Benim bir nenem vardı, -Ohri'den yürüyerek geleni- çok görüp geçirmişti, bir de yüz yaşını geçmişti. Balat'ta ahşap bir evde tek başına otururdu. Nenemin ayakları son zamanlar iyiden iyiye tutmaz olmuştu. Durup durup "Oy ayacıklarım Oooy" diye ağlaşırdı. Evinin mutfağı alt kattaydı. İnemezdi. O yüzden beni ayakları olayım diyerek yanına bırakmışlardı.
Ama ben de yabana çok meraklıydım o zaman, yerimde duramaz, evlere sığamazdım. Bir bahçesi vardı nenemin, küçüktü. Yabani ottan geçilmezdi. Yılanlık derdi arkadaşlarım. Ben o yılanlıkta ellerimi ensemin altına alır, bacak bacak üstüne atar, akşama kadar yatardım.
At kestanemiz vardı bahçemizde, (adını çok koşup nefesi tıkanan atlardan almış, atlar çok koşup daralınca, kestanenin yapraklarını yer, nefeslerini açarlarmış) boyu on adam kadardı. Gölgesi sokağa taşar, mahalleyi sarardı.
Gövdesi de yuvarlaktı. Yaprakları parmağa benzer, rüzgârda el sallar gibi sallanırdı. İlkbahar oldu mu, patlangaç gibi pembe beyaz çiçekler pörtlerdi üstünde. O zaman böcekler döllemeye gelirdi bunu, döllenen taç yaprakları ağır ağır kırmızıya dönerdi. Bir daha ne arılar, ne böcekler, at kestanemize uğramaz olurdu artık. Kırmızı, dölün tuttuğunun işaretiydi. Her türlü işin doğasını onu seyrederken öğrendimdi.
Meyvelerini toplardım hep. Nenem yere düşenleri getir derdi ama ben ağacın üst dallarına meraklıydım. Çünkü yabandım. Üç tırmanır, iki düşerdim. Düşünce dirseklerimi, diz kapaklarımı yarardım. Alnımın düzlüğünü, çenemin kenarını, burnumun çadırını patlatır, kan içinde kalırdım. Sonra da kendimi suçlu duyardım. Suçlu muydum acaba? "Kan lekesi zor çıkar" derdi nenem. Diğer lekeler de arınmıyordu oysa, durmadan bunu diyor diye neneme az az kızardım.
Taş bir havanımız vardı bizim. Ben o havanın içinde ağacın kabuklarını, yapraklarını, meyvelerini dövüp, çaya kahveye öz hazırlamayı, başka başka karışımlar katıp, ecza yapmayı öğrenmiştim. Kendi kendime değil, nenem öğretmişti. Gene de bir çırpıda öğrendimdi ya, böbürlenmeye değerdi.
Ben mutfakta havan vurdukça, nenem yukarıdan "yavrimin yavuz elleri havan vurmuş, havanın içine şifa koymuş, ezası çileme derman olmuş oooy" diye türkülenirdi. Ne biçim türkü öyle, ama severdim. O da beni "yabanım" diye severdi.
Yaptığım eczayı ağaçtan düşünce açılan yaralarıma, sonra götürür nenemin ayaklarına basardım. Sonra da gelir usulca onun yanına yatardım. Birbirimize sarılıp ağrılarımız dinsin diye beklemeye koyulurduk. İnsan bir yeri ağrıdığında, konuşmayı sevmez oluyor. Ama nenem, öyle sus pus oturursam ağrılarımı duyacağımdan, duyduklarımdan korkacağımdan çekinir, konuşarak beni oyalardı.
Dikkatimi pencereden görünen bahçeye, yüzyıl boyunca usanmadan anlattığı ağaçların, kuşların, çalıdan çırpıya doğanın tatlı hikâyelerine çevirirdi. Bir yandan da sağ kalçasını ovalar, yumruklar, elini oradan bir türlü kaldırmazdı. Sesi ufalandıkça ağrısının kudurduğunu anlardım.
Kalçasındaki süngü izini sorduğumda, telâşlanır ama belli etmemeye çalışır, lâfı değiştirir, bana otlar hakkında yeni şeylerden bahseder, hangi birinin hangi yaraya iyi geldiğini anlatırdı.
Oysa ben onun ailesi ve komşularıyla birlikte doğdukları yerleri, evlerini bırakıp, bir şeylerden kaçtıklarını, çok kalabalık olduklarını, hep saklanarak yol aldıklarını, peşlerine düşenlerin saman denklerine varana dek, kar yığınlarının altına kadar, süngülerini sokup çıkararak onları aradıklarını, süngülerinin ucunda çok insan salladıklarını, nenemi öldü diye bıraktıklarını öğrenmiştim.
O sakladıkça ben üstüne varır, cevap alamadıkça huysuzlanırdım. Ben huysuzlandıkça o sanki yeniden kar yığınlarının, saman denklerinin altında kalmış da nefesi tıkanmış gibi "yürek dayanmaz" deyip yüzüme dalar, kuşkuyla "duyar mısın?" diye sanki yüreğimi tartar, bakarken, düşünürken, birdenbire uyuyakalırdı.
O uyuyunca nefesinin açıldığını, ağrılarının dindiğini, hazırladığım karışımın ona şifâ verdiğini düşünür, sevincimden ağlardım.
Sonra, sanma ki o uyudu diye, ben de yatağa girip, örtüyü kafama çeker, uykuya dalardım, kışsa mangalın közünü tazeler, üstüne cezveyi koyar, kahve kutusunu çıkarır, içine karışımlarımı katarak pişirir, nenemi "nenelerin paşası, sana şifâlı kahve pişirdim" deyip uyandırırdım.
Yazsa mutfağa iner, cezveyi ocağa bırakır, kahve höpürdeyene kadar ağaca toplaşmış bir ağızdan ötüşen kuşların seslerine kulak kabartırdım. Ama ne söyleştiklerini anlamaya yürek yetiremezdim. Bu yürek işini bir türlü çözemezdim. İnsanın yüreği neresindedir, ne işe yarar, nasıl yanar, nasıl soğur, neye dayanır, neye dayanamaz…
Kahve olunca fincanları askılı pirinç tepsiye dizer, üst kata taşırdım. Bizi böyle nenemle karşılıklı kahve içerken görenler, çocuklar kahve içmez, sonunda Arap olur derlerdi. Ben o sıralar ne olduğumu değil ne olmak istediğimi bilirdim bir tek. Sabırsızlıkla büyümeyi bekliyordum. Büyüyünce ne Arap, ne Türk, ille de "sağlam yürekli" olacaktım. Dayanıklı bir yüreğim olsun, her şeye dayansın istiyordum.
Öbür eve gitmeyi canım hiç mi hiç çekmezdi, isterdim ki hep Balat'ta -adı Palation (Saray)'dan geliyor olabilir- kalayım…
Kaldıkça kaldım ben Balat'ta, her biri kendi diliyle konuşan insanlar, bahçeler, sürüsüne bereket alemler arasında, evlere, meyhanelere, ibadethanelere, gayrımüslim dükkânlarına gire çıka, her türlü adetlerin suyundan içip, her türlü havadan nefeslenerek, nasibi bol, ciğeri derya, sarayda şehzade gibi kaldım. Bıraksalar gene kalırdım.
Hayatın içinde, insanı sevdikleriyle kalmaya bırakmayan başka şeyler var. Belki kötü bile değiller, yalnızca varlıkları kötü ama onların da var olma sebebi senin yüreğini sınamak olabilir. Eğer öyleyse, insanın da tıpkı atlar gibi, bir gün nefesi tıkanabilir…
Büyükannelerin yeri hep mi farklı oluyor, ne?
Küçücükken, annemin eşi ve üç çocuğunun ihtiyaçlarına yetişebilmek telâşı ile evdeki koşuşturması sırasında, iki abisi okulda olan ben tıfılın başlıca oyun arkadaşı olan nenelerim geliverdi aklıma, sevgili Türkoğlu'nun yazısını okurken. Başka şehirlerde yaşarlardı. Arada bir, bazen biri bazen diğeri gelir, bir zaman kalır sonra giderlerdi. Gidecekleri gün ayakkabılarını saklardım, gitmesinler de kalsınlar diye.
Anneannem ile iskambil oynardık, sağlam oyuncuydu. Elden ele ip geçirmece oynardık. Oturduğumuz evin bahçesinde hatmi çiçekleri toplardık beraber. Pencere önünde kuruturdu. "Öksürük olursam kaynatır içerim" derdi. Siyah başörtüsünü kulağının arkasına kıstırır, pencerenin önünden gelen geçene bakar, hem onlara hem bana takılırdı. Kahkahası hep dudağının ucunda, neşesi, keyfi yerinde hoş bir kadındı.
O hatmi çiçeklerini yıllarca unutmuşum. Önceki yıl bir gezi için gittiğimiz Amsterdam'da (bkz. Anne Frank'a mektuplar: Büyümez ölü çocuklar) dolaşırken öylesine bir sokakta, bir binanın dibindeki küçücük toprak parçasında o hatmi çiçekleri ile karşılaşıverdik. Hem hüzünlendim, hem çok hoşuma gitti onları görmek. Önünde resim bile çektirdik karımla.
Orada hissettiklerimi adlandırmakta zorlanmıştım. Sevgili Türkoğlu nasıl güzel açıklamış: "… Hayatın içinde, insanı sevdikleriyle kalmaya bırakmayan başka şeyler var…"
Hele o son cümleniz var ya!
O tıfıl zamanlarımdan yıllar sonra babam öldü, biz anneannemin yaşadığı şehre taşındık. Artık çok yaşlanmıştı, zor yürüyor, çabuk yoruluyordu. Bir gün, oturduğumuz apartmanın merdiveninden çıkmasına yardım ediyor, her katın merdiven boşluğunda durup soluklanmasını bekliyordum. O gün o kendine özgü şivesi / tavrı ile nefes nefese söylediklerini hep hatırlıyorum:
- Ya hay yavrum, işte böyle giderken giderken, bir gün nefesi tıkanıverecek insanın… Keşke hep genç kalsaydık…
Ama olmuyor işte.
İnsanın da nefesi bir gün tıkanıveriyor.
Melih Özel - 18 Ocak 2013 (21:37)
Neneler, hep böyle derin bir sızı bırakarak, çekip gidiyor her halde çocuk yüreklerden. Buruş buruş yüzü, dişsizlikten içeri kaçmış çenesi, sabun kokulu elleriyle anneannem geldi aklıma… Deniz Türkoğlu'nun gönlüne sağlık…
Hülya Görkem - 25 Ocak 2013 (16:31)
Bende böyle yazmak istiyorum. Yolunu öğretir misiniz?
Boris Aykut - 4 Şubat 2013 (15:12)
Aynı evlerde, ninesiz ve dedesiz büyüyenler anlayamaz bu çığlığı. Asude bir mevsimin ışık artığı günlerdi o vakitler. Yavaş, sade ve yumuşak bir nefes sarıp sarmalardı bizleri. İyi idik üstelik, bu iyiliğin onlardan esen bir yanı vardı. İyileşen her yara kabuğunda onların dudak izi ayan beyan görünürdü. Böyleydi o günler, neylersin…
Gökhan Akçiçek - 8 Şubat 2013 (23:31)
Deniz Türkoğlu neler yazdı?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.