Patronsuz Medya

Vita

Ahmet Faruk Yağcı - 17 Ekim 2009  


Kuzinede ateş yanıyormuş. Oda güzelce ısınmışmış. Bir saat önce sürülen tepsideki etli patatesin kokusu da odayı sarmışmış. Hava erkenden kararmışmış. Kalın kerpiç duvarların dışında deli bir kış uğuldayıp dururmuş. Dışarıdan karın parlak beyazı oda duvarlarına vurup hafif bir aydınlık verir imiş. Kuzinenin ön kapağının gözünden de alevlerin ışığı çıkar duvarlara hafif bir kızıllık verirmiş.

Adam az sonra gelir ve açlığını beyan eder imiş. Buralarda hayat böyle de basit imiş. Şimdilik üçmüşler. Ama sabaha karşı banyoluktan gelen şapırtılara bakılırsa seneye kalmaz dörtlenirmişler.

Gelin odaya girdiğinde kaynana seccade üzerinde tehiyyat okumaktaymış. Selam vermesine az kalmışmış. Duvardaki kocaman mıhta asılı duran gaz lambasını almış gelin. Sağa sola esneterek şişe tabir edilen cam kısmı çıkarmış. Fitilini biraz yukarı çıkartıp yanmaya hazır hale getirmiş. Pencere önündeki kibriti alıp çakmış. Kırmızı-sarı alev yüzüne vururken arkasındaki duvarda kocaman gölgesi belirmiş. Fitil yanmış. Lambanın şişesi yerine takılıp alev orta uzunlukta sabitlenmiş.

Bu sırada önce sessizce sağ yanına selâm veren kaynana, daha yüksek sesle sol omuzuna doğru dönerek selâm vermiş. Esselâmualeykumverahmetullahh! Gelin ona doğru döndüğünde çatılmış kaşlar ile salevat getirirken oynayan kırışık dudakları görmüş. Lambanın ışığında yaşlı kadının yüzü kızıla dönmüş. Tülbenti omuzlarını örten ve sağ elindeki tesbihi bırakmadan sol elini yere dayayıp geline doğru ayağa kalkmaya yekinen kaynanaya el uzatmış. Kemikli el henüz yıpranmamış taze gelinin tombul elinde kaybolmuş. İşveli bir sesle "Hoppacık" diyerek yaşlı kadını kendine doğru çekip ayağa diken ondokuzluk kız onun yüzündeki ifadeyi görünce duraklamış. Kadın kızgınmış enikonu.

"Bak kızım" diye söze başlamış kadın. "Gençsin, güzelsin, oğlum da seni seviyor. Lâkin hem hoppasın hem de müsrifsin. Geçen sokağın öte yanından gülmeni duydum. Olmaz bu! Şimdi de odada ateş varken tutup kibrit ziyan ettin. Böyle davranırsan oğlum ev bark olamaz!" diye de devam etmiş.

Gelin ancak omuz hizasına kadar gelen kadının yüzüne bakarak utancını belli etmiş. Aynı evde yaşayacağı genç kadınla uzlaşmaya niyetli kaynana da sesini bir ton yumuşatıp sürdürmüş:

"Kibrit yakılınca ucu yandı diye çöpe atılmaz. Koyarsın kenara lâzım olduğunda evin bir yerinde yanar ateş varsa oradan oraya ateş aktarırsın. Kağıtları da sakla. Onlarla da soba tutuşturursun. Bak benim oğlum sigarasını hep kuzinenin ateşinden yakar. Geçen zeytinyağı tenekesini kenara koymuşsun. O da israf. Kocan erken geldiği bir gün evin önünde eline keserle yağ tenekesini ver. Ağzını açıp kenardaki çapakları keserin arka kısmı ile ezsin. Sana saksı ya da su kovası yapsın. Tarasın kıyılarına dizersin, banyoda kullanırsın. Hele de mintax kaplarını atmana hiç gönlüm razı değil. Güzelce temizle, kurut, sonra içine düğme, çengelli iğne, bozuk para koyarsın. Bozuk para deyip geçme en olmadık zamanda eline gelir, yüzünü güldürür. Sonra mandallardan yayı bozulanların tahtalarını da yakma, koy bir kutuya. Sağlam yayı olup da tahtası kırılanlarla eşlersin."

Tesbihat için divanın üzerine geçip, kıbleye yan dönüp bir ayağını altına almış. Dudakları yeniden oynamaya başlamış. Dışarıda hava zifir karanlığa dönmüş.

Tek katlı evlerinin 4 tahta basamak ile girilen kapı tarafında domates, biber ve kabak ektikleri bir bahçe kısmı, mutfak kapısının açıldığı tarafta ise altı açık odunluk olan ve teras dedikleri geniş balkonları varmış. Tahtadanmış balkon. İki köşesinde dikili direklerin uçları ile çatıyı oluşturan kalasların uçlarını birleştiren kalın tellere sarılan bir de asmaları varmış. Üzümleri kokulu ama biraz ekşiceymiş. Terasın kenarlarına parmaklık yaptıramamışlar. Hoş yerden de topu topu bir metre yirmi santim kadar yüksekliği varmış. Düşsen de bir şeycik olmazmış.

Kocasının erkenden ahirete intikali ile bir tanecik oğluyla başbaşa kalan teyze her nesneyi sonuna kadar kullanmanın ilmini yapmış. Kocadan çeşidi kıt bir bakkal dükkânı ile az bir nakit kalmış. Baba ölünce oğlan okumamış. Önceleri kapalı kalan eski tip bakkalı ilk seneden sonra birlikte yeniden faaliyete geçirmişlermiş. Elleri ne darmış ne de bol.

Bakkalda açık nebati yağ da satarlarmış. Biten tenekeleri eve getiren oğlu annesinin yaptığı işlemin bitmesini beklermiş. Bu işlem gazocağında tenekenin ısıtılarak içindeki katı yağ bulaşığının erimesini sağlamak ve sıvılaşmış bu yağı bir bardağa alarak bir sonraki yemekte kullanmak şeklindeymiş. Bu işin sonrasında yıkanıp paklanan teneke kutunun ağız kenarları çekiç ya da keserle ezilip dibine yakın bir delik delinirmiş. Daha sonra toprak doldurulan ve içine dayanıklı bir çiçek ekilen teneke kutu, balkonun kenarındaki dizide yerini alırmış.

Yağın markası da hep Vita imiş. Sokağın ucundan bakıldığında yanyana sarı kırmızı etiketleri ile vita kutuları ve onlardan ormanmışçasına fışkıran çiçekler adının Faika olduğunu sonradan öğrendiğimiz iktisatlı teyzeye gurur verirmiş. Babası erken ölen ve annesi ile başbaşa ergenlik dönemini yaşayan tüm erkek çocuklar gibi Sedat da sakin ve hüzünlüymüş. Bir sigaraya alışmış. O da olsunmuş.

Yer sofrasında yeyip, çayı hemen sonrasında bağdaş kurarak içerlermiş. Sofra bezi bahçenin alt köşesindeki tavuk kümesine silkelenirmiş. Yazları karpuz kabukları iyice didiklesinler diye tavuklara verilirmiş. Öyle bir gagalarlarmış ki dış kabuğa kadar bir gram iç kabuk kalmazmış. Çay çöpleri belli bir sıra ile çiçeklerin diplerine, vita tenekelerine dökülürmüş. Öyle de bir gübre olurmuş ki. Çiçekler azar kudururmuş. Balkona sarılmış asmanın yaprakları hemen her hafta sarma olarak karşılarına çıktığı yetmiyor gibi salamura yapılıp zemheride de kullanılırlarmış. Kış gelince asmanın dalları budanır, çubuk da denilen bu dalcıklar küçük parçalar halinde biriktirilir, sonra tutuşturmada işe yararlarmış.

İki dönüm elma bahçelerindeki ağaçların kuruyan dalları koparılıp parçalanır ve kış için biriktirilirmiş. Diğer ağaçlardan da aynı şekilde bolca odun elde edilirmiş. Sıcağı mayalı olmuyormuş yine de meyve ağacı odununun. Her kasım ayında sahtekâr oduncu Şevket'ten iki ton kadar meşe odunu almak gerekirmiş.

Faika hanım Şevket'in iyi zamanına denk getirir odunların kuru olduğu bir günde, at arabasını da önceden ayarlayarak sekiz çeki odunu alırmış. Üzeri yosunlu yaş odun parçalarını çeki sandığından alıp kenara atarsa Şevket celâllenir, "Faika Abla, oduncudasın, manavda hıyar seçmiyon, uyarıyom!" diye bağrınırmış.

Gelini, yani Neziha'yı oğlu Sedat sonradan sonraya çok sevmiş. Güçlü kaynanayı önce kabul edemeyen, sonra da kararları onun alması konforuna alışıveren Neziha hemen her gece kocasına sokulur, yatmadan önce memelerinin arasındaki oluğa birkaç damla damlattığı esansın kokusunu adama duyururmuş. Genç adam kasaba pazarına gelen bir esansçıdan alırmış bunu. Ve asla duyurmazlarmış "beyaz sabun neyinize yetmiyor, ne öyle koku moku?" diye çıkışacağı belli yaşlı kadına. Bu onların tek sevdikleri israflarıymış.

Bir de kasaba yerine göre çok su harcıyorlarmış karı koca… Galiba…

Yorumlar

Teşekkürler, çok leziz olmuş.

(Evet, bu kadar söyleyeceklerim.)

Candan Dinç - 22 Ekim 2009 (00:45)

Çok güzel bir yazı olmuş doktorum gerçekten. TEŞEKKÜRLER. Ben de hatırlıyorum bu vita tenekelerini. Babaannemin evinin hayatında da dizili olurdu. (Şimdi bunların yerinde miadını doldurmuş eski yırtık naylon ileğenler var.) İçinde de güzel kokulu fesleğenler ekiliydi. Dibinde abdest alırdı su müzmal olmasın diye…

Mehmet Yılmaz - 23 Ekim 2009 (17:29)

Zihnimin bir köşesine itilmiş ve unuttuğumu zannettiğim görüntüleri tekrar canlandırıp bana güzel bir nostalji yaşattığınız için, çok teşekkür ederim size sevgili doktor'cum…

Çocukluğum Unkapanı ve Fatih semtlerinde geçtiğinden, sıra sıra dizilmiş vita tenekelerindeki rengârenk begonyalar, sardunyalar birer birer gözlerimin önünden geçit yaptı, ama doğrusu bu kadar eli sıkı diyebileceğim bir komşumuz da olmamıştı.

Sizler nasıl yorumlarsınız biemiyorum ama, bana göre tutumlu olmakla cimri olmak arasında bariz bir fark vardır, gerçi bu her iki kavram da bana oldukça yabancıdır ama…

Bozuk mandallarla ilgili bölümde okuduklarıma inanamadım, burayı 3 kere okudum desem inanırmısınız…

Bir ara neredeyse Pearl Buck'ın "Mübarek Toprak" romanındaki yaşlı babanın, çay yapmak için sıcak su dolu kabın içine on-oniki adet kuru kıvrımlı yaprak atan ve o gün evlenecek olan oğlunu israfçılıkla suçlayıp, "ha çay içmek, ha oturup gümüş parayı yemek diye yemek" diye azarlayıp, sonra da "kadın geliyor diye bu tutumları tutarsak kötü olur sonra! Yok sabah suyuna çay atmalar, tepeden tırnağa yıkanmalar" deyip azarladığı gibi; bizim Faika hanım teyzemizde bu gidişle, çayı belli günler demletecek, ya da kullanılacak suya sınır getirtecek diye içimden geçmedi değil hani:)

Neyse ki korktuğuma uğramadım,ellerinize, emeklerinize ve o güzel yüreğinize sağlık.

İclal Arpınar - 25 Ekim 2009 (18:02)

Odun sobası üzerinde iki yüzü de gevretilmiş kepekli ekmek dilimlerine sürülen ahh o Vita!

Soğuk ayazlardan kaçıp köy delikanlılarının sabah uykularına dadanan, sureti her daim şuh, ismi cennetten kovulmuş kız için bekletilen güğüm! Ümzüğünden o sobanın kızgın demirine gözyaşlarını tıslatan alimon sürahi.

Ahmet Bey ellerinize yüreğinize sağlık… Yazınız o Vita'lı günleri tekrar hatırlamama vesile oldu. Gönül dolusu sevgiler.

Ferayim Madak - 4 Kasım 2009 (01:11)

Çocukluğuma gittim bu yazı ile, hiç bi şeyin israf edilmediği günlere… Üstelik o zamanlar "sağlığa zararlı" diye bi söylem de yoktu. Annem bilmem kimden kalma emaye kaplı havagazı ocağında (öyle şık bir ocaktı ki, mavi emaye kaplı, döküm ızgaralı, altında kapağı biraz ağır açılan, tek tepsilik bi de fırın bölümü olan ve her ne hikmetse her şeyi aynı sabit ayarda pek güzel pişiren) vita yağında, bol kimyonlu köfteler yapardı. Ekmeğimizi o tavanın içindeki yağa batırır afiyetle yerdik. Tadı hâlâ damağımda. Tüm bunları yapardık ve şimdiki gibi kilolu, sağlıksız çocuklar da değildik.

Benim çocukluğum, bakır tencerelerin yavaş yavaş seyreldiği, "aliminyon" (!) kapkacağın pek muhabbetle kabul gördüğü günlere denk gelir. Eeee, ne de olsa kolay temizleniyordu bu yeni tencereler, üstelik de kalaylatma derdi falan da yoktu. Hem bol vitalı, hem de aluminyum tencerede pişmiş yiyeceklerle büyüdük. Oyun arasında bi koşu eve gidilip iki lokmada mideye indirilen sanalı ekmeklerle.

Ne güzel zamanlarmış. Öööle çok bilmiş diyet uzmanları, evlâtlarını neyle besleyeceğini bilemeyen paranoyak anneler, bu fani dünyaya biraz daha kazık çakmak için umarsızca direnen histerik orta yaş ve üstü cemaati, her gün yeni bişiler yumurtlayan sağlıklı yaşam guruları neyin yokmuş…

Elinize sağlık Ahmet Bey, sabah sabah beni çocukluğumun güzel günlerine götürdünüz.

Bilge Bozkurt - 6 Kasım 2009 (11:34)

Doktor, çok teşekkür ederim. Bizim oralarda köyün kodamanlarının bulabildiği şeylerdi bunlar. Ama veresiye alınmış teneke işi Antep çalma pekmezi eksik kalmış.

Naci Koç - 9 Kasım 2009 (15:20)

diYorum

 

Ahmet Faruk Yağcı neler yazdı?

362
Derkenar'da     Google'da   ARA