Patronsuz Medya

Dünyanın kiri

Ahmet Büke - 16 Ekim 2004  


Deniz kenarına dökülmüş büyük kayaların üzerinde oturuyordum. Sigaramı dudaklarımdan alıp saymaya devam ettim. İşte her öğleden sonra olan şey yine tekrar ediyordu. Üç kısa, sert dalgadan sonra daha sakini geliyor ama onu takip eden sinirli su, yosunlu çakılları tersyüz edip ayakkabılarıma kadar sıçrıyordu.

Bu değişemezliği arada geçen balıkçı sandallarının köpükleri bozuyordu sadece. O zaman bütün düzen altüst oluyor. Denizin eski ritmine kavuşması için iki üç dakika geçmesi gerekiyordu.

"Acıktım ben yahu."

Hay dibine yandığım balıkçıları, arka arkaya dizilmişler. Fener alayına çıkmışlar sanki. Bok var.

"Senin yaptığın arkadaşlığa sığmaz bak."

Yusuf arkamdan lâf yetiştirip duruyor. Doymazsa susmaz ki bu çocuk. Altıma serdiğim ceketin cebinden gazete kâğıdına sarılı helvayı çıkarıyorum. Gel desem gelmez. Bankın üzerine tünemiş yine. Güneş ısıtıyor bizi.

"Bak bunu paylaşacağız. Ekmek yok ama bugün. Dur, dokunma sen. Ben bölerim."

Biliyorum böyle deyince üzülüyor. Ama Yusuf bu, Kirli Yusuf.

"Sen de arkadaş mısın be?"

İşte küstü yine. Kollarını kavuşturdu. Göz bebekleri Karşıyaka İskelesine kadar uzaklaştı.

"Yusuf sen benim ciğerimsin, biliyorsun değil mi?"

Kerhaneci, azdan iyice acıkır. Yediririm ben bu tafraları ama o zaman sana.

"Yapma şimdi. Sen de biliyorsun. Bin defa söyledim. Gel gidelim işte Karataş Hamamı'na."

Boynunu büküyor. Biliyorum onun kiri değil ellerine, derisine yapışan. Bu kedi köpekleri bile kaçıran ekşi koku arkamızda akıp giden şehirden daha kötü değil.

"Sen hatırlıyorsun değil mi arkadaş? Günlerce durmadıydı yağmur o zaman."

Yok, ben bi bok hatırlamıyorum. Siktir et Yusuf, iki damla keyfimiz var şimdi.

"Hadi hadi uzatma. Al helvayı. Ben gidip fırından eski ekmek bakayım. Payımı yeme, vallahi çakarım beş kardeşi."

Aklım dalgalarda kaldı ama yarını var Allah'ın. Merdivenliğe varınca güneşin önünden bulutlar geçiyor. İsleniyor hafiften ortalık. Tam son basamaktayım aşağıda Yusuf'un sesi. Dönüyorum. Bağıra çağıra dörtnala kalkmış.

"Dur arkadaş, bekle beni."

Ulan bu çocuğa garibanlık hiç koymaz mı? Tazı gibi mübarek.

Yanıma yetişiyor dakikasında.

"Ben oldum artık, banyoya götür beni."

İnanayım mı buna. Ulan neredeyse yirmi yıl oldu. Defalarca konu komşu bir olduk, kovaladık, patakladık, suya dokunduramadık. Anası ağlamaktan öldü, cenazesinde bile bir abdestlik musluğa yaklaşmadı. Şimdi karşımda durmuş neler diyor.

"Hadi lan, taşağa sarma beni."

"Bileklerimi keserim ki doğru söylüyorum."

Kollarını uzatıyor. Kirden görülmüyor derisi. Gülmek alıyor beni.

"Ciddi mi? Hadi hamama gidelim."

"Yok arkadaş, onca zamandan sonra hususi banyo isterim. Kokulu sabunlar, şişe şişe esans."

"Yusuf öldürme beni. Nereden bulcağız sana şimdi zengin küvetini."

Uzamış tırnaklarıyla iki elini kaldırıp gösteriyor. Tam karşımızda Peynir Tüccarı Halit Bey'in iki katlı hanesi. Yok artık. Bu çocuk iyice kafayı üşüttü.

"Git be, manyak."

Yoluma devam ediyorum. Önümü kesiyor.

"Sabahtan Çeşme'ye yazlıklarına gittiler. Gözümle gördüm. Anam ölsün ki."

Yusuf, ananın kemikleri bile kalmadı. Şimdi desem gene küsecek.

Bu kez yakama yapışıyor.

"Arkadaşlık hakkım yok mu benim? Huzuru mahşerde bulurum seni sonra."

Eve bakıyoruz beraber. Çaresi yok bu işin.

Vızır vızır işleyen caddeyi geçiyoruz. Arka sokak daha sakin. Yusuf erketede. Punduna getirip yüksek taş duvara tırmanıyorum. Köpeği de götürmüşlerdir inşallah. Ulan çocuk, şu işten bir yırtalım sorarım ben sana.

Dalını uzatmış akasyaya tutunup kendimi yumuşak bahçe toprağına bırakıyorum. Demir kapının arkasında Yusuf. İki dakika sonra mutfağın penceresinden sıyrılıyoruz. Evin içi arap sabunu kokuyor. Pırıl pırıl parkeler. Yer gök ince Milas halısı. Duvar saatinin gongu aklımızı alıyor önce. Yusuf çürük dişlerinin arasından gülüyor.

Üst katta fayansları temizlikten yanan banyoyu buluyoruz. Bizim salon kadar var mübarek. Küvetin tıkacını tıkıyorum, şofbenin kulağını son derecesine kadar buruyorum. Buhar dolduruyor ortalığı.

"Sen kapıda dur arkadaş, ayıptır."

Ulan ben senin neyine bakacağım zaten. Eşek deli!

Su sesiyle beraber Yusuf türküye başlıyor. Hay Allahım sen neler yaratıyorsun böyle.

Sıkıntıdan evin içinde turalıyorum. Camlı dolapta kız gibi bir şişe viski var. Ayıp aslında ama üstüne bir nokta koy, olsun kayıp. Oldu olan zaten. Banyonun kapısına çöküp kapağı avucumda kütürdetiyorum.

"Arkadaş orada mısın? Ulan burada kırk şişe koku var be."

Gülüyoruz beraber.

"Hani o günü hatırlıyor musun? Bizi cemsenin kasasına doldurup götürmüşler. Tarık Abi, sonra Kemal."

Hatırlatmasana be çocuk. Kemal, sol açık oynardı değil mi? Kale direklerini yıkardı şutuyla puşt.

"Hani yer gök yağmurdu. Buca'da avluya çıkarıp çıkarıp dövmüşlerdi."

Kemal ağlamış mıydı? Sonra da kan gelmişti ağzından burnundan.

"İşte bizi bu adam ihbar etmiş."

"Kim?"

"Peynir Tüccarı Halit Bey."

Yusuf aynen Halit Bey gibi peynir derken "e" yi uzatıp söylemişti. Güldü sonra gevrek gevrek. Vay namussuz. Vay kara dinli. Ayağa fırladığım gibi içeri daldım.

"Doğru mu söylüyorsun sen?"

"Arkadaş çık dışarı, ayıptır yahu. Hususi banyoya böyle girilir mi?"

Yine kapının eşiğine çöküyorum. Aklım Kemal'de. Altay'da oynayacaktı o sene. Pamuk tozu gibi atmışlardı çocuğun kemiklerini.

Şişenin dibini buldum bulacağım Yusuf içeriden çıktı. Halit Bey'in sırmalı Bursa işi bornozunu beline dolamış. Elinde eskileri.

"Hadi giyineyim de gidelim artık."

Şişeyi karşı duvara atıp paralıyorum.

"Dur bakalım, o kadar kısa değil işimiz."

Yan odaya geçip uzun gardırobu açıyorum. İpekli beyaz gömlek, patlıcan moru yelek, balık sırtı terzi işi takım elbise. Yusuf tutturuyor kravat takmam diye.

"Arkadaş hakkı diyorum sana. Huzuru mahşeri var bunun."

On dakika sonra deniz kenarındayız. Yusuf bu defa yanımda.

"Oranı buranı çekiştirmesene lan! Adama benzedin biraz."

Üçüncü dalgadan sonra sakin olanı geliyor. İkimizin de gözü şimdi vuracak sert dalgada. Ama bir türlü kabarmıyor deniz. Sanki bir çarşaf gelip yayılmış önümüze. Güneş aşağılara kayıyor.

"Arkadaş acıktım ben be."

diYorum

 

Ahmet Büke neler yazdı?

32
Derkenar'da     Google'da   ARA