Patronsuz Medya

Şaşırmadan öğrenemem

Ahmet Büke - 24 Mayıs 2004  


Bugünlerde hararetle sürdürülen YÖK ve İmam Hatipler meydan savaşında belki de konuşulmayan tek konu eğitim sistemimizin nasıl olup da ayağa kaldırılacağı oldu. Galiba bu husus gözümüzün önünde yapılan bilek güreşinin sonucundan daha önemsiz sayılıyor.

Aslına bakılırsa evlere şenlik eğitim-öğretim meşgalemizi en iyi anlatan manzara Hababam Sınıfı'nın o unutulmaz sahnesidir. Hani meşhur müfettiş okula gelecektir. Her defasında aynı soruları sorduğu için yanıtlar bizimkilere ezberletilir: Fatih İstanbul'u ne zaman aldı?1453, Roma'yı kim yaktı?NERON, Vatan bizim neyimiz?ANAMIZ. Ama teftiş heyecanıyla çarşafa dolanılır ve "Neron günde 1453 kere anamızı…" gibisinden bir "toplu" cevap çıkar ortaya.

Gül yüzlü öğretmenlerimizi -badem bıyıklılar hariç- tenzih edelim ama durum üç aşağı beş yukarı böyledir. O "müfredat" denilen tek dişi kalmış canavar önce insanı okuldan soğutur. Ardından aklın kapılarını çiviler. Dersler sade suya lâhana çorbası gibidir. Bitse de gitsek ruh hâliyle yıllar bir bir devrilir. Sonunda anlamadan öğrendiğiniz bir "bilgi" çorbası ve kıçınıza vidalanmış araç plakası misali diplomayla kapıda bulursunuz kendinizi.

Ama bütün bu kayıp yıllar boyunca en önemli mesele hep atlanır nedense. Öğrenme denilen şey aslında başlı başına bir merak tahrikidir. Soruların ve yanıtların peşinde zıplayıp durmaktır ve en önemlisi sürekli öküz altında buzağı aramaktır. On beş yıl boyunca kafa şişirmek yerine yalnızca bunu öğretseler yeter de artar aslında.

Ders notlarımı kiloyla çiğdemci amcaya külâh yapması için sattığım günden beri en mutlu günlerimi yaşıyorum. Esas ikinci bahar bu olsa gerek. Çünkü sınanma korkusu olmadan çiçekten çiçeğe uçarak "öğreniyorum". Hanya'dan yola çıkıp kendini Konya'da bulmak kadar güzel bir nane yok muş meğer.

Bir de şunu anladım ki, en faydalı öğrenme araçları çöpten çıkıyor. Hani herkesin burnunu tıkayarak kaçtığı bidon karıştıran insanlar var ya, işte onlar sayesinde sahaflara düşen yırtık pırtık binlerce sayfa kadrini bilene hazineler sunuyor.

Meselâ yandaki kartpostalı 1904 yılında Yahya Kemal babasına yazmış. Şevket Rado'nun Hayat dergisinde sadeleştirdiği kartta şunlar yazıyor:

Sevgili beybabacığım!

Bu naçiz hasret mektubunu size grubun sarı gölgeleri içinde uyuyan Paris'in iki yüz metre üstünden yazıyorum. Medeniyetin ebedî bir yükseliş kanadı gibi bir daha adi toprağa düşmeyecek olan bir deha burcunun üzerinde bulunmaktayım.

Eyfel Kulesi'ni tabiîdir ki işittiniz. O baştan başa hadiseler mahşeri olan Paris, düz bir ip gibi uzanan bulvarlarıyla, operasıyla, Trokaderosu ve Şanzelizesiyle, köprüleriyle, toplu hayatı ihtiraslı elinde sarsılan azametiyle rengârenk bir tablo gibi önümde duruyor.

Güneş battı. Mektebe gitmek için asansörle aşağıya iniyorum. Bu kartpostalı yerden değil, medeniyetin semasından alıyorsunuz. Hasretle ellerinizden öperim.

Paris'ten oğlunuz
Kemal

Ne kadar da kışkırtıcı bir belge değil mi?

Önce insanı Türk münevverlerinin medeniyetle dansı üzerine düşünmeye itiyor. "Bir daha adi toprağa düşmeyecek olan bir deha burcunun üzerinde" heyecan fırtınaları geçiren zatın o dakikadan sonra ayağının altında kalacak olan ötekilere nasıl bakacağını sanıyorsunuz?

Hadi bunu bir yana bırakalım, bu satırlar düşüldükten sadece on yıl sonra o medeniyet semalarının dolduran top ve uçak zırıltılarına ne demek gerekiyor?

Ya daha sonraki kan banyoları?

Atom bombasını atan uçağı da o dehalar uçurmuştu değil mi?

Sahi sıcak karnından sızan kanı çöle karışırken ölen Cezayirli sivilin başına basan adamlar Fransız paraşütçüleri değil miydi?

Bakın şu merak böceğine neler de düşündürüyor insana.

Bir de burada ilginç bir dip not var. Şevket Rado demiş ki, "Yahya Kemal ilk defa bu kartında babasına sade bir şekilde 'Sevgili beybabacığım' diye hitap etmekte…"

Gerçekten de diğer kartların girişi "Pederin Şefkatli Huzuruna", "Nur Verici Pederin Huzuruna", "Pek Kıymetli Pederim Efendim Hazretleri" gibi hitaplarla dolu. Biraz dikkat edince o kartların çoğunda kısa bir hoşbeşten sonra kıymetli pederden bir miktar para talep edildiği görülüyor. Yok artık bunu da edebiyat tarihçileri incelesin.

Ama son söz olarak şunu söyleyebiliriz ki, galiba öğrenmek için önce "öğretilenleri" unutmak ve "öğretenleri" makaraya almak gerekiyor.

Okuyucunun şefkatli huzuruna sunulur.

diYorum

 

Ahmet Büke neler yazdı?

55
Derkenar'da     Google'da   ARA