünyaya, biz bunu tanımadık demeden yedi kat ele kadar öyle bi sorumluluk taşırlardı ki, hem de en lüksünden, taşıdıkları sorumluluğu taa omuriliklerine kadar sindirmişlerdi.

Feyyaz, öyle bi ana babanın mirasını tekmeyle yağmalayarak delirebilirdi. Ama delireceği yerde, aynı sorumlulukları başka bi yorumuyla omuzlanıp yüklenmişti. Oysa, kim onun yerinde olsa, böyle ağır ve insanı vicdanından kemirip sakatlayan bi yükü, oracıkta ve hemen bırakıverirdi.

Çünkü Feyyaz'ın o kuru anasıyla, o kuru babasını "matbuular fazla okunaklı çıkmış" diyerek zaten dönemin sistemi; şeytan aldı götürdü bi daha getirmedi yapıvermişti. Daha kime, ne sorumluluğu duyacaksın artık?

Bunu her nasılsa salıvermişlerdi gene sokaklara. Oysa, büyük potansiyeldi.

Ölmediği sürece bi düzen bozucu olarak kalacağını hesaba katmayanlardan, küçük hesap yapıp ötesini düşünemeyenlerden, bi insanın sistem içerisindeki yerini sayıyla sayıp eldeki veriye göre dudak büküp burun kıvıranlardan, öcünü feci şekilde ve her nefes alıp verişinde kat be kat alıyordu çünkü.

Evi yoktu, sokakta yatıyordu. Ailesi, çoluğu çocuğu yoktu. Ama baba denince, kim küçük bi çocuğun bok yoluna yediği dayakların önünü kendi bedeniyle kesip, ortalığı toza dumana katmayı, çarkın sivri dişlerinin arasından onu tek parça halinde kurtarmayı anlıyorsa; o baba Feyyaz'dı.

Çünkü babam ilk kez orta birde, sıramın içinde Kapital'in Türkçe çevirisinin ilk cildiyle ve yanında bi paket Maltepe sigarasıyla yakalandım diye, sistemce götürüldüğümde gelip almadı beni onun elinden.

Aygır Feyyaz abi, anında bitti yanı başımda ama, hem de elinde gevrek bi simitle. Bi de çay söyledi üstüne üstlük. Bacak bacak üstüne attırıp, çaya bol şeker kattırıp, titreyen bacaklarımı diz kapağımdan kürek gibi eliyle döşemeye vidalayıp, zorla içirmişti bana sistemin karbonatlı çayını.

İnsanın yaşadığına bin kere pişman olduğu, açlığından ölesiye utandığı ve insan gururunun davul gibi öten mide gümbürtülerini bastıramadığı o çıplak anda, "Sus ve dinle!" demişti. "Gerçek budur işte."

Susup dinlemiştim. Ben öyle susup, tüm dikkatimle dinlemeye başlayınca; utanç da, gurur da, korku da gökyüzünde bi andan öbürüne geçemeden kayboluveren bulutlar gibi, dağılıp gidivermişti. Geriye açlık kalmıştı. İşte o gerçekti.

Geriye hiç bir duygu kıpırtısının dolaşmadığı, hiç bir insanî merakın açlığın çekilmediği, ışığı sönmüş, donuk gözlü insanlardan; neden, kim için böyle yaptıklarından, nasıl bu kadar vicdansız, uyuşmuş, nasırlaşmış olabildiklerine dair duyduğum o dehşet hissinden eser kalmamıştı. Kimdi bunlar, neydi bu olup bitenler? Gerçek miydi?

Birinin de kelle koltukta çıkıp gelişi, bütün o devasa dekorları, bütün o kartondan dağları yıkabiliyordu işte. Uyanmaya bakan rüya gibi, bi anda değişiveriyordu; gerçek sandığı duvarların içinde, korkuyla acıyla bağırıp duran insanın, zavallı cılız sesi.

* * *

Eğer yaşıyorsan, kulakların çınlasın Feyyaz abi. Dün gece televizyonları seyrettin mi? "Ulusa sesleniş" vardı ya, seversin sen böyle tırışkadan gösterileri.

İyiymişiz be Feyyaz abi, yıllar yılı ilk kez bu kadar iyi olmuşuz, iyiye gidiyormuşuz, bak bakalım önümüzdeki on yıllarda nasıl daha da iyi olacak mışız?

Ama önce ve en azından şu Nato'dan gelecek misafirler için, perverliğimizi iyiden iyiye göstermemiz lâzımmış.

Yani Feyyaz abi, sen sen ol, neredeysen orda ol, bu son bi kaç gün için otur kıçının üstünde, ayağa kalkıp da, misafirlerin geçeceği yollara ekilip dikilen çiçekleri "Siz o çiçekleri alın da, zirvenize sokun" deyip, aman ha aman ezme!

Meraklısına, misafirlerin durumu veya İşkence Raporu:

Rapor General Antonio M. Taguba tarafından 2004 yılı Şubat ayında hazırlanmıştır ve Ekim-Aralık 2004'te Ebu Garib'te çok sayıda esire sadistçe, ahlâksızca ve pervasızca muamele yapıldığını belirtmektedir.

Radikal gazetesi tarafından 5 Mayıs 2004 tarihinde yayınlanan bu habere göre, raporu hazırlayan General Taguba "esirlere yönelik bu sistematik ve hukuk dışı kötü muameleler, askeri polislerden oluşan gardiyanlar tarafından maksatlı yapılmıştır" diyor.

Görgü tanıkları tarafından da desteklenen rapor uyarınca cezaevinde bulunan kişilere yapılan işkence ve zalimane, insanlık dışı ya da aşağılayıcı muameleler şöyledir:

Kimyasal lâmbaları kırıp fosforik bir sıvıyı esirlere dökmek.

9 mm'lik dolu silâhlarla esirleri tehdit etmek.

Çıplak esirlerin üzerine soğuk su dökmek.

Süpürge sapı ve sandalyeyle dayak atmak.

Erkekleri tecavüzle tehdit.

Hücre duvarına sertçe çarpıldıktan sonra bir esirin yarasını orada dikmesine müsaade etmek.

Kimyasal lâmba ve süpürge sapıyla bir erkeğe tecavüz etmek.

Köpeklerle esirleri korkutmak ve bir esiri ısırtarak ağır yaralanmasına neden olmak.

Tokat, tekme ve yumruk atıp, çıplak ayak üzerinde zıplamak.

Erkek ve kadınları çıplakken videoya alıp fotograf çekmek.

Çıplak esirleri cinsel pozlar vermeye zorlamak.

Esirleri elbiselerini çıkarmaya zorlayıp çıplak bırakmak.

Çıplak erkekleri kadın iç çamaşırları giymeye zorlamak.

Erkekleri, fotograflarını çekmek ve videoya kaydetmek amacıyla mastürbasyona zorlamak.

Çıplak erkekleri üst üste yığmak ve üzerlerinde zıplamak.

Çıplak bir esirin başına çuval geçirerek, el ve ayak parmaklarına ve erkeklik organına elektrik vererek işkence yapmak.

15 yaşındaki erkek esire zorla tecavüz ettirilen bir esirin ayaklarına 'Ben bir tecavüzcüyüm' yazıp çıplak fotografını çekmek.

Çıplak bir esire tasma bağlamak ve bir kadın asker zinciri tutarken fotograf çekmek.

Askeri polisten bir gardiyanın kadın esire tecavüz etmesi.

Milliyet Gazetesinde yer alan 11 Mayıs 2004 tarihli haberde ise Beyaz Saray'ın elinde şimdiye kadar kamuoyuna yansıyandan çok daha iğrenç içerikli fotograf ve video görüntüler bulunduğunu ve görüntülerin şu eylemleri yansıttığı belirtilmektedir. Bu görüntülerde;

Amerikan askerleri Iraklı kadın tutuklulara tecavüz etmekte…

Askerler, bir erkek tutukluyu öldüresiye dövmekte…

Iraklı gardiyanlar, küçük Iraklı erkek çocukların ırzına geçmekte…

Amerikalı askerler, öldürülen Iraklı bir tutuklunun cesediyle uygunsuz pozlar vermekte…

Iraklı bir tutuklu Amerikalı askere oral seks yapmakta…

İki çıplak tutuklu birbirlerinin ırzına geçmektedir.

Türkiye Online haber portalında yer alan "Irak'ta İşkence" başlıklı haber de benzer olayları fotograflarıyla birlikte dile getirmektedir.

Gerek General Taguba Raporu ve gerekse Beyaz Saray'ın elindeki videolarda yer aldığı belirtilen işkence yöntemlerine dair çok sayıda haber ve belge bulunmaktadır. Bunlardan biri, Ebu Garib cezaevinde yaşananların ortaya çıkmasını sağlayan ABD askerlerinden çavuş Ivan Frederick, kişileri 60 gün boyunca hücreye koyduklarını, mahkûmlardan bazılarının kötü koşullar nedeniyle tüberküloza yakalandıklarını, kimisinin kötü muamele nedeniyle öldüğünü aktarmakta ve "mahkûmlar soğuk hücrelerde, elbise, su ve tuvalet olmaksızın yaşamaya zorlandı" demektedir.

Cezaevindeki muameleleri anlatan bu rapordan sonra Haziran Ayı başında bir başka rapor daha ortaya çıkmıştır. Uygulanan muamelelerin alt yapısını oluşturan bu rapor, Savunma Bakanlığı Pentagon tarafından hazırlatılmıştır ve sorgulamalar sırasında kişilere uygulanabilecek işkence teknikleri ile işkence fiillerinin "Amerikan çıkarları" için uygulanması durumunda yasal müeyyidesinin olup olamayacağına ilişkindir. Ayrıca Rapor, ABD Başkanının işkence emri vermesini de içermektedir.

Rapora göre; şüphelinin "fazla olmayacak ya da uzun sürmeyecek şekilde canının yakılması" ille de işkence olarak değerlendirilemeyeceği gibi, "bir davranışın işkence sayılabilmesi için, bunun ağır fiziksel yaralanmaya, bir organın görev yapamaz hale gelmesine, hatta ölüme yol açması" gerekecektir.

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

470
Derkenar'da     Google'da   ARA