Patronsuz Medya

Yarışamadım

Deniz Türkoğlu - 10 Ağustos 2011  


Bir bankanın sponsorluğunda, Orhan Boran'ın sunduğu canlı yayında, radyodan verilecekti bizim yarışma.

O dönem için oldukça görkemli sayılabilecek bir salona çağırdılar bizi. Gittik. Hayatımızda daha önce, hiç öyle büyük salon görmemiştik.

Ön sıralar, sonradan adının "protokol" olduğunu öğrendiğimiz kerli ferli insanlarla, rakip okulun kodamanlarıyla, arka sıralar bizimkilerle, yani mahallenin bütünüyle ya da tanıdıkların topluca ne kadarına rezil olunabilecekse, hepsinin tamamıyla doluydu. İlâveten İstanbul büyüklüğünde bir radyo dinleyeni de vardı.

Kulis de mahşer yeri gibiydi. İki okulun öğrencileri, başlarında öğretmenleri, heyecandan çok bir çeşit diş gıcırdatmaya benzeyen haletiruhiye ile toplaşmış, bekleşiyorlardı. Biz de içeri girince ortalık iyice bir daraldı. Kendimize zorla bir yer bulup sığıştık.

Karşımda rakip "özel" okuldan, yerinde duramayan yeşil suratlı bir oğlan oturuyordu. Afili bir üniforma giymişti. Okulun altın ipliklerle işlenmiş arması, ceket cebinin üstünden ayna gibi parlıyordu. Siyah kadife takımın içinde kolalı gömleği, kan kırmızı saten kravatıyla jilet gibi duruyordu.

Benim kıçımda asker kaputu yaptıkları kumaştan kıl keçe bir pantolon, hızlı yürüyünce ayağımdan fırlayan bir kaç numara birden büyük Sümerbank potini, komşudan ödünç alınmış çakma ipekliden ipince beyaz bir gömlek… Onu da kol ağızları iyice epridiğinden, dirseğe kadar kıvırmıştım.

Aşağıdan, keçenin kılları kıçıma battıkça uyuz tatlılığında kaşınıyor, kumaşın battaniye sıcağından da mangal balıkları gibi pişiyordum. Ama yukarıda, belimin üstünde, İstanbul'un insanı bir kaç saniyede donduran ayazı, gömleğimi direkteki bayrak gibi kırbaçlıyordu sanki.

İki takımdan da uzak, sakin bir köşeye göndermişlerdi bizi. Oğlan, göz göze geldiğimiz her keresinde bana dilini çıkarıyor, "Ben okul birincisiyim, naber?" diyordu.

"İyilik sağlık, senden naber?" denir usulen. Ben öyle dedikçe elinin parmaklarını suratıma yapıştırıp, "Tam 5 öğretmenle hazırlandım, babam ayrıca özel öğretmenlerden ders aldırıyor, şimdiden 2 dilde yazıp konuşabiliyorum, münazarayı kazanınca Avrupa'ya gönderecekler beni." diye şişindikçe şişiniyor, yeşil suratı fosfor gibi parlıyordu.

Birbirimizi ilk kez orada görmüştük, ben ona henüz hiç bir şey yapmamıştım ama bu gidişle yapardım. Kalktım, bizim takımın oturduğu yere gittim. Müdür son şırıngaları zerk ediyordu arkadaşlarıma. "Atatürk gençliği, yürü be, kim tutar seni…" diye.

Beni görünce bi şırınga da bana bastı. Ama benimkinin içindeki terkip biraz daha farklıydı. "Her koyun kendi bacağından asılır." dedi bana. Ne demek istediğini anlamadım. "Niye yarışıyoruz ki, beygir miyiz biz?" diye düşündüm sadece.

Sonraki düşüncem ise, arenaya çıkma sırasını bekleyen gladyatörlere benzediğimiz oldu. Birazdan hem ben, hem de zoraki ortağım Paul Tibbets, ikimiz birden aslanlara yem olacaktık. Orası kesindi. Çünkü kazanmak bir yana, yarışmaktan nefret ederdim ve dahası Paul Tibbets hıyarıyla aynı akıbete uğramıştım, yani artık istesem de kazanamazdım.

Fakat aklıma fosfor suratlı düşer düşmez, kazanmaya mecbur olduğumu hatırladım. Besmele çekip, cebimdeki bi tomar münazara kâğıdını yokladım. Kağıtlar yerli yerinde duruyordu. Onlara dokununca kendime güvenim geri geldi.

İki okuldan iki grup ve gene aynı iki okuldan tek tek iki öğrenci yarışacaktık. Gruplar bir tür bilgi yarışmasında, yeşil suratlıyla ben seçilmiş bir münazara konusunda, birbirimize kıyasıya girişecektik.

Bilgi yarışmasının kapsama alanına operatörler yetişemiyordu. Münazara konusu ise belliydi.

"6 ağustos 1945 yılında Hiroşima'ya atılan atom bombasından, bombayı doğruca şehrin göbeğine gönderen Enola Gay'in pilotu mu, yoksa pilotu oraya gönderen Amerika mı sorumlu? Yani toplum mu suçlu, yoksa birey mi?"

İşte bu lânet konu, iki küçük kâğıda yazılıp, bir kavanozun içine atılmıştı. Kavanoz çalkalanmış, iki okul müdürü aynı anda ellerini daldırıp birer kâğıt çekmişlerdi. Bizim okulun kısmetine "Bombanın sonucundan birey sorumludur, son tahlilde bombayı tek bir insan attı." kâğıdı çıkmıştı.

Müdür de akıbeti daha başından belli olan bu uğursuz soruyu, okulun en gıcık elemanı olduğumdan olsa gerek, "buyur, sen cevapla" diyerek nur topu gibi kucağıma bırakmıştı.

Önümde hazırlanacak iki aya yakın zaman vardı ama benim ne bir kaynağım ne de kaynağa giden yollar hakkında herhangi bir bilgim vardı.

Kütüphane yoktu, kitapçı yoktu, alim tanıdıklardan yana ise hiç şansım yoktu. Zaten okulun o basamağına kadar, vahiy yoluyla nasiplenerek gelmiştim. Başımı kuş gibi yukarıya kaldırır ve göğün zengin sofrasından ihtiyacım olan bilginin ağzımın içine düşmesini beklerdim. Düşerdi. Biraz da kopyayla desteklerdim, olur biterdi.

Aslında çok sıkıştığımda yardım alabildiğim bir veri bankam vardı. Adı Altın Abla'ydı. Sahiden de bir bankada çalışıyordu ve altın gibi bir kalbi vardı. Evde kalmış bir kız kurusu olduğundan, -mahalledeki kadınlar onun hakkında öyle diyorlardı, yoksa bana kalsa bir gün bir kadınla ille de evlenilecekse o mutlaka Altın Abla olmalıydı- çok okuyordu.

Bankadan hep en son o çıkar, dosdoğru evine gelir, merdivenleri ağır ağır tırmanır, ilk iş olarak üst katın salonunu yüksek topuklu ayakkabılarıyla köşedeki pikaba kadar boydan boya aheste yürür, ojeli tırnaklarıyla pikabın iğnesine uzanır, iğneyi Beethoven 33'lüğünün üstüne yerleştirir, düğmeyi iyice açar, ses cızırtılarla aşağıya bizim eve iner, sonra Altın… Yani Altın Abla, ne yapar, işte orasını hayal edemiyordum.

Onun bir anda kesilen topuk sesleriyle, kafamın içine doluşan birbirinden karmaşık düşlerin içinden bir türlü çıkamıyor, en fazla pikabın yanındaki kırmızı koltuğa elinde bir kitapla çöktüğünü ve gecenin ilerleyen saatlerine kadar, Beethoven dinleyerek, kitap okuduğunu tahmin edebiliyordum. Sonra pikabın sesi kesilir ve onun koltuktan kalktığını, yüksek topuklarını tıklatarak salonu baştan sona bir kez daha aheste yürüdüğünü, yatak odasına geçtiğini duyardım. Sonrası yok.

Böyle durumlarda, yani Altın Abla'nın ocağına düştüğüm zamanlarda, beş on dakika oyalanır, sonra uyduruk bir defterle onun gelişini beklerken sıkıntıdan tepesini yediğim kalemimi kaptığım gibi yukarı fırlardım.

Kapıyı hemen çalmazdım. Erken davranmaktan, onun soyunup dökünmesine, rahatlamasına fırsat tanımamış olmaktan çekinir, bazen bu kuruntular yüzünden tekrar aşağıya iner, kalemin tepesini kemire kemire beş on dakika daha oyalanır, sonra artık bir saniye bile sabredemez, gene kapısına dayanırdım.

Beethoven'in yüksek sesine rağmen, daha ben kapıyı hafifçe tıklatır tıklatmaz, kapı hemen ardına kadar açılırdı. Sonra Altın… Yani Altın Abla, güler yüzüyle beni içeri davet ederdi. Aman Yarabbi o ne güzel bir…

Altın… Yani Altın Abla, her şeyin üstesinden gelebilirdi. Gerçekten de münazarayı aynı gece gün ağarana kadar yazdırıp, önüme atıverdi.

Pencerenin dışında sabah kuşları ötüşürken, iğnesi sona dayanmış plak cızırtılarla boşa dönerken ve o, işten gelir gelmez üzerine geçirdiği yakası paçası açık ev sabahlığıyla, ayaklarından hâlâ çıkarmadığı yüksek topuklu ayakkabılarıyla, ikimize sabah çayı hazırlamak için mutfağa seğirtirken, bana "Bu münazaranın galibi sen olacaksın, çünkü sen kazanmak için doğmuşsun." deyivermişti.

Önce gruplar sahneye çıktı. Ve bizim okul yenildi. Umurumda bile değildi. Ben kendi derdime düşmüştüm. Aynı zamanda feci bir ikileme düşmüştüm. Altın Abla'nın bütün büyüsüne rağmen, Paul'le ne yapacağımı tam olarak bilemiyordum. Şaşırmıştım.

Mantıkta bunun adına "paradoks" diyorlar galiba, bu da arenaya çıkmadan evvel Paul'ün hayaliyle yaptığımız son konuşma:

- "Hey Paul, sen ayvayı yedin dostum. Suçsuz olduğunu biliyorum, her ne kadar bombanın düğmesine basmış ve onu insanların tepesine göndermiş olsan da, sonuçta sen bir emir kuluydun. Eminim yaptığın işin sonuçlarından haberin bile yoktu. Hem altında Amerikan hava kuvvetlerinin B-29 Superfortress modeli bombardıman uçağı, elinde Amerikan senatosundan çıkma bombala emri, arkanda koskoca Amerikan toplumunun sessizliği varken, tek başına ne yapabilirdin, nasıl direnebilirdin ki? Buna rağmen seni savunacak değilim. Çünkü sen paçayı kurtarırsan, ben o fosfor suratlıya yenilirim."

Bir yandan Enola Gay'in zavallı pilotu Paul Tibbets'e nefes almadan saydırırken, öte yandan bu kadar bencil davranmak zorunda kaldığım, göz göre göre onu bir günah keçisi gibi aslanların önüne attığım için kendimden nefret ediyor ve Paul'ün hayalinin yüzüne bile bakamıyordum. Bu ne kirli, ne rezil bir oyundu böyle. Kazanmak için, atom bombası gibi bir katliam silâhının tüm sorumluğunu, tek başına bir adamın omuzlarına yıkabileceğimden Altın Abla kadar emin değildim. Midem bulanmaya başlamıştı.

Tam o sırada Paul'ün gayet sakin ve kendinden emin bir sesle bana bir şeyler anlattığını duydum.

- "Ortada bir suç olduğunu düşünmüyorum. Savaş bu. Öldürmezsen öldürülürsün. Atom bombasını atan kişi olduğum için gözüme bir gece bile uyku girmediği olmadı. Ölenler için üzüldüm, ama görevimi başarıyla tamamlamanın mutluğu daha ağır bastı. Yaptığımdan pişman değilim. Ben o bombayı atmasaydım daha çok insan ölecekti. Düşmanın bir an önce teslim olmasını sağlayarak daha fazla insan kaybının önüne geçtim ve sonucunda ulusal üstün hizmet madalyalarıyla onurlandırıldım." ¹

Tarihin en büyük toplu katliamına sebep olmuş birinin ağzından duyduğum bu sözler, beni şoka uğratmıştı. Şaşkınlıktan neredeyse küçük dilimi yutuyordum.

- "Nasıl yani Paul, hiç pişman değil misin?" diye zar zor sordum.

- "Duygusal biri değilimdir. İşime odaklandım, başardım ve sonuçtan memnunum. Sen bunu anlayamazsın." ²

- "Kahretsin Paul, seni kurtarırsam ne olayım!"

Paul Tibbets et beyinli, boktan, katil herifin tekiydi! Bir parmak hareketiyle dünya tarihinde şimdiye kadar ulaşılmamış sayıda çok insanı bir anda kâğıt gibi yakmış, hayvanı, bitkiyi, toprağı, suyu, birkaç dakika gibi bir zaman içinde buharlaştırıvermişti. Şimdi de karşıma geçmiş, adeta bir kahramanmış gibi konuşuyor, burnundan kıl aldırmıyordu. Hırsımdan ağlamak üzereydim. Muazzam derecede öfkelenmiştim.

Aynı anlarda salonda bir alkış tufanı koptu. Yeşil suratlı sahneye çıkmış, pantolonunun bir paçasını yukarı çekip, kovboy çizmeli ayaklarından birini sahnenin ortasında duran sandalyeye koymuş, insanları sanki bir kusmuk yığınını izler gibi tepeden bakışlarla tek tek süzüyordu.

Üzerinde ne sahne korkusu, ne küçücük bir heyecan, ne de gençliğin tecrübesizliğinden eser yoktu. Yalnızca tiksinti. Bütün görüp görebildiğim bu. Yıllar sonra aynı pozları -biri genç diğeri kart bir örnek olsa da-, okan bayülgen denen adamda gördüm. İnsanlara aşağılık birer pislikmişler gibi davranmak, bazılarının üzerinde, benim sebeplerini asla çözemediğim bir iktidar fırsatı yaratıyordu.

Alkışlar kesildi. Salona hayranlık dolu derin bir sessizlik çöktü. Yeşil suratlı, herkesi tedirgin eden uzun bir sessizliğin ardından, aşağılayan bakışlarını kalabalığın üzerinden ayırmadan, topluma verip veriştirdiği, halk yığınlarının budalalığına sövdüğü, özeti "nerede çokluk, orada bokluk" anlamına gelebilecek ezici bir konuşma yaptı. Sonra gene alkış kıyamet, sahneden gururla indi.

Sıra bana geldiğinde, ne sahne korkusuna takılacak, ne de ayağımdan fırlayan potinleri tutacak halim kalmıştı benim. Bir taraftan yeşil suratlı, diğer taraftan Paul Tibbets denen o adi katil, el birliğiyle canıma okumuşlardı.

Çıktım sahneye armut gibi durdum. Yaprak kıpırdamadı. Ön sıralara baktım. Arka sıralara baktım. Sanki, ön ile arka sıraların tam ortasında, yeşil soyut bir sınır çizgisi algıladım. Hayır, öyle bir şey yoktu tabii. Ama ön sıralarla arka sıralarda oturanların bakışlarında belirgin/somut bir anlam farkı vardı, nasıl anlatayım?

Tam o anda, inci gibi dişleriyle bana çapkınca gülümseyen Altın'ı gördüm. Onu görmemle birlikte mideme acı bir ağrı saplandı. Ben nasıl kalın bir perdenin arkasındaymışım ki, yüksek topukların, Beethoven'ın, hışırdayan bir sabahlık sesinin büyüsüne kapılıp, sabaha kadar Hiroşima konuşup, yazdığım halde, Hiroşima gerçeğinin sesini bir anlığına bile duymamışım…

Elim gayrıihtiyari cebimdeki kâğıt tomarını yokladı. Kağıtlarda yazanları hatırlamaya çalıştım. Kuru bilgilerin aklımdan hiç bir iz bırakmadan tıkır tıkır geçmesini bekledim. Paul'le yaptığımız son konuşmanın iç kulaklarımda yankılanmasını dinledim. Yaprak kıpırdamadı. Sonra bakışlarım, kendi ayağımdaki potinlere takıldı. İşte o potinleri görünce birdenbire içim acımaya başladı. Hem de öyle böyle değil, burnumun direğini sızlatan bir acıyla, canım yandı.

Kalabalığa tek bir şey söyleyip, mikrofonu yere koydum. "Hepiniz delirmişsiniz." Perdenin arkasından kulise geçtim, kulisin merdivenlerini koşa koşa inip, loş koridorun sonundaki çıkış kapısından kendimi sokağa attım.

Temiz havaya çıkar çıkmaz gagamı yukarı kaldırıp, içine temiz bir bilgi düşmesi için ağzımı göğe açtım. Düştü. Ama onun ne olduğunu kimseyle paylaşmayacağım.

Okul mu, ne okulu? O olaydan sonra okulu bıraktım. Altın… Eskiden Altın'ı görmek için harcadığım özel çabanın aynını, bu kez onu görmemek için harcadım. Başardım da. Bugün nerede Beethoven duysam, hâlâ ürperirim. Amerikan toplumuyla ilgili çok şey öğrendim. Hem de hiç çaba harcamadan. Asla suçsuz değillerdi, gene değiller. Paul Tibbets'e gelince, onun da canı cehenneme! O çoktan cehennem yakıtı oldu bile.

Not: Paul Tibbets'e ait ¹ ve ² numaralı konuşmalar, kendisinin de konuk olarak katıldığı, Hiroşima belgeselinden alıntıdır.

Yorumlar

Toplumla birey ayrımı batıcı düşünce sisteminin temel problematiklerinden biri. Doğu toplumları böyle ayrımlar yapmadığı gibi birini diğerine tercih etmez onun yerine toplumla bireyin iç içe geçtiği sarmal bir kültürel modele itibar eder. Bu kültürde esas itibariyle birey kendisi kadar başkasını düşündüğü oranda varlığından memnun ve var olma sebebine sadık kalabilir. Batı düşüncesinde ise bireyin toplumun önüne alınması veya kalkındırılması ben üzerinden bencilliğe vardırılmış ortaya sistem tarafından oluşturulmuş sınırlarını bilmeyen, eksikliklerinin farkında olmayan, sorgulamayan, üretmeyen, menfaatlerini her şeyin üstünde gören, diğerlerine güvenmeyen, kendisiyle yüzleşmeyen, bir birey tipi çıkartılmıştır. Batılılaşma yarışındaki Cumhuriyet Türkiyesinin paradigmalarını aydınlatıcı bir hikâye olmuş.

Mehmet Soybeli - 12 Ağustos 2011 (15:37)

diYorum

 

Deniz Türkoğlu neler yazdı?

552
Derkenar'da     Google'da   ARA