Patronsuz Medya

Ne yapıyorsunuz orada?

Deniz Türkoğlu - 20 Aralık 2004  


Bazen insanları unutmakla yetinmeyiz, onları sokaklarıyla birlikte unuturuz. Böylece unuttuklarımızın maddesinin yavaş yavaş küle dönüşmesine bilmeden katkıda bulunuruz. Bazen de unutmadığımız halde görmek istemediğimiz insanlar vardır. Bazen koca bir sokak böyle insanlarla doludur. Bunun çaresi kolay, çünkü yolumuzu değiştirir ve o sokaktan bir daha geçmeyiveririz, olur biter.

Kim bilir kaçımız zihnimizin içinde, ağırlığını hiç hissetmediğimiz, varlığından haberdar görünmediğimiz yığın yığın kaldırımları, taşları, apartmanları, elektrik direklerini, korulukları, içi yağmur suyuyla dolu çukurları, çocuk parklarını, insanları ve onların sokaklardan taşan basınçlı anılarını sürükleyerek götürüyor… Her birimizin içinde üst üste birikerek unutulmuş, kim bilir nice sokak var…

Kim bilir kaçımız, o sokaklardan yalnızca birinin anısının bile zihin kafesinden kurtulup, karşımıza dikilivermesiyle, bir şimşek çakımlık geçmişin ışığında, o ışık sanki bize gene geri dönmüş, sanki artık hep bizimle kalacakmış sanıyor… Bazen geçmiş bize, kaybettiğimiz ışığı işte böyle yeniden vaat eder. Meselâ İstanbul'daki sokaklardan sadece birini, çoktan unuttuğumuz kötü hikâyesiyle, bir gece ansızın önümüze diker.

Sıska omuzlu, titrek bacaklı, leylek gibi evler birbirlerinin üzerine yığılmış böyle senelerdir bekleşip durur bu sokakta. Çatıları çökmüş, belleri bükülmüştür. Hepsi de insanların ağır günahlarından geriye kalmış gibidirler.

Yamuk yumuk parke taşları yuvarlanır yolun ortasında. Tek tük kuru bir ağaç gövdesi gölgeler bazen kuytuları. Birkaç metre uzakta başlayan gürültülü caddenin uğultusu bir de… Unutulmuş olması ne garip, çünkü bu şehrin en eski, en kalabalık, en gerçek arka sokaklarındandır.

Hiç bir alan boş bırakılmaz burada. Hurdaya terk edilmiş araba içleri bile. Bir rulo naylon, birkaç karton koli, birkaç battaniye, hemen yerleşilir.

İnsandan arta kalan boşluğa sokak hayvanları sığınır. Evlerin içi de farklı değil. Hele kötü havalarda, şiddetli yağmurlarda, İstanbul ayaza kestiğinde, kar tipiye döndüğünde… Bu kez sokak boşalır, evler dolar. Bir odada kaç kişi kaldığını dışarıdan bakan biri kolayca anlar. Camlar insan nefesinden çabuk buğulanır çünkü.

Bazen küçücük odalarda canı sıkılan çocuklar, buğulu camlara kedi resimleri yaparlar. Çöp adamlar yaparlar. Elma ağaçları arasında, yanından dere akan, o güzel evin resmini çizerler tek parmaklarıyla. Sokaktan kim geçerse geçsin, resimlerini göstermek için, içeriden cama vurup dururlar.

Odayla mutfak arasında, tencere tabak gürültülerini omuzlamış kadınlar, sanki sıcak bir suyun içinde fokurduyorlarmışçasına dolaşır. Odanın en uç köşelerini erkekler tutar. Önlerinde köpek öldüren şişeleri, elbiseleriyle uyurlar.

Zaman, bu evlerin her birinin duvarlarını pencerelerini kapılarını hayattan bir bir söküp atmış, merdivenlerine karanlık yüzüyle çökmüş, taşlarına tahtalarına illetli çaresizlikler zulalamış gibidir. Ama insan, etini kanını kemiren bu illete de dayanabilir.

Ölümü göze alınca, ölüm de inadına beklenenden daha çabuk davranır sanki. Henüz ak kundaklara sarılı bebeklerin loğusa şerbetleri kaynamadan, ölümün kokusu aniden birkaç eve birden girer. Böyle böyle biraz uzaktaki ana caddenin; taze yeşil yapraklarıyla tırmanıp duran o canlı kuvvetli ulu hayat ağacının; toprağın altında kalan görünmez kökleri, sessizce kuruyup hızla kurtlanıverir.

Kutsal kitaplardan biri, "Tanrıyı alevler içinde gördüm, yanarken susuyordu" deseydi meselâ, insan, her şeye çare olan bir tanrının hangi çaresizlikle kavrulduğunu merak edip, derin bir sessizliğe gömülür, yanmanın acısı üzerine hiç düşünür müydü? Peygamberlerin çilelerine sırt çevirenler, tanrının çilesine de kayıtsız kalabilirler miydi? İbrahim'i yakmayan alevlerden, insan da sessizliğiyle kurtulabilir miydi?

Bu sokakta öyle olmadı. Evlerden birinde çıkan yangında, alevlerin gürültülü öfkesi, sayısız dilli bir ejderhanın lâneti gibi, balkonda duran adamı sırtından yaladı, yaladı, yaladı…

Aşağıdan "ceketini çıkar" diye bağırdılar. Ceketi, pantolonu, saçları tutuşmuş yanıyordu. "Ne yapıyorsunuz orada?" diye sorabildi. Son sözü bu oldu. Hortumu bağlıyorlardı. İtfaiyeciler hortumu bağlarken bütün bu olan biten, televizyoncular tarafından saniye saniye kameraya çekiliyordu. Caddedekiler, belki çoktan unuttukları sokağın başını tutmuşlar, yangını seyrediyorlardı.

Birinci zamanda, ev, alt kattan çatısına kadar tutuşmuş, gecenin siyah boşluğunda alevler köpüren bir ateş topu gibi dönüyordu. İkinci zamanda, bir adam üst katın balkonuna çıktı. Üçüncü zamanda, aşağılara baktı, "Bir merdiven yok mu?" diye sordu. Dördüncü zaman başladığında, alevler balkona varmıştı. Adam bir iki kez kendi çevresinde döndü, üstünü başını silkeler gibi yaptı, zıpladı. Sonra hızla evin içine, alevlerin ağzına doğru koşarak atıldı. Alevler uzanıp ardında bıraktığı son sözü de yuttular.

"Ne yapıyorsunuz orada?"

Yorumlar

Bir şeyler bizi duyarsızlaştırıyor. Televizyon mu, gazeteler mi, yönetenler mi, yoksa bizzat kendimiz miyiz, bilemiyorum. Bildiğim bir şey var, hızla duyarsızlaşıyoruz. Galiba durup düşünecek ve kendimize "ne yapıyorsun orada?" diye soracak zamanımız yok.

Süha Dalyancıoğlu - 20 Haziran 2007 (10:17)

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

120
Derkenar'da     Google'da   ARA