Patronsuz Medya

Yazarken düşenlere

Ahmet Büke - 25 Aralık 2003  


Galiba ortaokula gidiyordum. Milliyet Sanat Dergisi "genç şairler" diye köşe açmıştı. Bir pazar sabahı annem için yazdığım ve hayatımın o ana kadar tek şiirini dergide görünce sevinçten çıldıra yazmıştım. İşte o zaman "yazmak" denilen bu histerinin nasıl bir tatlı zehir olduğunu anlamıştım.

Sonra okudukça, dünyada benden başka ve çok daha iyi yazanların olduğunu anladım ve "madem onlar gibi yazamıyorum, okumak daha iyi galiba" diye düşündüm. Sonuç: otuz kusur yaşına kadar müzmin bir okur oldum.

Bu angutluğuma sonraları çok güldüm. Elbette her zaman daha iyi yazanlar olacaktı. Sonuçta yazmak aslen kişisel bir eylemdi ve insan sadece kendisi için bile yazardı… da kazın ayağı öyle değil işte. Her ne kadar yazdıklarımı bastırmak uğruna döktüğüm kanlı göz yaşlarından sonra "ulan bundan sonra şişeye koyup Melez Çayına atacağım" desem de kendim için yazmak tek amacım olsa odamın duvarlarını karalardım. Hani Marquis de Sade'ın yazmasını engellemek için zindana atarlar kifayet etmez, kâğıt, kalem vermezler, kanıyla duvarlara yazar. En son zincirleyip çırılçıplak bir çukura atarlar bu sefer adam bokuyla yazar duvarlara. Aslına bakarsanız bu durumda bile okunma isteği var.

Kendimi düşünüyorum da bendeki "yazma" durumu biraz da içsel bir teşhir galiba. Aynen Türkan Şoray'ın gerçek hayatta olamadığı tipleri perdede oynaması gibi yani. Hiç öpemediğim kadınları, hiç gidemediğim yerleri, hiç tanımadığım insanları, hiç göremeyeceğim çağları yazıyorum. Yazmakla da kalmayıp bunları kamuya bir "faş" etme ihtiyacı duyuyorum. "Bakın aslında ben buyum işte, eksik, gedik, kompleksli, tatminsiz bir adamım" demenin iç şifresi bundan ibaret. Dahası yazdıklarımın sonucunda gözler bana dönerse de çok kolay yırtma yolu var; "Canım onlar benim hayal gücüm. Hepsi de kurgu…"

Bir okuyucu maili almıştım. Özetle şöyle diyordu; "Yazılarınızı çok seviyorum. Ama lütfen bana yanıt yazmayın. Sizinle ilgili hayal kırıklığına uğramak istemiyorum…" Uzun uzun düşünmüştüm. Az daha dayanamayıp, "zaten beni değil yazdıklarımı sevin" yazacaktım. Vazgeçtim. Çünkü yazdığınız nane her neyse okuyucuya ulaştığı andan itibaren sizle olan bağını koparıyor artık. Beyninizin bin bir kimyasına bulanan herzeler başka simyacıların eline geçiyor. Bu değişmiş "canavarı" uzaktan izlemekten başka çareniz yok.

Öte yandan bunu keyifli bir "comandante" oyununa çevirmeyi de başarıyorum. Eh hayat bu, şaplağı kocaman. Beni bin bir kalıba sokup, maymuna çevirmeyi başarıyor. Maişet derdi anlarımı çalıyor. Hepsi kabul de, "…ama ruhumu asla" demenin en kestirme yolunu yazmakta buldum ben. Gündüz çoban, gece kolunu dirseğine kadar sıyırıp o ayıp hareketi yapan adam olmanın hazzı müthiştir. "Alın ulan bu gençliğim için, bu damga bastığım evraklar için, bu işe geç kaldığımda yediğim zılgıtlar için, bu… bu da benden daha az vergi ödeyen kuyumcular için." Yok canım filin kıçında tepinen pirenin verdiği zararı biliyorum. Yani diyeceksiniz ki "dağın haberi yok koçum." Olsun. Teslim olanın kaşığı kırılsın.

Size bir sır vereyim. Dünyanın en gerçekçi aynası kâğıttır. Aynanın sırrı da yazıdır.

Arz ederim.

diYorum

 

Ahmet Büke neler yazdı?

73
Derkenar'da     Google'da   ARA