Patronsuz Medya

Bankacı

Deniz Türkoğlu - 11 Ağustos 2010  


Bir hafta sonra bankada altıncı ayımı doldurup, memur olacağım. Bu zaman içinde müdürün odasına girerken kapıyı tıklatmayı, "gir" sesini duyuncaya kadar dışarıda durmayı, içeri girdiğimde terbiyeli bir şekilde ayakta beklemeyi, sorularını zayıf bir ses tonuyla cevaplamayı ve emirlerini saygıyla yerine getirmeyi öğrenecek kadar eğitildim.

Sabah evden çıkıyor, bankaya kadar yürüyorum. O saatte sokaklar bir yerlere yetişmek için yollara dökülmüş insanlarla dolu oluyor. Okula giden çocuklar, tıraşları uzamış adamlar, şiş gözleriyle otobüs duraklarında bekleyen boyasız kadınlar, işçiler, memurlar, herkesi bir araya toplayan uzun kuyruklar, belediye otobüsleri, son model özel arabalar, sabah yürüyüşlerine çıkmış zengin insanlar, fırınlar, sabahçı kahveleri, gazete bayileri, seyyar satıcılar, duvarlarda kırmızı boyalı daha çoğunun üstü kazınmamış kapatılmamış siyasî yazılar, yırtık afişler, her sabah aynı köşede bekleyen bir tabur asker, hâlâ sokak çıkışlarını tutan omuzları tüfekli gencecik erler…

Bir an önce anı olmasını ve kendiliğinden unutulmasını istediğim, zamanında çok acıtmış ama artık geçmiş gitmiş ağır bir yarayı, aynı insan yüzlerine, aynı sokaklara bakarken, her sabah yeniden hatırlıyorum.

Her sabah rastladığım tanıdık yüzlerin, neredeyse hepsinin hikâyesini bilerek, unutmayı başarmam mümkün de görünmüyor. Aynı mahalle, aynı ev, aynı yatak ve her sabah aynı hayata uyanmak, çırpınıp durdukça dibe batmamı kolaylaştıran bir tuzak sanki.

Sabah alışverişi için, kolunda sepetiyle hâlâ koşturan Karslı Metin'in, bir karısı kaldı ev dedikleri o tek odalı kömürlükte. İki oğlu, köşedeki kahveyle birlikte hepimizin gözü önünde tarandılar. Terzi Sacide, yeni yeni çıkar oldu sokağa. Onu da ana babalık yaptığı, daha orta okula giden kız kardeşiyle birlikte, hem yaşadığı hem çalıştığı dükkânla ev bozması yerde, fena sıkıştırdılar. Döndü dönmesine, fakat tek başına. Nereden bilsin Sacide, meğer ki kardeşi bir kitap kurduymuş. Ama yanlış kitapları okuyormuş.

O, bu, diğerleri derken, herkesin bir fotografı yerleşmiş içime. Kimin yüzüne baksam, o anki hallerini değil, hangi zamanda hangi pozda girdilerse zihin makinemin içine, yalnızca o kareleri görüyorum.

Camiinin demir parmaklıklarıyla, otobüs durağının direği arasına bir çırpıda geriliveren bombalı pankart, oradan söküleli çok oldu. Cadde üstündeki tarihi binaların mermer yüzlerindeki kurşun delikleri duruyor tabii. On, on iki, on beş bina. İtalyan apartmanının pirinç süslemeli büyük kapısı ardına kadar açık gene. Bir apartmana girmek için, bir apartman kapısının ziline basmak yerine, bir apartman kapısını ateşli silâhlarla havaya uçurmak ve yüzlerce yıllık bir apartman kapısını düşman ilân ederek, birikmiş bir tarihi ateşe vermek, kimin aklına gelirdi? Tarihi kapının mı, sokaktaki katliamın mı, hangi katta oturduğu unutulan veya istihbarat eksikliği yüzünden zaten bilinmeyen 70'lik profesörün oturduğu en üst kata varana kadar bütün daire kapılarının benzer usullerle açılmasının mı, aranılan adamın sonunda ele geçirilmesinin ve merdivenlerden sürüyerek indirilmesinin fotografı mı? Hangi fotograf daha önde, hiç umursamıyorum.

Parkın şimdiki sakinliğinde değil, bombaların patladığı günkü yangınında takılı kalmışım. Çamların, meşelerin, cevizlerin koca çığlıklarını dinliyorum hâlâ. Ve kendi evimin, kendi odamın, kendi yatağımın içindeyken, bir gece kâbus gibi üzerime çöküveren saçmalığın, rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu hâlâ seçemediğim için, kendi kendime hâlâ dargınım.

Kimse yaşadığı mevsime aldırmıyor. Herkes kendi fotograflarına bakıyor. Güneşin, yağmurun, karın anlamını kavrayamıyor. Kimsenin bir şeye hazırlandığı yok. Kimsenin elinden sokaklara, caddelere, evlere, arabalara, yığın yığın insan kalabalığına, onlardan biri olduğu için kendine, acımasız dış dünyanın kulakları yoran uğultulu seline öfke duymaktan daha iyisi gelmiyor.

Herkes içindeki acıyı saklaya saklaya, hiç bir şey olmamış gibi yaşıyor. Gerçekten de hiç bir şeyin olduğu yok. Herkes işine gücüne bakmak zorunda. Hayat, kaldığı yerden devam etmek zorunda. Sanayi, finans, tüm sektörler, kurumlar, hükümet, devlet, düzen, her şey zarara uğradı. Her şey, hepsi birden yeniden başlamak zorunda.

İnsan? İnsan, bir yolunu bulur. Bulmak zorunda.

İlk günlerdeki iç sıkıntım, bu tımarhanede bir saniye bile durulamayacağını düşündürtmüştü. Bizimkilere, torpil için yaptıklarının, her ay sonu bir zarf içinde elime tutuşturulan, brütü ilk ay onları götürdüğüm yemeğe ancak yeten, neti ona bile yetmeyen paraya değmeyeceğini, bu onur kırıcı iş için boşu boşuna kendilerini küçülttüklerini, işten hemen ayrılmak istediğimi söyledim.

Çok sinirleniyor ve benimle iletişimi tamamen kesiyorlar. Ara sıra, ilgisiz yerlerde ve zamanlarda, "sen bu hayatın çömezisin, yemek bulunca girişmeyi, dayak bulunca sıvışmayı öğreneceksin" diyorlar. Genelde, "Çalışmak istemediğini mi söylüyorsun, ama çalışmalısın, sokaklarda senin yerinde olmak isteyen kaç insan olduğundan haberin var mı?" diye başlıyorlar.

O an, o zamanlarda, sokaklarda olmak yerine içeride tutulan, kaç insan olduğundan da haberim yok.

"Boş düşünceler bunlar. Arkana değil, önüne bak. Hem ne yapabilirsin? Kimsenin elinden bir şey gelmez. Kendini gözünde fazla büyütüyorsun. Sen kibirli birisin. Ama geçer, hayat insanı pamuk gibi yapar. Yakındır." diye bitiriyorlar.

"Kibir mi diyorum, kibir ha?"

Haftada bir iki kez iş çıkışında Oya hanıma rastlıyorum. Her keresinde, "ben de buralarda oturan bir arkadaşıma gidiyordum" diyor. Sonra da konuşa konuşa, bizim evin kapısına kadar geliyor. Sonra yukarıya çıkıyor. Sonra bizimkiler onu içeriye davet ediyorlar.

Yapılan sohbetler hep aynı. Memleketin gerçek bir felâketin eşiğinden döndüğüne, hayat hakkında hiç bir fikre sahip olmayan, hayal güçlerinin esiri olmuş bir avuç romantik gencin evlerine gönderildiğine, karışıklığı fırsat bilen ayak takımının seslerinin kesildiğine seviniyorlar.

Koskoca cumhuriyetin çapulcu ideolojilerin insafına bırakılamayacağına, yığınların hak hukuk gibi karmaşık meselelerinin altından kalkamayacağına, herkesin haddini bilmesi gerektiğine inanıyor, huzurlu günlere kavuşulduğuna seviniyorlar.

Sokakların, vitrinlerin, yeniden cıvıl cıvıl olduğuna, müzikhollerin, tiyatroların, sinemaların yeniden açıldığına seviniyorlar. Fransız tarzı sokak kafeleri modasından, Nişantaşı, Şişli, İstiklâl gibi büyük caddelerdeki yeni mağazalardan bahsediyor, her şeyin eski düzenine döndüğüne ve işlerin yoluna girdiğine seviniyorlar.

Aynı şeylerin yeniden yaşanabileceğine dair hiç bir korkuları yok. Gökten önlerine düşmüşçesine yabancıladıkları o tuhaf zamanların, geçmişin devamından, tekrarından ibaret olabileceğine ve her şeyin aynıyla yeniden yaşanabileceğine dair en küçük bir ihtimal hesapları yok.

Yadırgatıcı bulduğum güvenleri, nasıl bu kadar rahat olabildiklerine duyduğum şaşkınlığı açıklamıyor. Tam tersine ben de onların bu sonsuz gibi görünen güvenlerini fazlasıyla kibirli buluyorum. Ve galiba bunu onlara da söylüyorum. Çünkü bana "Çiğ yemedik ki karnımız ağrısın. Neden korkacakmışız? Memleketi aşırı uçlara çekmek istediler ve sizin gibi genç insanları, cahilleri, başıboşları, toplumun zaaflı ve hastalıklı bölümünü maşa gibi kullandılar. Ellerini yakmayacaklarını sandılar ama yanıldılar." diyorlar.

İnsanlardaki sertliğin; acıklı yaşamların, şanssızlıkların, içine yuvarlandıkları felâketlerin etkisinden daha çok mizaçlarından kaynaklandığını, bu sertliğin iklimler boyunca gece gündüz zor koşullarla mücadele edenlerinkinden farklı olarak, ifadelerde şekillendiğini düşünüyorum.

Yanmış kırışmış derilerin, nasırlı ellerin, bükülmüş kemiklerin, deformasyona uğramış ve hızla toprağa doğru çekilen kötü yaşamış bedenlerin iç burkan hüznüne hiç benzemeyen bir bozulma bu. Başka yerlerde, başka damarların tıkanmasından ibaret.

Sonunda sohbet hep, "İşi ehillerine bırak gerisini kafana takma. Şansına sahip çık. Oya hanıma teşekkür et." lâfıyla son buluyor.

Bir süre sonra toplumun çatısını oluşturan işlerde, sistemin ağzıyla beyaz yakalı diye tabir edilen gurupta çalışan insanlara karşı sempati duymaya başlıyorum. Ben de onlardan biri olduğum için kendime de sempati duyuyorum. Bankada verilen zor, yorucu, hatta aşağılık her işi büyük bir alçak gönüllükle, yardım severlikle yapmaya başlıyorum.

Günün birinde isteklerin nereye varacağını hiç sorgulamadan, yalnızca itaat ediyorum. Neredeyse rejim düşmanı ilân edilecekken, büyük bir şans eseri postu kurtarmama, kötü sicil dosyamı tozlu raflar arasında unutulmaya terk eden özel dostlarıma, başta Oya hanıma minnet duyuyorum.

Beni yığınlar arasından kiralanmaya, aslında satın alınmaya değer bulmuş olmaları gururumu okşuyor. Evet, ilk günlerde kibirli ve küstâhtım, her şey gözüme korkunç görünüyordu, oysa hiç bir yara hemen kapanmaz. Önemli olan, yarayı kaşıya kaşıya kanatarak durmadan taze tutmaya çalışmamak. Böyle davranmanın kime ne yararı olabilir, bu olsa olsa saplantılı, hastalıklı bir kişiliğin özelliğidir.

Hem iş de çok basit. Başlarda bankanın saçma sapan kurallarına uymakta biraz zorlandım fakat sonra kendimi güzel ılık büyük bir dalganın üzerine bırakır gibi rahatça bıraktım, ne olacaksa olsun. Hiçbir şey olmadı. Nedense memur statüsüne geçmeme tam bir hafta kala ayrılıverdim bankadan. Kibir, gerçekten de küstâh, üstelik sinsi bir düşman.

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

96
Derkenar'da     Google'da   ARA