Patronsuz Medya

Bir kertenkelenin ardından

Ahmet Faruk Yağcı - 19 Ocak 2011  


Çocukluk yıllarımızda Adapazarı, İzmit gibi şehirlerde yaşamış olsak da tabiat ile iç içeydik. Şimdinin çocukları gibi hayatımızda ilk kertenkeleyi okul çağında görmüyorduk.

Pis su birikintilerinde iribaş kurbağa yavruları ya da semender görmek, toprak kazarken danaburnu dediğimiz o sevimsiz siyah iri böceği görmek sıradan hadiselerdi. Hayvanat ya da haşerat da muhtemelen bunun farkındaydı ki yanımızda yöremizde dolanırlar, kaçıp gitmezlerdi.

Yetmişli yılların başı. Henüz on yaşındayım. İzmit'in kenarlarına yakın bir mahallesindeyiz. Üç katlı bahçeli bir evin giriş katında oturuyoruz. Sabahtan akşama top oynamak yetmiyor bir de büyücek bir tahta üzerine çaktığımız çivilerden oluşan top sahamızda demir para ile futbola devam ediyoruz.

Bu yaşlardaki erkek çocukların favori bir "şey"leri olur. Kimisinin bir tel parçası yahut paslıca bir inşaat demiri, kimisinin tornavida, kiminin sopası vardır. Pre-ergen bu malzemeyi sabah kalktığından gece yatağa girene kadar yanında taşır. Benim favori malzemem ucu kırılmış tahta saplı bir bıçaktı. Kör ve ucunun küt olmasından dolayı annem taşımama izin verirdi. Her işimi onunla görürdüm. Toprak kazmaktan ağaç dalı kesmeye, oyuncakların boyalarını kazımaya kadar bir dünya iş…

* * *

Sıcak bir İzmit öğleden sonrası. Temmuz olmalı. Arkadaşımla evimizin önündeki kaldırımda tahtamızda futbol oynuyoruz. Bahçedeki ağacın gölgesi altındayız. Top tahtamızın yanında da bıçağım duruyor. Heyecanlı bir maç. Bu sırada çok yakınımıza bir kertenkele geldi. İyiden iyiye yeşil renkli, emsallerinden de büyük bir şeydi. Klasik kafa hareketleri ile bizi süzüyor, kaçacak gibi görünmüyordu.

Oynamaya devam ettik. Bıçağımı aldım. Kertenkele yerinden bile kıpırdamadı. Biraz soluklandıktan sonra hayvanın sırtının ortasına indirdim. Tam ikiye ayrıldı. Her iki parçası ayrı kıvranmaya başladı. İki parça da ters döndü ve gri beyaz karınları yukarıda olarak daha ince hareketlerine devam ettiler. Arkadaşım "napıyon lan!" diye bağırdı. Devamında da "Günahsız hayvan oğlum o. Manyak mısın? Neden öldürdün şimdi?" dedi. Donmuştum. Çivili tahtama tekme atıp gitti.

* * *

Akşam üzeri her şey unutulmuştu. Maçımızı yaptık. Bahçe sulayan birisinin hortumundan kana kana su içtik. Evin duvarı üzerinde oturduk. Babalar döndü. Evlere dağıldık. Yemekler yendi. Günün nasıl geçtiğine dair sorular cevaplandı. Yatma zamanı geldiğinde de yatağa girildi.

Uykuya dalacağım anda ikiye bölünmüş ve her iki parçası kıvranan kertenkelenin hayalî gözümün önüne geldi. Defalarca kör bıçağın hayvanın sırtına inişini ve ikiye ayrılışını gördüm. Çocuk hali bu ya, bir zaman geçince uyudum. Ertesi gün arkadaşım hatırlatmasa belki de tamamen unutacaktım. Beni görünce "oğlum çok pis günaa girdin sen biliyon mu, dedeme sordum, kertenkele zararsızmış" dedi. Kahroldum. Belli etmedim. Oynanacak maç vardı. Sonraki günlerde benim kertenkele bölme hikâyemin korkuyla karışık bir saygı uyandırdığını da farkettim. Bunu fazla kullanamadan taşındık zaten.

Memur çocukları kamyona göç yüklenmesi ile beraber duygularının bir kısmını da eski mahallelerinde bırakırlar. Bir sonraki yerleşim yerinde hayat eskisine benzer ama farklı olacaktır. Bazı arkadaşlar ise asla unutulmazlar. Bana öldürdüğüm hayvan konusunda tepki gösteren kopil gibi…

* * *

Geçtiğimiz aylarda radyo programında geçmişin insanı takip edeceğinden ve vicdanın rahatsız olacağından bahsediyorduk. Konumuz işkence yapanların vicdanları ve pişmanlıkları üzerineydi. O anda kendimi yokladım ve aklıma bu kertenkele olayı geldi. İçimi dökmek babında canlı yayında dinleyiciye anlattım. Çocuktum ufacıktım diye başladım ve hikâye ettim. Devamında da bunca işkence, bunca faili mechul, bunca tecavüz, bunca ensest vakasındaki cürmü işleyenlerin vicdanlarını sorguladım.

Bu konuya dönmek üzere olay gününü nihayete erdirelim. Radyodan çıktıktan sonra direksiyona oturdum. Arabayı çalıştırıp maç dinlemeye başladım. Tam o anda iki parça kertenkele aklıma geldi. Ağlamaya başladım. Ama nasıl bir ağlama… Çobançeşme kavşağı, Sefaköy, Küçükçekmece derken Avcılar'a doğru tırmanırken hafiflemiş ve gülümser halde buldum kendimi. Burnumu çekerek devam ettim. Gecemin devamı ferahtı.

* * *

Öyle akıl almaz sahneler okuyor, duyuyor ve görüyoruz ki son zamanlarda, çoğunun insan havsalasına sığması zor. Toplu mezarları, bir köşeye çekilip kafadan vurulanları, gözaltında kaybedilenleri bir kenara koyuyorum. Onlar da akıl alacak şeyler değil elbette ama daha ne korkunç hadiseler var. Cezaevlerinde bir dönem yaşananları okuduğunuzda bir kaç hafta yemek yemeniz mümkün değil. Az zaman önce cezaevlerindeki 'hayata dönüş' operasyonunda insanların nasıl yakıldıklarını okudum. Başım döndü. Ayakta duramadım.

Sonra 12 Eylül sonrasının cezaevi hikâyeleri aklıma geldi. İnancından, cinsinden, ırkından bağımsız insanlara sistematik işkence yapılması. Her biri yürek acıtan, insanlıktan nefret ettiren hikâyeler. Detayı benim gibi öldürdüğü kertenkelenin hesaplaşmasını kırksekiz yaşında yapan birisini hayli bozar.

* * *

Tam bu noktada bu insanlık dışı emirleri verenleri düşünüyorum. Seksenli yılların başında cezaevi komutanı ve emrindeki adamlar şimdilerde ne yapmaktadır? Örneğin o zaman yüzbaşı olan birisi bugün tonton bir emekli albaya dönüşmüş müdür? Küçük torununu elinden tutan, parka götüren, orada kedi besleyen bir emekli albay. Hatta ileri gidelim, cuma namazına gidip vaaz dinleyen bir emekli albay. Bu ve benzeri insanların içindeki vicdanî hesaplaşma rahatsız edici değil midir? Bu emekli komutan günün birinde haykırarak ağlamak ve yaptıklarını-yaptırdıklarını itiraf edip boşalmak ihtiyacı duymaz mı?

Eğitim sisteminden midir, ideolojik hipnozun gücünden mi bilemiyorum. Seçebildiğim tek şey bunca zaman sonra dahi itirafların çok az ve cılız olması. Ey bir zamanların egemenleri, mağrurları, burnundan kıl aldırmayan işkence üstadları! Çocuklarınıza, torunlarınıza ahlâkî nutuklar atarken neler düşündünüz? Ey birbirini koruyan küçük kız tecavüzcüleri! Kızınız eve gecikince neler düşünüyorsunuz? Ey rüşvetle dağı tepeyi dolduran villaların sahibi olan orta boy memurlar! Bahçe sularken haram yediğiniz, kul hakkına tecavüz ettiğiniz aklınıza geliyor mu?

İtiraflar yaptıklarınızı affettirmez ama ahir ömrünüzde belki içiniz biraz rahatlar. Hele sizlerden birisi çok seyredilen bir programda salya-sümük ağlayıp boşalarak yaptıklarını anlatırsa güzel örnek olur. Başkaları da buna uyarak içlerini dökerler. Korkmayın şu anda olduğunuzdan asla daha pespaye duruma düşmezsiniz.

Yorumlar

Körfez deyince aklıma Yarımca kirazı, Değirmendere fındığı, Hereke halısı, Çene suyu, pişmaniye, Tütünçiftlik gelir. 60'lı ve 70'li yıllarda yaptığım yolculuklarda trenin pencerisinden öylesine imrenerek bakardım ki deniz kenarındaki yalılara ve denize giren insanlara. Çok çok uzaklarda kaldı o devirler ve güzelim doğallıklar.

Evet, yitirdiğimiz onca değerlerden sonra hafızalarımızdan asla silinmeyen ve asla da unutamayacağımız 12 Eylül'lü yıllar ve işkenceler, işkenceciler, kurbanlar ve sonsuzluğa uğurlananlar…

Ne dersiniz, zindanların işkence uzmanları Katolik olsalardı, kiliseye gidip papaza günah çıkartırlar mıydı? Sonuçta o kutsal eylem zata mahsus, papazla birey arasındaydı! Hiç sanmıyorum, çünkü yaptıkları aşağılık işin arkasında vatan vardı, millet vardı! Ve yeryüzünün gelmiş geçmiş en tehlikeli virüsü komünizmin kökü kazınmaya çalışılıyordu(!)

Dolayısıyla sayın Yağcı'nın iyimserlik duygularına gark olduğu bir süreçte, işkenceci elemanların kalkıp kendilerine bile itiraf edemedikleri zulümlerini, eziyetlerini, katilliklerini, günahlarını toplum katında sergilemelerini beklemek hayalden öteye gidebilir mi?

Bırakınız aşağılık yaratıkları, şu an ne yaptıkları, nasıl yaşadıkları umurumda bile değil…

Ancak şu bir acı gerçek ki, daha dün 4. Ölüm yıldönümünde andığımız sevgili Hırand Dink'in katilleri zevk-î sefa içinde aramızdalar.

Macit Cününoğlu - 20 Ocak 2011 (14:17)

Ne yazıydı hocam, nefis! Bilmiyorum bir kitabınız var mı böyle deneme-makale anlamında ama halen yok ise suçunuz büyük! Zaten radyodan yıllardır hayranınızdım ufuk açan diyaloglarınıza, şimdi ise Türk yazını adına hakkınız yok diyorum tarzınızdan mahrum bırakmaya. Ve o kadar yoğunsunuz ki sizi nerede ne zaman buluruz da biraz sohbet edip senaryo-hikâye vb Konuşmayı başarabiliriz bilemiyorum. Hem anlam olarak hem tarz olarak çok güzel bir yazıydı tebrikler.

Mehmet Osmanlıoğlu - 20 Ocak 2011 (19:15)

Her zamanki gibi okuyucuyu derinden etkileyen, aynı zamanda da durup düşünmesini sağlayan bir yazı daha kaleme almışsınız, sizin doyumsuz lezzetteki yazılarınızı okurken unuttuğumu sandığım olaylar da geliyor gözümün önüne…

Bizlerde çocukluğumuzda sokakta oynar ve evlerimizin zillerini çalarak sokağa davet ederdik arkadaşlarımızı, şimdilerde ise sokak çocukları denilince farklı bir anlam geliyor hafızalara.

Elbette sokakta oynarken bulduğumuz taş ve sopalarla arada toprağı da kazar çeşitli böceklerle karşılaşırdık, tabii danaburnu ile de, şimdiki çocuklara başta kendi oğlum olmak üzere danaburnu nedir diye sorsam, boş anlamsız gözlerle yüzüme bakarlar her halde.

Bu arada kertenkele ile ilgili maceranızı ben farklı yorumladım, o zamandan belli imiş doktor olacağınız, eminim ki iç organlarını merak etmişsinizdir:)

Diğer konuya gelirsek, insanlık dışı uygulamaları ve eziyetleri yapanlar her ne kadar aksini de söyleseler, kendilerine göre haklı sebepler bulup iddia ve icat da etseler, ömür boyu vicdan azabı ile kıvranarak yaşamlarını kendilerine zehir edeceklerdir, çünkü eninde sonunda ilâhî adalet mutlaka tecelli edecektir kendilerinde ya daailelerinde.

Ayrıca biraz tasavvufî olacak ama insanın en büyük savaşı kendi nefsi ile olan savaşıdır, hele ki böyle hallerde nefsi yenmek bana göre neredeyse imkânsızdır.

Sevgili doktorcum, hep yazdığım gibi yüreğinize, kaleminize ve emeklerinize sağlık, hiç olmazsa bu yazılarınızı bir kitapta toplasanız artık diyorum, ne dersiniz?

İclal Arpınar - 2 Şubat 2011 (20:29)

diYorum

 

Ahmet Faruk Yağcı neler yazdı?

545
Derkenar'da     Google'da   ARA