Ahmet Faruk Yağcı - 16 Ocak 2009
Etrafındakilere iyi anlaşılır bir Türkçe ile hitab ediyor, sesini alçaltıp yükselterek ilgiyi üzerinde toplamayı biliyordu.
İstanbul 'un büyük eğitim hastanelerinden birisinin bahçesinde büfenin önündeki masalardan birine oturmuş, bacak bacak üzerine atmış, bir elini masanın üzerindeki çay bardağını tutmakta kullanırken diğeri ile konuşmasını güçlendiren abartılı hareketler yapıyordu. "Gördüğünü çizmek mi? O kolay, mühim olan kendinden bir şeyler katmak, renklerle oynamak!" diyor, sesine çok da abartılı olmayan bir nutuk çekme havası veriyordu. 1990 sonbaharıydı.
Masada oturan iki genç asistan, onların yanında ayakta dikilmeyi tercih etmiş iki hemşire ve böylesi eğitim hastanelerinin esas sahiplerinden olan bir hastabakıcı ve çay getirdikten sonra takılıp kalmış garson Erdal hazirunu tamamlıyordu. Ayakta duranların arasında yerimi alıp dinlemeye devam ettim.
Önce ışık ve gölgeden bahsetti, sonra renklerin özgürce kullanımını desteklediğini ifade etti. Neden pespembe bir gökyüzü, mosmor bir deniz olmasındı? Mis gibi de olurdu. Ressamın ruhunu bunlar yansıtırdı. Öyle bir sandal resmî yapmıştı ki, görenler içine oturup denize açılmak isterlerdi. Erdal içeri gidip geldi, iki tane kaşarlı tost getirdi. Kibarca teşekkür etti. "Aç adamın ağzı laf yapmaz, müsaadenizle" dedi. Tostunu büyük lokmalarla yemeye başlayınca belli belirsiz bir utanç hissedip ortamdan ayrıldım.
Geri dönüp baktığımda masadakilerin de ayrılmış olduğunu gördüm.
Aradan belki iki ay, belki biraz fazla bir zaman geçmişti ki yine aynı masada benim kıdemlim olan asistan arkadaşla oturduğunu gördüm. Gidip yanlarına oturdum. Kendime simit ve çay söylerken masadakilere de isteklerinin olup olmadığını sordum. Nutukçu ressam /ona aradaki zamanda bu ismi takmıştım kendimce/ simit ve karper peyniri istedi. Yanında da duble çay. Beraberce yedik. Sonra anlatmaya başladı. Çocukluk senelerinin Erenköy'ünden, babasının kendisindeki resim istidadını nasıl keşfettiğinden, kaç sergi açtığından ve piyasada ressam diye geçinenlerin sahtekârlıklarından biteviye bahsedip durdu.
Bu sırada onu inceliyordum. Yaşı altmışın üzerindeydi. Uçları yukarı doğru kıvrılmış burun delikleri hizası sapsarı bıyıkları, kulak memesi hizasında favorileri, mavi gözleri, önlerden dökülmüş saçları ile bir beyefendi çehresine sahipti. Boynunda siyah beyaz bir fular, üzerinde de en az otuz senelik /zamanında pahalı olduğu belli/ kahverengi bir ceket, rengi griye çalan krem bir gömlek ve gri pantolon vardı.
Ayakkabıları merak edilecek şimdi; mekap bot giyiyordu. Açık kahverengi, iyice eskimiş. Çöken bir imparatorluğun çulsuz varisi görüntüsü demiştim sonradan sonraya düşünürken.
Konuşurken arada lâfa girsek de o kendi bildiğini anlatıyor, arada bir sigara yakıp /filtreli bafra içiyordu, 1990 senesinde halen piyasadaydı/ derin nefesler çekiyor ve devam ediyordu. Anlattıkları resim ve sosyal hayat üzerine potpuriler şeklindeydi.
Tam bu esnada klinik şeflerinden birisi yanımıza geldi ve cebinden çıkardığı bir miktar parayı vererek "artık tamamla şu resmî!" dedi.
Bizim çulsuz ressam hemen ayağa kalkıp abartılı bir selâm ile parayı alarak cebine attı. "Efendim, malûm boyalarım çok azalmıştı, şimdi Kadıköyü'nden boya alıp resmî tamamlamaya oturacağım" diye de açıklama yaptı.
Şef gittikten sonra bana dönerek odamda güzel bir tablo olmasını isteyip istemediğimi sordu. Ve yapacağı tablo için bir miktar avans alması gerektiğini, sanatçı kısmının maddi rahatlık olursa daha iyi çalışacağını anlattı. Bana yapacağı yelkenlinin renklerini, denizde nasıl güzel görüneceğini, denizin üzerindeki güneş ışığının nasıl yansıyacağını anlattı. Tablo için biçtiği fiyatın beşte birini kendisine takdim ettim. Ayağa kalktı benim ve kıdemlimin elini sıktı. Bu sırada arkasından vuran bir rüzgar kötü bir vücut kokusu ile karışık ucuz şarap kokusu mu getirdi, bana mı öyle geldi? Bilemedim.
İhtisasın bitmesine yakın bulunduğum kliniğe geldi. Pazarlığımızın üzerinden yaklaşık ikibuçuk sene geçmişti. Başına daha sonra anlatabileceği bir takım belâ gelmişti. Zor günler geçirmişti. Şimdi iyiydi ve tablomun tamamlanmasına az zaman vardı. Bir miktar daha avans alırsa tablo bitecek, kalan parayı da teslimatta alacaktı.
Parasını verdim. Bu sırada servisimizin hizmetlisi siyah bir poşet getirdi "abi bunları senin o gariban komşuya götür" dedi. Torbada kuru ekmekler vardı. Ressam "Allah hayırlarınızın karşılığını versin, ileteceğim efendim" diyerek poşeti aldı. Asistan odasındaki diğer arkadaşımın ve benim ellerimizi sıkarak gitti. Şarap kokusunu kati olarak ayırdım. Odayı da havalandırmamız gerekti o gittikten sonra.
İhtisas bitti. Bir özel hastanede çalışmaya başladım. Ressam dünya gailesi arasında unutuldu. Çalıştığım hastaneye, devlet hastanesinde iken yanımda ressama para veren klinik şefi ağabey de başhekim olarak geldi.
İki sene kadar vakit sonrasında bizimki ortaya çıktı. Buyur ettim. Yine hastane bahçesinde oturup konuştuk. Çay ve tost ısmarladım. Oburca yedi. Sigara ikram ettim ve paketi de ona yakın bir şekilde bıraktım. Bu defa nasıl zengin bir ailenin çocuğu olduğundan, şanssız bir evlilik yaptığından, hayatın zor geçtiğinden bahsetti. Birkaç tane teslim edilecek resmî varmış. Onları bitirir bitirmez maddi olarak düze çıkıyormuş.
Benim tablonun gelmeyeceğinden emin olmuştum. Lâkin ille de para vermek istiyordum. Verdim de. "Ben kalan borcumu vereyim siz diğerlerini de tamamlayın, isterseniz benimkini en son teslim edin" dedim. "Çok çok makbule geçti efendim" dedi Osmanlı artığı İstanbul aksanı ile. İlk konuşmamızda da Kadıköy'e demeyip, Kadıköyü'ne, Erenköy'e değil Erenköyü'ne dediğini farketmiştim. Ne kadar az kalmıştı böyle konuşan.
Biz otururken sabık şef, yeni başhekim ağabey yanımıza geldi. Fazla gülmeden cebinden çıkarttığı parayı verdi. "Bu sefer biraz daha çabuk teslim et!" dedi. Yürüdü gitti. Daha sonra ressam benimle vedalaştı. Ben de başhekimin odasına seyirttim.
Gülerek karşılandım. Çayladık. Sigaraladık.
"Çok merak ediyorsun değil mi?" diye başladı. "Bitmeyen tablolara habire para vererek ömrümüz geçiyor" diye devam etti. Sigaralı kırçıl bir kahkaha attı. Sonra da ressamın hikâyesini anlattı.
Gerçekten de eski İstanbul ailelerinden birinin tek erkek evlâdı imiş. Aileye paranın bitmeye yüz tuttuğu bir zamanda gelmesi şanssızlıkmış gerçi. Lâkin yemeyip yedirmişler, ihtiyaç halinde hoca bile tutmuşlar. Babası ondaki resim yeteneğini farkedince bu yönde gelişmesini istemişler.
Liseden sonra biraz akademiye devam etmiş. Bırakmış. Çokça içiyormuş. Ailede de ona yedirecek para yokmuş. Bir müddet memuriyet yapmış. Bu esnada evlenmiş. Bir de çocuğu olmuş. Memuriyetten atılması ile evden atılması aynı zamanlara denk gelmiş.
Sarhoşluğuna dayanamayan karısı kızını alıp baba evine giderken evde birkaç parça eşya bırakmış ve kocasından da nazikçe özür dilemiş. Kira ödenmemiş, eşyalar satılmış, bizimkisi bir balıkçı barınağında yaşamaya başlamış. Gündüzleri sandalların boya ve kalafat işlerine yardım ediyor, lodoslu günlerde denizin getidikleri arasında nasip arıyormuş. Birkaç defa rengi solmuş kâğıt para, bir kez bir alyans, bir defa da pahalı bir kravat iğnesi bulmuş lodos molozu arasında.
Son senelerde eski bir arkadaşı evinin bodrumunda yer göstermiş. Orada yatıp kalkıyormuş. Birkaç tüp boya, şövalin üzerinde natamam bir resim, tahta sedir üzerinde iyice ezilmiş bir yün yatak ve bir askı varmış odasında. Bir defasında evine çağırmışmış bizim başhekimi de o şekilde görmüşmüş odasını. İçeriler kötü kokuyormuş.
Uzun sözün kısası bizim ressam sinyale çıkarmış. Özellikle de ay başlarında. Gittiği yerleri fazlaca sıkboğaz etmeden gezer, kendisini tanıyanlardan yiyecek, giyecek ve parayı onurunu zedelemeyecek şekilde alırmış. Kimi zaman tamamlanacak bir resim, kimi zaman ölmek üzere olan bir zavallı komşu, kimi zaman da mahallenin gariban hayvanları için alırmış aldıklarını. Gittiği dükkânlara özellikle öğle yemeği vakti uğrar, buyur edildiğinde en ucuzundan bir yiyecek ister, bir dahaki sefere gitmeye yüzü olsun diye bakarmış. Başhekim tanıdığından bu yana her gördüğünde düzenli olarak beş paket sigara parasına eşdeğer para verir ve etrafa karşı ayıp olmasın diye de "tamamla artık şu resmî" dermiş.
Son beş senede hiç görmedim kendisini. Muhtemelen tamamladı tabloyu…
Tamamlamaya çalıştığımız kendi tablolarımıza böylesi tatlı anlatımlarınızla yaptığınız katkı için çok teşekkür ediyor, eğer ağır gelmeyecek ise, her hafta bir yenisini bekliyoruz. Selamlar.
İsmail Kaya - 19 Ocak 2009 (11:33)
Ahmet Abicim, Senin başhekimin oğlu tavsiye etti, bu yazıyı okuyun dedi. Çok güzel bir yazı olmuş.
Sanki roman okur tadında, okudum hosuma gitti. Eline saglık.
Yunus Çağlar - 19 Ocak 2009 (11:46)
Ahmet Faruk Yağcı neler yazdı?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.