Patronsuz Medya

Can Suyu

Ahmet Faruk Yağcı - 4 Nisan 2009  


Yaz tatilimizin en az bir aylık kısmını geçirdiğimiz kasabamız, Orta Anadolu Bölgesinin en ortasındaki iddiasız vilayete bağlı üç ilçeden biriydi. Kasabanın alt girişi ve hükümet binasının olduğu cadde dışında asfalt yol yoktu. Kırşehir'den ilçeye doğru gelirken yol yumuşak iniş ve çıkışlardan müteşekkildi. Nihayet otobüs bir tepenin üzerinde iken kasaba görünürdü.

Yine hafif eğimli bir tepeye doğru yayılıvermiş kerpiç damlı evler topluluğu. Arada kiremit çatılı binalar. Hükümet konağı, lise, Cumhuriyet İlkokulu, Hürriyet İlkokulu, Jandarma, sayısı sınırlı zengin evleri. Biz zengin değildik ama çatımız kiremitliydi. Yarısı yola giden evin istimlâk bedeli tahminden iyi gelince dedem ağalık yapmış, kiremitli dama karar vermiş olmalıydı. Batısı ve kuzeyindeki genişçe yeşillik alanlar bağlık alanlardı.

Bozkır kasabasındaki babaannemin evine adam boyundan yüksek bir duvarın ortasındaki büyük bir kapıdan girilirdi. Tatlı eğimli toprak bir sokakta, yokuş aşağı inerken sağınıza gelen beyaz duvarın ortasında, acı yeşil renkli bir kapıydı. Kapının olduğu duvarı karşınıza aldığınızda, sağ yanda ev olarak devam eder, diğer yanda da ahırın duvarı olurdu.

İçeri girildiğinde "hayat" denilen bir bahçecikle yüz yüze gelirdiniz. Bahçe deyince hayalîmizde abartmayalım, hepsi hepsi boyu altı, eni beş metrelik bir alan.

Girince sağda bir musluk ve altında zaman zaman çamaşır da yıkanabilen betondan bir havuzcuk, sol yanda ise daha derin ve daha büyük olan, üzüm çiğneyip şıra yapmaya yarayan bir başka beton havuz göze çarpardı. Üç-dört adım sonra solda ahır ve kiler olarak kullanılan 3 bölümlü kerpiç damın girişine gelinirdi. Solda merkep bağlı olur, orta kısımda saman balyaları, sağdaki geniş kiler kısmında ise elmaların dizildiği ve aylarca dayandığı, tabanına ince taneli kum serilmiş sergenler göze çarpardı. Yine kiler odasında babaannemin üç tane sirke küpü olurdu.

Bir eski sandık içerisinde eski tip bir terazi ve ona ait metal kilo ölçüleri, bir orak bilemeye yarayan taş, metal yağdanlık, sapsız bir keser, tarak kısımları iyice bozulmuş bir kaşağı ve mıh denilen büyük çiviler vardı. Duvarda bir eski orak ve yine bir eski model yaylı kantar asılıydı.

Bahçeye girip kapıya arkanızı vererek durduğunuzda tam karşınıza gelen yine bir başka toprak damlı kısımdı. Burası hem kışlık odunun depolandığı hem de tavukların hayatını sürdürdüğü, önü kümes telinden, kapısı uyduruk tahtalardan bir yapıydı. Diğer yanda ise evimizin girişi vardı. Dört beton basamak sonrasında genişçe bir eşikten atlayarak eve girerdiniz. Kerpiç duvarları güzelce sıvanmış, çatısı kiremitli, odaları genişçe, duvarların kalınlığından pencere içerilerinde rahatça oturulabilen hoş bir binaydı.

Bu üç bina arasındaki bahçemsi kısımda, kümes ile asıl ev binasına bitişik 6-7 metrekarelik bir toprak alan vardı. Burası babaannemin zirai faaliyetlerini sürdürdüğü bahçenin en canlı olan kısmıydı. Bir kaç kök domates, birkaç biber, üç-dört ayçiçeği kellesi, marul ve maydanozlar buranın değişmezleriydi. O küçücük alanda her zaman katık edilecek bir şeyler olması babaannemin çalışkanlığı ve ruh güzelliğinden olmalıydı. Tombul ama çok atik bir Anadolu kadınıydı. Gayet bilgili ve görgülü bir insandı.

Yıllarca aynı kasaba hikâyelerini dinledim kendisinden ve asla bıkmadım. Yeni yazıyı ilk öğrenenlerdendi. Onlarca otantik masal bilirdi. İş öğretmeyi (çaktırmadan adam çalıştırmayı da) severdi. Beraberce üzüm çiğnedik, pekmez kaynattık, kümesteki folluklarda taze yumurta aradık, kuzine yaktık, bağ bahçe işleri yaptık, balçık yolda yürüdükten sonra ucu sivri tahta parçası bulup ayakkabılarımızın çamurlarını temizledik…

Bahçedeki zirai alanda yılın neredeyse on ayı faaliyet olurdu. Benim yetiştiklerim baharın son, yazın ilk günlerine rastlayanlardı. Pazardan alınan domates ve biber fideleri bu sıralarda ekilirdi. Gübre kümesten alınırdı ve çok bol miktardaydı. Çay çöpleri de gübre olsun diye bu alana dökülürdü. Bazen de bize ait olan bitişik arsadan birkaç kova toprak kazıp taşıyarak tarım alanımızın toprağını kuvvetlendirirdik.

Dikim öncesi toprak iyice kabartılırdı. Bunu küçük el çapasıyla yapmak zevkliydi. İş çabuk bitmesin diye yavaş kazardım. Toprak iyice havalı hale getirildikten sonra bu iş için özel yapılmış T harfi şeklindeki ucu sivri bir tahta ile toprağa bastırarak çukurlar açılırdı. Biber fideleri için açılan çukurlar daha yakın, domatesler için olanlar ise birbirinden biraz daha uzak olmalıydı.

Fideler demet şeklindeydi ve bunların arasından en sağlıklı olanlarını seçmek elbette tecrübeli olanın işiydi. Bunu babaanne yapar ve bana verirdi. Onun öğrettiği şekilde fideyi elimde nazikçe silkeler ve köklerin birbirinden ayrılmasını sağlardım. Daha önceden açılmış olan çukura yine çok dikkatle ve zedelemeden koyar, köklerin üzerine gevşekçe toprak atardım. Sonra fidenin boğazına doğru hafif sıkılaştırarak toprağı yığardım. Böylece toplam 10-15 fideden oluşan domates biber bostanımızın dikim işi biterdi.

Dikim işinin sonunda bahçenin emektarlarından yeşil ibriğe musluktan su doldururdum ve öğretilen şekli ile besmele çekerek can suyu vermeye başlardım. Bunun da usulü ne çok az, ne de çamur edecek kadar fazla su vermekti. Her fidenin dibine, ibriğin gagası iyice yaklaştırılarak ve ille de bismillah değil "bismillahirrahmanirrahim" denilerek su verilirdi. Her birine ayrı besmele, öyle kolayına kaçmadan.

Ertesi güne yaprakları dikilmiş, gövdeleri canlanmış fidelere bakmaya sabahın ilk ışıklarıyla gitmekten kendimi alamazdım. Evin içine doğru "hepsi de tutmuuuş" diye bağırmaktan da.

"Söylediklerini can suyu niyetine aldım" diyen birisi aklıma getirdi bunları. Can suyu neye yarar, nasıl verilir diye de düşünen olursa: Benim bildiklerim bunlardır.

Yorumlar

Şimdi beton yığını içinde yaşamaktan o hayır dualarla sulanan güzelim toprağı göremez olduk.

Müslüm Baba "son pişmanlııık neye yarar, her şeyiiin bedeli var" diyor. O dönemin çetin ve biraz da dar çerçeveli hayat şartlarını, günümüz konforu ve entelektüel zenginliğine değişirken bedel olarak yazınızda anlattığınız o güzel tabloyu ödemek durumunda kaldık galiba.

İçimde fena halde kazıklandık gibi bir his var. Yoksa bana mı öyle geliyor?

Zaten Müslüm Baba da "olmadı yaaaar" diye devam ediyor.

Seyit Balkuv - 5 Nisan 2009 (13:20)

Yazıyı okuyunca apartmanın arka bahçesine domates fideleri diken kapıcıyı "burasını köye çevirdin" diye azarlayıp fideleri söktürten komşum geldi.

Bir diğeri de bahçe kapısının üstüne sardırılmış hanımelini "pislik oluyor" diye kestirtmişti.

Bir diğerini, elinde testere bahçedeki incir ağacına girişirken yakalayıp kovalamıştım. Onun gerekçesi de harikaydı: "Hırsız girermiş". Oysa ağaç evden dört metre uzaklıkta ve dallarının kalınlığı da parmağımdan fazla değil.

Bir tanesi de bahçeyi otopark yapmak için imza toplamıştı. İki kişilik hanenin üç adet cipini oto hırsızlarından korumak için.

Bütün bunlara tek tabanca direnen uyumsuz bir apartman insanı olarak, bu yazıyı okuyunca, bir peri masalı okumuş kadar huzurla doldum. Neden acaba?

Beton Mustafa - 5 Nisan 2009 (15:33)

Yazının kaleme alınmasına sebep olan kişi beni arayarak bir noktaya dikkat çekti. "Arkadaş, sen sevdiğin babaanneyi öyle bir anlatmışsın ki, okurken onu sevmekten ve defalarca rahmet okumaktan kendimi alamadım. Muhtemelen gerçek amacın buydu" dedi. Ana amacım olmasa da niyetlerimden birisi budur.

Asıl gayem Seyit Balkuv'un çok net anlattığı o "bedel ödeme" hadisesine dikkat çekmektir.

Ahmet Faruk Yağcı - 9 Nisan 2009 (09:08)

diYorum

 

Ahmet Faruk Yağcı neler yazdı?

410
Derkenar'da     Google'da   ARA