Necdettin Efendi - 27 Nisan 2012
Bir yazımda "kamuoyu dediğin, ağda gibi nereye çekersen oraya uzayan bir macundur, iki tane haber bülteni yeter de artar bile" dediğimi hatırlıyorum.
Bunu söylerken, "kamuoyu ahmaktır, her şeye kolayca kanar" gibi kaba bir sınıflandırma yapmadığım anlaşılmıştır umarım.
Ne var ki, tek tek bireyler bazında baktığımızda, üniversite mezunları da dahil, hatta öncelikle onlar, "neler oluyor hayatta" ya da "olup bitenlere hangi perspektiften bakmalıyım" sorularının cevabını pazar yerinde, reklamla köpürtülmüş, göze sokulmuş sığ mecralarda arıyor.
Diğerlerinin fevkinde bir yere koymaya eğilimli olduğumuz "sosyal medya" da temelde aynı ihtiyaca cevap veriyor: Eğlence sosuna bulanmış a-la-minute bilgiçlik. Kızıştırılmış bir rıza üretme kampanyası eşliğinde, neredeyse sosyal değişimlerin, hatta devrimlerin, twitter ve facebook marifetiyle oluştuğunu sanma noktasına itekleniyoruz.
Küsürat kısmı kazınıp atılırsa, sosyal medyanın da nihayetinde medya olduğu ve yapay kanaat oluşturma, kitlesel algıyı şu ya da bu yöne gütme konusunda değişenin, sadece hız ve mecra olduğu görülür.
Belki kolaylık olsun diye adına "toplum" dediğimiz ormanın zorbaları belki dans ederken zaman zaman ayak değiştiriyor, bazen kimileri oturup diğerleri dansa kalkıyor. Ama algılarımızın ve hayatımızın Paranın Efendileri tarafından "yönetilmekte olduğu" ve biz çokbilmişlerin daha fazlasını bilmek adına sergilediğimiz her öforide kumpasın içine bir kez daha balıklama daldığımız gerçeği şimdilik değişmiş gibi görünmüyor.
Ben facebookun, twitterin velhasıl internetin, iletişimde yarattığı değişimin ve ona atfedilen devrim yaptırma potansiyelinin ikincil önemde olduğunu düşünüyorum. Hatta ne ciddiyette bir iletişim imkânı sunduğundan da emin değilim.
İnternet, bilginin parası olanın tekelinden çıkmasını sağladı. Ayrıca mesafeleri farazî olmaktan çıkarıp ölçülebilir hale getirdi. Bu da haliyle topluma varlığı inkâr edilemez bir şeffaflık getirdi.
Bunu demişken, gerçi konuyu dağıtmak gibi olacak ama, bu tür mecraların getirdiği asıl yenilik, insanlara kendilerine ait olan ve korumak ve geliştirmek istedikleri bir var olma alanı sunmuş olması. Bence baskı rejimleri insanların sahip olduğu, yahut oyalandıkları bir şeylerin olmadığı ortamlarda kök salıyor. Sahip olan insan, bu ayrıcalığını tehlikeye atan şeylere dolaylı ya da dolaysız tepki duyuyor. Demokrasinin ve kapitalizmin omuz omuza gitmesi biraz da bundan değil mi?
Yalçın Şahin - 27 Nisan 2012 (15:30)
İnternetin -hatta Facebook ve Twitter'in- hayatımıza kazandırdığı saydamlık azımsanacak şey değil. Bu sayede yayıncılığın artık sadece sermayesi olanların -ve onların hizmetkârlarının- tekelindeki bir iş olmaktan çıkardığı konusunda Yalçın Şahin'le hemfikirim.
Bu aslında kıymeti bilinesi, el üstünde tutulası bir imkân, bir derdi olan ve bunu dünyaya anlatmak isteyenler için…
Peki internette gezinip duran çoğunluğun derdi ne?
Gördüklerim beni yanıltmıyorsa, çoğunluğun derdi, şamatadan uzak kalmamak, "ben de buradayım" diye zıp zıp zıplamak, "kendi kendisinin magazinini yapmak" … (Bkz: Fersan Cevriye - Facebook)
"Hayatlarımızın tatsız ve kuru geçtiğine" bizi inandırmak için elinden geleni ardına koymayan reklamcılar ve onların iplerini ellerinde tutan sermaye sınıfı var oldukça, internetteki encamımız, birer "panpiş" olmaktır neticeten.
Şu yorum alanına iki satır görüş yazmaktan ödü kopanların Facebook profillerine bir göz atın bakın, her konuda neler neler döktürmüşler…
Orda "edebinizi takının" diye kulak çeken sıfırcı necdettin hocalar yok çünkü, sorumluluk almak yok, sözüne imlâsına tavrına özenmek yok, atış serbest.
Demek ki özgürlük, bizim onu ne şekilde ve hangi amaç için kullanacağımıza bağlı olarak hem varmış hem yokmuş. "Tamam, artık konuşmak serbest" dendiğinde sanıyoruz ki, herkes şekspirden soneler döktürecek. Meğer çoğunluğun ilk arzusu hiç bir risk almadan ana avrat sövmek değil miymiş? Vay anasını!
70'lerde apartman çocuğu devrimcilerin "işçi sınıfı" romantizmine gülerdim. Şimdi de "internet ve özgürlük" temalı güzellemelere gülüyorum.
Necdettin Efendi - 27 Nisan 2012 (16:01)
"Ben de buradayım diye zıp zıp zıplamak", durumu gayet güzel anlatıyor… Zıp zıp zıplamasak da bu çaba hepimiz için hep vardı ama hiç bu kadar çabasız, risksiz ve sonuç verici olmamıştı.
Eskiden az çok ufku geniş olanlar ya da kültür sahibi olanlar diyeyim, bir dünyayı değiştirme projesine angaje olarak bunu yaparlardı. Bunu kötülemek için söylemiyorum. Bu şansı olmayanların kısmetine düşense, mahalle köşelerinde sigara tüttürmek ya da dantel örüp çeyiz dizmekten ibaretti.
Bugünse internet bu iş için çoğunluğun üzerinde anlaştığı ve kapılarının herkese açık olduğu standard bir platform sunuyor. Kimisi bir ressam titizliğiyle kendine sanal bir profil oluşturuyor, kimisi de o site benim bu site senin önüne gelene düz gidiyor. Ama sonuçta yaptığı şeyin, birilerine ulaştığını ve bir yerlerde iz bıraktığını biliyor. Herkesin sahiplendiği ve kimsenin kolay kolay feragat edemeyeceği bir imkân bu.
Şöyle bir deney yapılsa, misal altı aylığına internetin fişi çekilse, insanlar hiç bir şey olmamış gibi yoluna mı gider, yoksa toplanıp örgütlenip, kendilerine bunu yapanların yakasına mı yapışır merak ediyorum.
Yalçın Şahin - 27 Nisan 2012 (18:59)
Uzun zaman geçti üzerinden. İzmir'de bir pazar, sabahın köründe rahmetli Basri ağabey beni evden aldı, Tuzla'da, sanırım adı Bahattin'di, oranın yerlisi, 40 yaşlarında bir başka abinin teknesiyle balığa çıktık. O sıra, Tıbbiye'de okuyorum, balığı çok seviyorum ve hayatımda ilk defa balığa çıkıyorum.
Neyse uzatmayayım. Açıldık, olta, kepçe, ağ, kaşık filân bir yığın alet edevat ile debelenildi, uğraşıldı. Epey bir balık tuttuk. Akşam eve geldik. Bana bir çıkın yaptılar, tutulan balıkları içeren. Basri abi de "teyzeye bir merhaba diyeyim" dedi. Kapıyı çaldık.
Annem kapıyı açtı, elimde hatırı sayılır miktarda balıkla, sırıtarak girdim içeri. Annem, "ne çok balık o öyle" dedi, "ne balığı onlar?" Boş gözlerle baktım, "balık işte" dediğimi hatırlıyorum cılız bir sesle. Basri ağabey kahkahalarla gülerek "şunlar lidaki, şunlar mercan, şunlar sarıkanat…" filân diye aydınlattı annemi, ben "ulan, ben ne salağım ya!" duygusundan kurtulmaya çalışırken.
Ne alâkası var diyeceksiniz? Necdettin hocanın, 'internette gezinenlerin ne yaptıklarına dair" sorusu çağrıştırdı bunu bana.
İnternette bilgi aramak, bilinçsiz balık tutmaya çalışmak gibi bir şey bence. Sağlıklı ve doğru bilgiye ulaşabilmek için hem ne aradığını bileceksin, hem de edindiğin bilgiyi sorgulamayı düşünecek kadar feraset sahibi olacaksın. Yoksa internette, kerameti kendinden menkul bir yığın (bağışlayın) kazmanın işkembe-i kübradan attığı, bir dolu herze, bilgi diye ortada dolaşıp duruyor.
Doğru, internet bilgiye ucuz ve kolay ulaşım olanağı sağladı, ama erişilen her sitenin editörü-büdütörü yok yazık ki! Böyle olunca da, doğru / sağlıklı olmayan bilgi her an insanın elinde patlayabiliyor.
Öğrencilerden biliyorum. Akşam bir kaç saat ayırıp, kitaptan, dergiden okusa edineceği doğru bilgi yerine, bir yandan "feyste" sosyalleşirken, bir yandan feşmekân sitede, bir zıpırın ekleştirdiği, yarım yamalak "bilgiyi", ertesi gün dile getirmeye kalktığında, mahçubiyetin dibine vurabiliyor insan.
Melih Özel - 27 Nisan 2012 (20:44)
Necdettin Efendi ve onun gibiler neler yazdı?
Bahtsız Bedeviile
Kutup Ayısı(8 Kasım 2012)
dokunulmazevlâtları (26 Nisan 2012)
Ek yerini belli etme de…(4 Nisan 2009)
Bacımektubu (13 Mart 2001)
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.