Marguerite Duras
Künye - Marguerite Duras, Somut Yaşam, Çeviren: Bertan Onaran, Yüzyıl Yayınları, 1.Basım Temmuz 1988
Ev, aile ocağıdır, çocuklarla erkekleri barındırmak, kendileri için yapılmış bir yerde tutmak, sağa sola dağılmalarına engel olmak, yüzyıllardan beri içlerinde yatan kaçıp gitme, serüvenlere atılma heveslerini unutturmak içindir. İnsan şu an en çetin konuya el attığında, bu evin temsil ettiği o çılgınca girişim hakkında kadının kafasında beliren düşünceye, o kaygan, pürüzsüz gerece ulaşmak ister. Çocuklar ve erkeklerle arasındaki ortak bağlayıcı noktaya ulaşmak ister.
(Sayfa 43)
* * *
İşin altından kalkamayan kadınlar vardır, içini alabildiğine doldurdukları, ıvır zıvır yığdıkları evleriyle baş edemeyen, kendi bedenleri üzerinde dışarıya doğru hiç bir açıklık bırakmayan, bütünüyle yanılan ve buna karşı hiç bir şey yapamayan, evi yaşanmaz hale getiren ve böylece çocukların onbeş yaşına basar basmaz, tıpkı bizim gibi, kaçıp gitmesine yol açan kadınlar. Evden kaçarız, çünkü anamızın öngördüğü tek serüven budur.
Bende köklü bir evi çekip çevirme duygusu vardır. Bütün ömrüm boyunca duydum bu eğilimi. Hâlâ içimde bir şeyler kalmıştır ondan. Şimdi bile, dolaplarda yiyecek ne olduğunu, canlı kalabilmek, yaşayabilmek, yıkımlara dayanabilmek için, her an, yeterli şeyin bulunup bulunmadığını bilmem gerekir. Ben de, sevdiklerim ve yavrum için, yaşam gemisinin, yaşam yolculuğunun kendi yağıyla kavrulmasını isterim.
(Sayfa 49-50)
* * *
Belki de kadın kendi umutsuzluğunu analıkları, eşlikleri boyunca kendi içinde üretmektedir. Bütün ömrü boyunca, her günün umutsuzluğu içinde, egemenliğini yitirmektedir. Gençlik özlemleri, gücü, sevgisi en katkısız yasallık içinde açılmış ve kabul edilmiş yaralardan akıp gitmektedir. Belki böyledir bu iş. Belki kadın belli bir idealin kurbanıdır. Belki becerikliliğini, sporculuğunu, mutfak ustalığını, erdemini ortaya koymakta tam anlamıyla başarıya uğramış kadının kaldırılıp atılması gerekir.
(Sayfa 56)
* * *
Evin birtakım maddî nesnelerle dolması her şeyden önce ve aynı zamanda, düzenli olarak Paris'i istilâ eden, bilmem ne zamandan beri sürüp gelen bir dinsel törenden, ucuz satışlardan, indirim indirimlerinden, yok fiyatına satışlardan gelmektedir. Beyazlar, sonbaharda yapılan yazlık ürün fazlalarının, kışın yapılan sonbahar ürün fazlalarının satışları, gerçekten gereksindikleri için değil, ucuz olduğu için, kadınların uyuşturucu yutar gibi aldıkları nesneler, eve gelir gelmez bir köşeye atılıveren bütün o "çılgınlıklar". Sorarsanız: "Bana n'oldu bilmem…" derler. Yabancı bir erkekle otelin birinde geçirdikleri bir gece için söyleyecekleri gibi.
(Sayfa 58)
* * *
Doğduğum ülke, bir su ülkesidir. Göllerin, dağlardan inen çağlayanların, pirinç tarlalarının, kasırgalar sırasında sığındığımız ovadaki toprak renginde ırmakların ülkesiydi. Yağmur öyle yağardı ki, insanın canını acıtırdı. On dakikada bahçe suya boğulurdu. Yağmurdan sonra buhar çıkaran sıcak toprağın kokusunu kim anlatacak? Kimi çiçeklerin kokusunu. Bahçenin birindeki yaseminin kokusunu. Ben, doğduğu ülkeye bir daha hiç dönemeyen biriyim. Hiç kuşkusuz bu, oradaki, salt çocuklar için yaratılmış doğadan, iklimden ötürüydü. İnsan büyüdükten sonra, bu anıları yanına alamıyor, hepsi dışımızda kalıyor, yaşandıkları yerde kalıyorlar. Hiç bir yerde doğmadım ben.
(Sayfa 63)
Bir sürü ve değişik hayvanım olsun isterdim. Paris'te inek edinmek olanaksız, çıldırmak kadar olanaksız. Paris'te, konutun kapısına bağlanmış bir inek, hemen ertesi sabah, hem inek, hem de sahibi için tımarhane demektir.
Geçen hafta, televizyonda, Kuzey Kutbu'ndaki buzların altından kocaman bir ayının çıktığını gördüm. Başını çıkarıp baktı. Deliğinden dışarı çıktı ve bitkin, olduğu yere devrildi.
Bu kocaman ayının 86 kışında üç yavrusu oldu, üç ay yerinden kıpırdamadı, hiç bir şey yemedi. Yavruları son derece sağlıklı, sütüyle alabildiğine iyi beslenmiş durumda. O ise, tam anlamıyla bitkin.
İlk gün bir dakika, ikinci gün iki dakika dışarı çıkıyor. Bir hafta sonra, kendi üzerinde yuvarlanarak denize dek iniyor. Yavruların dışarı çıkmamaları gereken deliğe bakarak yüzüyor. Artık ayağını sürümüyor, küçük bir fokun yarısını yiyor, öbür yarısını yavrularına götürüyor.
General De Gaulle kadar iri, generali getiriyor insanın aklına. Olağanüstü bir yaratık. Deliğinden yüz metre ileride kendisine bakan bir erkek ayı var. Ayı duruyor, erkeğe bakıyor. Erkek ayı korkup, tabanları yağlıyor.
(Sayfa 66)
Annem, kamu görevi yapanlardan, Devlet görevlilerinden veznecilerden, mübaşirlerden, gümrükçülerden, görevi yasayı saydırmak olan herkesten korkardı. O onulmaz kafa yapısından ötürü kendini hep suçlu sayardı. Hiç bir zaman bütünüyle kurtulamadı bu korkudan. Ben anamın bu korkusundan sözlü sınavlarla kurtuldum. Başardığım her sözlü sınavdan sonra, aileden gelen yoksulluğa karşı bir adım daha atmışım gibi bir duygu belirirdi içimde. Talih kapısını açan söz. Kendi bedenimle, beni yutmak isteyen toplumsal varlık arasında amansız bir çatışma vardı sanki. Şarkıcılar, oyuncular seyirci karşısında aynı şeyi yaşıyor olmalılar.
Şarkı söyleyişinizi ya da konuşmanızı dinlemek üzere para verenler, yaşayabilmek için "altetmeniz" gereken düşmanlardır. Bunu, söze egemen olmayı, dinleyiciyi ardınıza takıp götürmeyi bir kez becerdiniz mi, ondan sonra hep becerirsiniz. Sizi dinlemek için zahmetlere girmiş insanları düş kırıklığına uğratmamak gerektiğini öne sürersiniz. Oysa işin aslı bunun biraz ötesindedir, sizi mahkûm etmeye geleni boğazlamaya girer azıcık.
(Sayfa 107)
Burada, insanı kentin boğuculuğundan, sımsıkı sarmalamasından koruyan deniz var. Burada, Paris insana bir yanılgı, benimsenmesi olanaksız bir site hali gibi gözüküyor. Ölüm pazarı, uyuşturucu pazarı, cinsellik pazarı orada, Paris'te. Yaşlı kadınlar orada gebertiliyor. Karalar'ın yatakhaneleri orada ateşe veriliyor, iki yılda altı etti.
Arabalı insanlar, yontulmamış, kaba, saldırgan, arabalarıyla cana kıyan insanlar orada; eroin pazarının yeni zenginleri, ölüm pazarının Yönetim Kurulu Başkanları. Volvo ya da BMW'yle dolaşıyorlar. Eskiden bu markalar gizli sonuçları içinde inceliği, herkesle kibarca konuşmanın ve sesin, güzel pabuçların, güzel kokuların inceliğini dile getirirdi. Bir bakıma, ölçülülüğün züppeliğiydi. Şimdiyse kimsenin içinden bu arabaları almak gelmiyor. Kent Paris, eski kent. Yitip gidiyor insan orada. Suçu korumak, silmek, masetmek için en uygun yer; oniki milyon kişiden oluşmuş koca bir molekül.
(Sayfa 117)
İnsan yaşarken, nesnelerin ne zaman orada olduklarını, var olduklarını bilmiyor. Geçen gün bana, yaşamın çok kere ikili olarak kendisini gösterdiğini söylemiştiniz. Ben de işte tam böyle duyumsuyorum; yaşamım ikili, kötü monte edilmiş, kötü yorumlanmış, yerine oturmamış bir film, sizin anlayacağınız bir yanılgı gibi. Cinayetleri olmayan, aynasızı ve kurbanı olmayan, konusu, hiç bir şeyi olmayan bir polis filmi. Öyle olmaması için yapılması gerekeni bulun bakalım. Hiç bir şey demeden, en küçük bir el hareketi yapmadan, belli bir şey düşünmeksizin, salt kendimi göstermek üzere bir sahnede dikiliyorum sanki. Evet, böyle.
(Sayfa 128)
* * *
Gönderen: Hacer Günebakan
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.