Patronsuz Medya

Honki Ponki Tonino

Zeynep Bozboğa - 16 Kasım 2011  


"Seksenlerde Çocuk Olmak" başlıklı sayfaları görünce ceddime küfretmişler gibi öfke kaplıyor içimi. Övünecek başka şeyi olmayanlar, mallamasına buldukları her tırışkadan veriyi "aman da ne günlerdi" diyerek allayıp pullayıp pazarlıyorlar 21'nci yüzyıl sanalına.

Seksenlerin en ateşli döneminde doğmuş bir insan olarak şunu açıkça söyleyebilirim ki bizim dönemimiz bu ülke tarihinin en sıkıcı, en boktan dönemine denk düşüyor.

Ortalığın sağcı, solcu ve konjonktür neyi gerektirirse diyenlerin arasında üçe bölündüğü dönemde dünyaya teşrif etmişim. O vakitler sağcısı da solcusu da kendilerince doğru bildikleri yolda ölümüne mücadele ediyorlarmış. Tabii ki biz o ateşli günleri göremedik, bize o günlerden geriye kallavi bir paranoya kaldı, onu gördük çok şükür.

İşte 78 kuşağının gerine gerine övündüğü bazen de utanç duyduğu dönemleri bilmeyenleriz biz, benim o döneme dair hatırlayabildiğim yegâne şey sabah askerlerle birlikte açılan televizyon ve benim televizyonu devlet sanmamdı.

Devlet mi? Çirkin, yaşlı, sıkıcı ve sürekli konuşan erkeklerin dünyasıydı. Ne işe yaradıkları hakkında en ufak fikrim yoktu, sadece erkekler arasında muhabbet malzemesiydiler o kadar. Yarısı şerefisizin önde gideni, diğer yarısı ise gökten inme melâike!

Gizli saklı kısık sesli, aman sus kimse duymasınlı, fazla kurcalamayın başınıza iş açarsınızlara bulanmış, konuşanların bile sansürlemekten bir şey anlamadığı sohbetlerdi bunlar.

Enteresan bir korku hali hakimdi ve bir o kadar da içe sindirilmiş çaresizlik. Sürekli küfredilen kaderin suçuydu her sorun ve talihsizilik bu ülkenin makus talihiydi.

Bir ara değişim rüzgârları esmeye başlamıştı dünyada Berlin Duvarı yıkılmış, Varşova Paktı çökmüş ve barışçıl şarkılar yazılmaya başlanmıştı. Neredeyse dünyadan "sevelim sevilelim" nidaları yükselecekken bizde ayrılıkların tohumları filiz vermeye başlamıştı bile. İçeriği şüphe barındıran ölümler ve faili meçhul cinayetlerle daha sabiyken tanışma şerefine erişmiştik, ruhumuz geçe bırakılmadan taciz edilmişti.

Renksiz televizyonun flu çocuklarıydık, hayatı oturduğumuz yerden hissetme usulü öğrendik. Üç tekerlekli bisiklette denge kurduk zannettik, pateni, kaykayı sadece televizyonda gördük. Zaten havalı olan her şey televizyonda vardı ve hayatımızın o havalı şeylerle uzaktan yakından alâkası yoktu. Fıstık ezmesi ile tahin, pekmez, tenis raketi ile zibil küreği arasında bağlantı kurmak sadece bizim nesle has bir şeydi (ya da bana, tam olarak bilemiyorum).

Televizyon çocuğuyduk biz, sadece bakmayı öğrenmiştik. Misal; güzel kelimelerle anası bellenen dünyanın pornografik biçimde demokrasiye kavuşmasını ağzı açık ayran budalası gibi izledik. Ortada bir tatmin olan var mıydı inanın hatırlamıyorum, daha küçüktüm ve skor kaç kaç henüz bilmiyordum.

Çernobil, Bhopal felâketi, İran-Irak, Sovyet-Afgan savaşı, birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü derken şu an rakamları tam olarak hatırlayamayacağım sayıda intifadayı içimize çekmeden göz tiryakiliği mesafesinde izleyip doğal afetleri Allah'a, kötüleri Rambo'ya havale ettik. Biz büyüyene kadar dünya bir şekilde idare etmeliydi, azıcık ele kola geldiğimizde kurtarma görevi ne de olsa bize düşerdi.

Anlayacağınız hayal tadında bir masalla ya da masal tadında bir hayalle çalahayat yaşadık. Geleceğe yönelik var olan sanılarımızın her birinden teker teker çuvallamayı becerdik. Dünyalılar asla arkanı dönemeyeceğin bir fahişe gibi kıvrak, hiç bir şeyine güvenemeyeceğin bir zepevenk kadar alçaklaşmıştı ve maalesef biz performans testinden hep düşük not alanlar, piyasada pek para edemedik.

Seksenleri SSCB, PKK, faili meçhul, ihtilâl, darbe nedir diye sorarak geçirdik, anladık anlamadık doksanlara rücu ettik. O tarihlerde ise sürekli parça tesirli bir bombanın üzerinde oturuyormuşuz hissi ile yaşamayı öğrenmeye çalışarak geçirdik.

Yani koca bir yirmi yılı heveslerimizi yaşayamadan, meraklarımızı cevaplayamadan tükettik.

2000'li yıllar ise başlı başına fiyaskoydu. Sanmıştık ki 2000'li yıllarda uzaya gideceğiz. Bizdeki de ne hayal gücü ama, Kıbrıs'a git desen gidecek paramız yok, uzaya baya baya niyet besledik.

Meğer uzay çağı filân hikâyeymiş, televizyon izlerken damdaki çanağın Türksat2A ile bağlantı kurması falan filânmış. Anlayacağınız yıllarca havada uyutmuşlar bizi.

Şu üç günlük canına yandığım hayatı Voltran oluşturamadan, uçan araba ile tanış olamadan, zaman makinasını göremeden bitirdik. Ne uğruna ölünecek davamız, ne de bir aşkımız oldu.

Sonuç itibarı ile, başarısızlık ve hayal kırıklığı diz boyu, saysam fizana yol olur ama iki şey var ki acısı daima yüreğimde. Birincisi, ülkenin en ateşli dönemini kıçı bağlı ağlak biçimde geçirmek, ikincisi, dahil olamadığım dönemin en piç kalıntısı olan paranoya sayesinde ergenliğimi sulta altında geçirmek. Yanarım da bu ikisine döner döner yanarım.

Yorumlar

Yazıyı okurken, seksenlere dair izlediğim o eğlenceli güzel videoları izlerken, resimlerin üzerine not düşülen yazıları okurken her ne kadar yüzümü güldürse de içimde oluşan onulmaz burukluğun nedenini farkettim…

Bilga - 23 Kasım 2011 (10:43)

Boşuna yanıyorsunuz. Getirdiğiniz eleştiriler zaman/mekân orantılı değil. Bugünden bakarak geçmişi sopalıyorsunuz sadece. Sadece anıları karartır başka bir işe yaramaz. Otomobil lastiği onca uğraşa rağmen bir kaza ile bulunmuş, diğer hayatî keşiflerle aşağı yukarı aynı hikâyeyi paylaşarak. Toplum çabalar ama semeresini bir sonraki nesil görür. İnsanın doğasında bu var.

Cüneyt Engin - 20 Ocak 2012 (14:48)

diYorum

 

Zeynep Bozboğa neler yazdı?

76
Derkenar'da     Google'da   ARA