Deniz Türkoğlu - 25 Ağustos 2013
Büdütörüm efendim, Lacan'ın öyle bir tanımı var ki, koltuğu birkaç diş arkaya yaslar, bacakları arzın burnuna uzatır, gerim gerim gerinerek "işte bu!" dersin. Şöyle buyuruyor zat: "Aşk, karşılıklı konuşma arzusudur." Nasıl, muazzam değil mi? Valla bilmem, ben çok beğeniyorum.
Konuşmanın pek değerli bir şey olduğu ortada. Fakat susmak da öyle yabana atılacak denli kıymetsiz bir şey değil. Bu konuda, bu mecmuada, Sevgili Gökhan Akçiçek'in güzel yazıları vardır. Meselâ: Susmayı Özlemek.
Gerçi böyle deyince de insan arada kalıyor. Konuşmak da güzel, susmak da, peki tamam ama sonuç? Yap birini dediklerinde "konuşayım mı susayım mı, nerede konuşayım nerede susayım, ne kadar konuşayım ne kadar susayım" hesaplarına bi giriyorsun, bir daha çıkabilene aşk olsun (bi de bunun "ne konuşayım?" faslı var ama onu hesaba hiç katmayalım, Mustafa Keser'in "ne koyayım?" durumuna düşeriz). Dedim ya, zor iş.
İnsan anasının karnından "konuşmacı" olarak doğsa bile, bu "konuş/sus" hesaplarının altından kalkmak göründüğü kadar kolay değil, görünmediği kadar zor hatta.
Vesselâm değil allâme-i cihan, Cem Yılmaz gibi ikonik bir lâfazan olsan, yapacağın iş ortada. Hepi çoğu, konuşma metnini önceden yazar, ezberler, şerri mümkün mertebe dışarıda tutmaya çalışıp, her şeyi hayra yorar, bi de üstüne besmele çekip lâfa öyle başlarsın.
Doğaçlama mı peki bu? Değil, hele diyalog hiç değil. Yani biz Derkenar'da kalem oynatanların işi demeye getiriyorum, Cem Yılmaz'ın işinden daha zor.
Niye, çünkü konuşmak bu denli zorsa, yazmak ondan kolay değildir. (Konuşur gibi yazmak mutlaka hoş bir şey fakat yazma işinin her birimine öyle puzzle parçası gibi uymaz.)
Niye, çünkü yanlış bi şey konuştuğunda gargaraya getirmek, şakaya vurmak, olmadı baştan demek kolay, ama yazdığında bu manevralar saatte yüz elli kilometre hızla giderken lastiği patlamış kamyonun, direksiyonunu çevirmek kadar zor.
Niye, çünkü burada kaybedeceğini, dünya sahnesinde kazansan ne yazar?
Öyleyse soruyorum buradan Cem Yılmaz'a, "Neyleyim köşkü, neyleyim sarayı, içinde salınan yar olmayınca?"
Yeri gelmişken Lacan'a da bir çift sözüm var; Aşk, karşılıklı konuşma arzusu da, karşılıklı susma arzusu mu olamayacak? Öyle bir olur ki. Diyelim ki sevgiliyi aldın karşına, konuştun aylarca, yıllarca, yoruldun ya da lâf bitti ya da leb demeden leblebi, ne olacak öyle olunca? Aşk mı bitti?
Lacan'ım, benim feylezof kovboyum, çatalkaram, çingenem; sana yeni bir sorum var, kendini hazırla. Aşk hiç biter mi?
Tabii susmanın da bin çeşidi var. Öyleyse "hangi susma" veya "hangi konuşma" ?
Nereden bileyim ayol, ben Attilâ İlhan mıyım? Sadece insanoğlu aldığı her nefeste bilinçli ya da değil, "sürekli bir karmaşa"nın varlığıyla yüz yüze, onu diyorum. Aslında hayatın ta kendisi bu "karmaşa". Taksim'deki Gezi, Suriye'deki katliam, Mısır'daki darbe, Lübnan'daki patlama, mahalledeki kavga, apartmandaki cinayet, iş yerindeki intihar vesaire vesaire. Bu karmaşayı bazen susarak, bazen konuşarak mı aşmaya çalışıyor insan, nedir bilinmez. Neden konuşuruz, neden yazarız, büsbütün bunların da bilinmediği gibi. Öyle ya, değişmiyor çünkü eski düzen!
"Karmaşa mı, o da ne?" diye biri çıkıp soracak olsa, "gündemdir" demeyi ne çok isterdim. Can Yücel'in cevabına benzerdi ama, affedersiniz başka ne yapabilirdim?
Hepimiz kördüğümlerimizin ortasında "şu nalet olasıca ipin başını veya sonunu bi bulsam, o uçtan bi asılsam, ondan sonra var ya!" umuduyla, artık boşa kürekle mi dersin, yoksa saftirik bir avuntuyla mı, debelenip durmuyor muyuz, şu üç kuruşluk dünya çukurunda?
Öyle bir şey yok oysa, öyle bi çektin mi bütün kırışığı ütülenecek dümdüz bi düzen yok, bir sen varsın, bir de kördüğümün var, adına yaşamak diyorlar.
Büdütörüm efendim, noktayı koyarken "saadetle" diyeceğim, fakat yenge "Hangi Saadet?" diye sorabilir, o yüzden "huzurla" diyeyim de, en fazla İslâm'a gönderme yapmış desin, böylece güzel memleketimin saat 18. 45 itibariyle 30 derece gösteren güney kıyısı kordonunda bir tatsızlık yaşanmasın.
En derun sevgilerimle.
Gece. Saat 02:10.
Belim ağrıyor. Dört saate yakın zamandır oturduğum şu sandalyeden - belimin ağrısı yüzünden - bağırmadan nasıl kalkacağımı bilmiyorum.
Ama "kalkmadan önce yapmam gereken bir şey daha var" her gece olduğu gibi.
Siyah beyaz televizyon döneminde - malûm TV yayınları böyle 7 gün / 24 saat değildi - yayına başlanırken ve bitirilirken, Anıtkabir'de görevli çakı gibi askerlerimiz "rap, rap, rap" yürüyerek gelirler ve İstiklal Marşımız söylenip, Bayrağımız göndere çekilirdi ya hani?
İşte benim de öyle bir adetim var, şu son 1-2 yıldır. Bilgisayarın başına oturduğumda ve kalkarken web tarayıcımın adres çubuğuna illâ ki "derkenar.com" yazıyorum. Son gelişmeleri bir temaşa ediyorum. Sonra bilgisayarımı kapatıyorum.
Ama işte bazen - bu gün olduğu gibi - bir yazıya takılıyorum ve sabah "bir daha bu kadar geç yatarsam ne olayım" diyeceğimi bile bile okumadan edemiyorum. Hatta bazen yazmadan da edemiyorum.
Sevgili Deniz üstad, "susmanın da bin çeşidi var" demişsiniz ya. Elhak doğru! Ben "susan adam" çeşitleri konusunda biraz titizim. Yazınızda zikrettiğiniz Gökhan Akçiçek'in yazısının altına yazdığım küçük yorumda da belirtmiştim:
"Fitne-fesat düşünerek değil de, susabilmenin erdemi ile sessiz kalmayı başaranlara hep gıpta etmişimdir."
"Şimdi susuyorum, ama punduna getirince…" diye düşünendense, düşündüğünü dank diye söyleyeni baş tacı ederim üstadım.
Bir de, bir zamanlar GırGır'da gördüğüm (Sarkis Paçacı'nın olabilir mi?) bir karikatür var bu konuda, hep hatırladığım (yanılıyorsam, belki bir bilen vardır, düzeltir):
Bir sorgu ortamı. Sorgulayan, sorgulanana bir tokat atıyor ve 'Konuş lan!' diyor. Sorgulanan 'Ben bir şey yapmadım' diyor. Tokat bir daha patlıyor: 'Konuşma lan!'
Konuşmak ve susmak konuları olunca ortamda, gene aklıma geldi o karikatür, bütün hınzırlığı ile.
Ben de dilimde sözlerinin tamamını bilmediğim ama melodisini pek güzel mırıldandığım şu şarkıyı terennüm ederek yatayım artık:"Sussam olmuyor… Susmasam olmaz!"
Aman, belim!
Melih Özel - 26 Ağustos 2013 (02:41)
"Yazacaan be Deniz, n'aapacan!" Olmadı konuşacaaan. O da olmadı susacaaan! Mecbuuur n'aapacan be yavrum!
Yengen Saadet'i tanımazmış. Ne yapacak, tanıyorum mu diyecek, mecbuuur! Ne çektiniz be yavrum! Haa?
Vasfiye Teyze - 26 Ağustos 2013 (11:08)
Şey, bir itirafta bulunucam: Aslında yukarıdaki yorumu ben yazdım. Büdütör okusun da gülsün diye. Nasıl olduysa, keriz tarafına denk gelmiş, yayınlamış.
Silsem öldürürler, silmesem öldüm →
Co-Büdütör - 26 Ağustos 2013 (20:14)
Üzülme Vasfiye Teyze, ben de yukarıdaki yazıyı büdütörün yazısına yorum diye yazmıştım. Nasıl olduysa, iyi tarafına denk gelmiş, gözümü bir açtım kendimi burada buldum. Yorumdu derken, yazı olmuş, Grup Dönüşüm'ü dinlemeye vesile olmuş, süper olmuş, dinleye dinleye öldüm.
Aklınıza sağlık aile.
Deniz Türkoğlu - 26 Ağustos 2013 (21:09)
Bir de şu var, araya kaynak yapmazsam olmaz: Dönsem öldürürler, dönmesem öldüm →
Bunun biyolojik hayattaki adına "vertigo" diyorlarmış galiba.
Co-Büdütör - 26 Ağustos 2013 (21:30)
Google'ın böyle taklacı dönek bi şey olduğunu, başından beri hissediyordum zaten.
Deniz Türkoğlu - 27 Ağustos 2013 (10:48)
Deniz Türkoğlu neler yazdı?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.