Ahmet Büke ve necdet - 15-16 Ocak 2004
Sevgili Necdet… Annem insan yükü ağırdır
der. Doğrudur. Ben baştan uyarayım da istersen bu mektubun devamını okuma.
Her gün gözümü deli bir güne açıyorum. Koşturarak işe gidilecek. Hayat değil cenk meydanı sanki. Herkes birbirinin gözünü oymak için bilenmiş de gelmiş. Aşağıda zırhlarını, demir maskelerini, balık sırtı yatağanlarını kuşanmış insanlar. Çelme takıyor, sert omuzlarla sendeletiyor, düşenin başına üşüşüyorlar. Öldüren bir hamle sonra ölüyor. Ya da ölmemek için daha fazla öldürmek zorunda kalıyor. Tribünlerde sezarlar, aklı düşmüş fahişeler, madrabazlar, kubur fareleri. Aşağıdaki haykırışlara yukarıdakilerin yılışık gülmeleri karışıp duruyor.
Ben kaba sıvanmış zeytinyağı gibi iğreti kalıyorum hep. Elimin ucuyla yaşıyorum sanki. Hiç bir yere sığamayan, aidiyet duygusu dumura uğramış bir ademoğlu çıplaklığıyla oramı buramı örtmekten bunalıyorum. Ama heyhat, her gün bu içtimaya çıkılacak. Sağdan say
komutunun bıçak ucu beni gösterdiğinde kısık bi sesle sigorta numaramı söylüyorum. Gözleriyle dövüyor omzu kalabalık birisi.
Nereye gitsem, ne yapsam… Arada başka yaşamların defterlerini karıştırıyorum. Hepsi birbirinin kopyası sanki. Işık gördüğüm yere koşuyorum. Hep aynı aynanın kırıkları.
Bizi açlıkla terbiye ediyorlar. Yokluğu gösterip kendi kumaşlarına dokumak istiyorlar. Anne yastığına işle beni
diyorum ama bu işin piştiği yer zaten o kutsal
dört duvar. Korkularımızı önce kendi evimizin mutfaklarında karıyorlar. Her gün yeni tariflerini öğrendikleri, endişe sarması
, kaybetme helvası
, sürüden ayırılanı kurt kapar oturtması
, sokaklara düşersin reçeli
, diyetini öde dolması
yla soframızı dolduruyorlar.
Nedir istedikleri? Zaten dünya onların. Zaten kaç zamandır tek kale oyunları. Zaten ağlarımız sökülmüş, kramponlarımız çamura düşmüş, sakalımız uzamış, dizlerimiz kanamış, tersanelerimize girilmiş. Sadece sırtımızı dayadığımız bir eski zaman duvarı kalmış. Neden ısrarla sıyırdıkları derilerini üstümüze teğellemeye çalışıyorlar.
Cebimde hiç cevabım yok.
Belki korkularımı önüme koyup işaret parmağımla dürtmem lâzım. Şeffaf çeperlerini kazıyıp hışırtıyla akmalarını izlemem lâzım. Belki onlarla üstümü başımı batırmalıyım. Bu güçlendirilmiş, tahkim edilmiş, hendeklenmiş, zehir katılmış ben
i aşarsam gün batımını leylâk kızartısı gibi görür müyüm acaba.
Nereye gitsem, ne yapsam… El kadar bile bir saçak altı kalmadı mı bize…
Cebimde hiç cevabım yok. Yalnızca yere serpilen kırıntılara koşan bir kel tavuk sürüsünü görüyorum. Çarpa çarpa aralarındayım. Eskiden kırmızı bir atkım vardı. Ona bürünürdüm üşüyünce. Gideli çok oldu. Ensemden aşağıya poyraz akıyor artık.
Nereye koşsam, nasıl nefes alsam?
Ahmet - 15 Ocak 2004
* * *
Merhaba Ahmet.
Sanırım bugün biraz daralmışsın bir şeylere. İnsan olup da zaman zaman daralmamak, daha öteye gidemiicem galiba
diye düşünmemek elde değil maalesef. Orayı geçelim. Daha hoş mevzular var.
Bugün sinemaya gittim, Carandiru filmini seyrettim. Çok güzel ama çok da sarsıcı bir filmdi. Bir anlamda sinema kapattım sayılır; film gösterimden kaldırılmış, Denizli'ye göndermek üzerelerdi, tam manita ile ben gişenin önünde tüh, kaçırdık
diye hayıflanırken, oradaki sinema yöneticisi seyredecekseniz sizin için son bir kez daha oynatırız
dedi ve biz matine saatinden 40 dakika sonra bize özel bir matinede iki kişi seyrettik filmi. Geçenlerde bir kez daha olmuştu iki kişi film seyrettiğimiz aynı sinemada. Küçük Özgürlük'ü iki kişi seyretmiştik.
Akşam eve geldiğimde maillere baktım, bir tanesi hafifçe içimi daralttı.
Şimdi sana da anlatıp sıkıntını artırmak istemem, sadece şu kadarını söyleyeyim; yazma çizme işinin en kolay tarafı yazmak ya da çizmek; en zor tarafı ise ondan sonrası; insanların duyarsızlıklarına, ilgisizliklerine, kalın kafalarına, anlayışsızlıklarına, hoyratlıklarına göğüs gerebilmek ve bir daha yazabilmek için kendini yeniden kandırabilmeyi başarmak.
Her neyse. Yazıyı bir kez daha göndermişsin. Halbuki ben onu zaten hazırlamıştım dün akşam. Bu mektubunu da ne kadar kırık ve karamsar olursa olsun yayınlamak isterim, çünkü çok güzel yazmışsın yine.
Keza, biliyorsundur ama bir de benden duy; orada anlattığın mağlubiyet duygusunun panzehiri yok galiba, varsa da ben bilmiyorum. Kaç yaşına gelirsen gel kaşarlanamıyorsun. Arada bir kendini iyi hissettiğin oluyor, sonra o yumruk gene geliyor kalıtsal bir hastalık gibi, suratının ortasında patlıyor. Ve her sarsıntıdan sonra hançereden o kadar güzel bir ses çıkıyor ki kendin bile şaşırıyorsun buna. Galiba bülbülün güzel ötebilmesinin sırrı göğsüne batan dikende. Bu da bir var oluş biçimi olsa gerek. Bazıları acıyı damıtıp bal yapıyor.
Sevgiyle.
Necdet - 15 Ocak 2004
* * *
Sevgili Necdet…
Carandiru buraya da gelecek. şimdiden gidilecek filmler listesine aldık. İzmir'de dokuz eylül üniversitesi'nin desem
diye bi sineması var, Alsancak'ta. İyi filmler bir kaç ay sonra daha ucuza geliyor. Biz de oranın müptelâsı olduk. En son Barbarların İstilâsı'na gittik. Bilmiyorum izledin mi. Gitmediysen mutlaka izle derim. İçime bir çentik attı da geçti adeta.
Şu yazma çizme sonrasında olanlar
ile ilgili hissettiklerini tahmin edebiliyorum. Yazılanı okuma, hazmetme, sindirme ve değerlendirme konusunda genelde kötü bir sicilimiz var. Biz daha çok ön kabullerimizle yola çıkarız. Bir fikre inanmamanın veya red etmenin bile etiği vardır aslına bakarsan. münazaralara
bayılırız. Çünkü o coğrafyada genelde sidik yarıştırılır. Amaç karşındakini dinlemek ve fikrini söylemek değil, ne olursa olsun düşünceni savunmaktır. Ne yaparsan yap, kelime oyunları düz, demogoji yap, akımı bokum anla, anlat ama osuruğunun sesi karşındakinden daha çok çıksın. Ben buna her pipim münazara diyene bir avuç tuzla koşmak
sendromu diyorum:)
Diz kırıp, cidden yazmaya başlayalı iki yıl olmadı daha. İçim oturana kadar sallanmam, gidip gelmem, zaman zaman anlaşılmaz olmam doğaldır. Hem kendimi en özgür hissettiğim anları yazarken yakalıyorum ve dizginleri bırakıp o atın çıplağında
rüzgârın yüzüme çarpması hoşuma gidiyor. Önceki mektubumu yayınlamanda benim tarafımdan bir sakınca yok. Gerçi herkesin derdi ziyade, kimseyi bunaltmayalım derim ama yine de sen bilirsin:)
Sevgiler.
Ahmet - 16 Ocak 2004
Ahmet Büke neler yazdı?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.