Patronsuz Medya

Ateşli geceler, eflâtun rüyalar

Ahmet Faruk Yağcı - 17 Temmuz 2009  


Baldırlarımın ağrıdığını hissederdim önce. Sonra ağrılar artar ve belime, sırtıma yayılır, koşamaz olurdum. Dönüş yolunda kollarımın döküldüğünü hisseder, bir evin duvarı üzerinde kısa bir mola verirdim. Eve erken gelmeme şaşırırdı annem: "Ne has, topu erken bıraktın?" diye sorardı.

Sonra yanaklarımın kızardığını farkeder, elini kazağımın ya da gömleğimin yakasından iki göğsümün arasına kadar sokup ateşime bakardı. Elinin soğukluğu ürpertirdi. Ürkekçe kafamı kaldırır yüzünün asıldığını görürdüm. "Yine hastalanacak bu. Uff ya!" diyerek üzüntüsünü belli ederdi. Oturma odasındaki divana uzanırken üzerimi örtmesini isterdim. Örterdi.

Gözlerimi kapattığımda önce değişik renklerde, ne olduğunu bilemediğim şekiller görürdüm. Ebru sanatı örnekleri gibi gözümün önünden akıp giden şekiller. Eflatun, pembe ve turuncu karışımı şimşek ya da şerareler, kimi zaman da yanmayan bir çakmağın çıkardığı kıvılcımlar. Sonra o kayıp gitme hissi başlardı. Kaygan bir zeminde tutunamadan aşağılara doğru kayma ve derinlere, karanlıklara dalma hissi. Nahoş, bir o kadar da merak uyandırıcı. Çocuk algısı ile "bu defa nerede uyanacağım acaba" dedirten bir durum. Kimi zaman somyanın ortasında sırtıma denk gelen kısımda bir delik açılır, oradan aşağı doğru çekilirdim. Daha sonraki yıllarda kara delikler üzerine bilgi edinirken "bu, ateşli günlerimde somya divanda açılıp beni içine çeken delikle aynı" demiştim.

Gözlerimi açtığımda tavandaki çıplak ampulün rahatsız eden sarı ışığını görür ve gözlerimi yeniden kapamak, üzerime yorganı ya da pikeyi iyice çekmek isterdim. Annem gelip giderek tenime dokunur, ateşimin yükseldiğini gördükçe de "tüh tüh yine çok ateşli" diyerek üzüntüsünü belli ederdi. Bu üzüntüde biraz da korku olmalıydı. Babam aileden birisi hasta olduğunda suratı düşen adamlardandı. Hâlâ da öyledir. Annem ateş düşürücü şurubumu ve de karpuz kırmızısı bir şekerden yapılmış şerbeti bana içirir beklemeye geçerdi. Bunları içerken boğazımın çok ağrıdığını anlardım. Sesim boğuk çıkmaya başlar ve elimi boynuma götürdüğümde ağrı duyardım. Yutkunamamaya başlardım.

Babam kapı zilini tek ve çok kısa çalar, kendisinin geldiğini belli ederdi. Uykumun arasında kapının açıldığını duyar, botlarını antrede çıkarmasını hayal eder ve biraz gürültülü adımlarla odaya doğru yürümesini dinlerdim. Bazen bu kısa arada rüya görür ve rüyada kendimi "valla hasta değilim, yorgunum" derken bulurdum. Alnımda etli ve soğuk bir eli hissedince gözlerimi açar bakardım. Babamı suratı asık ve sorgulayıcı bir tavırla beni kontrol etmekte bulurdum. Ne zaman başladığını, neden geç haber verdiğimi her dafasında sektirmeden sorup, sonrasında annemden ilâç sepetini isterdi. Divanın hemen önüne yere bağdaş kurarak oturur, kucağına kim bilir hangi seyahatinde iken aldığı hasır sepeti koyar ve bana buradan ilâç seçerdi.

Evde mutlaka ordu malı bir sulfamidli şurup, ateş düşürücüler, neolet boğaz pastili ve vitamin olurdu. Bunlardan hazırlanan dörtlü terkibi hemen o anda içmemek cesaret isterdi ve bu cesaret de bende yoktu. Önce yarım tablet ateş düşürücü bol su ile yutulur, sonra iğrenç tadı olan sulfamidli şurup içilir, içerken de kusmamaya çalışılırdı. Vitamin drajeleri parlak ve dışları tatlı şeylerdi, içmesi cazipti. Pastiller de sevilen ilâçlardandı. İlk tedavi dozlarının verilmesi esnasında annem elinde sürahi ile kapının girişindeki sandalyeye ilişmiş bekler, evin adamı "az daha su ver şuna" dedikçe bardağı doldururdu. Babamın ayağa kalkıp "haydi yemek yiyelim" demesi ile ailenin kalanı sofraya oturur ve ben vücudumda süren mücadeleyi izlemeye devam ederdim. Kollarımın ve bacaklarımın yatağa değen kısımlarının sızlamasını, yutkunma esnasındaki inleten ağrıyı, uyku ile uyanıklık arasında gördüğüm, en çok da eflâtun ve koyu sarı renklerden oluşan rüyaları.

* * *

Uçsuz bucaksız bir tarlanın yanındaki patikada yürüyorum. Buğday başaklarının boyu belimi az geçiyor. Her zamankinden daha uzun boyluyum. Rüzgarda dalgalanıyorlar. Hışırtıyı duyuyorum. Sol yanımdan güneş ışığı vuruyor ve dalgalanan buğdayları eflâtuna boyuyor. Uzaklardaki dağlar mor renkli. Gökyüzü pembeye çalan leylâk rengi. Güneşe doğru kafamı çeviriyorum: Etrafında pembemsi halesiyle mosmor bir yuvarlak ve neresinden ışık geldiğini seçemiyorum. Bu güneşe bakmak gözlerimi rahatsız etmiyor. Tarlaya doğru adım atıyorum. Sonrasında kendimi başakları ezmeden yürür halde buluyorum. İçim sevinçle doluyor. Günaha girmeden, buğday çiğnemeden ne güzel yürüyorum. Sonra koşmaya başlıyorum. Hava kararacak korkusu içimde. Yüzer gibi, uçar gibi bir koşma bu. Sıcak iyiden iyiye hissediliyor. Tarla üzerindeki yolculuğum bitmek bilmiyor. Baştan aşağı tere battığımı hissediyorum. Sonra hayal meyal bir çeşme başına geliyorum. Ağzımı dayayıp su içiyorum. Gerçek bir yutma ve serinleme hissi. Ama kanmıyorum. Çok çok içesim var.

* * *

Gözlerimi açıyorum, odada yalnızım. Odanın ışığı söndürülmüş ve karşı duvardaki prize, bir tarafı lamba, diğer tarafı fiş olan sarfiyatsız ampullerden takılmış. Rengi de pembe. Duvarları mora boyuyor. Odada alışmayan için ürkütücü bir hava oluşturuyor. Daha iyiyim. Rüyadaki güneşimin sarfiyatsız gece lambası olması komik geliyor bana. Yatakta doğrulup sehpa üzerinden sürahiyi alıp tepeme dikiyorum. "Bardağa koymadan içemezsin!" fırçasına razıyım. Çok susamışım çok. Kollarım daha az ağrıyor ve yutkununca inlemiyorum artık. Duvardaki saate bakıyorum. Gecenin üçü. Tere batmışım. Yastığımı ters çeviriyorum. Kuru ve daha serin olan tarafa başımı gömüyorum. Sabaha iyi olacağımdan emin bir şekilde gülümseyerek sol yana dönüp uyuyorum.

* * *

Yaz sonu, güz başı günlerden birisi. Akşamüzeri. Memleketimizdeki evimizin önündeyim. Kilimin üzerinde radyo dinleyip, pazardan aldığım ayçiçeği kellesinden tek tek çıkarttığım taneleri yiyorum. Çok lezzetliler. Bu sırada yanıma normalden büyük bir sarman kedi geliyor. Ağzını hafifçe aralayarak inlemeye benzer garip bir ses çıkartıyor. Başını okşuyorum. Bu annemin İzmir'deki teyzesinin kedisi. Burada, Kırşehir'de ne geziyor diye düşünüyorum. Rüyadaki üst düşüncem "demek yine ateşim yükselmiş ki bu kedi ruyama girdi" diye bilgiçlik yapıyor. Kedi yanıma yatıyor. Önce kocaman kafasını sonra da karnını okşuyorum. Tüylerinin arasında elimi gezdirdikçe sırtüstü yatıp hırıldıyor. Annemin teyzesinin evinin geniş girişindeki balkona benzer kısımda eski püskü koltuktayım şimdi. Güneşli bir gün ortası. İzmir körfezi Masmavi gözlerimin önünde uzanıyor. Büyüyünce bu sokakta otursam ne güzel olur demiştim.Yokuştaki her evden denizin görüldüğü bu güzel sokakta. Kedi yanımda. Karnını okşamaya devam ediyorum. Daha da yakınıma sokulmuş. İçeriden radyonun sesi geliyor. "Köyümüz, köylümüz" programı. Rüyadaki mantığıma bile ters. Güneşli bir İzmir gün ortasında ne arıyor bu sabah programı?

* * *

Gözlerimi aralıyorum. Yattığım odada babam yere oturmuş sehpa üzerinde kahvaltı ediyor. Radyo açık. Anız yakmanın zararlarından bahsediliyor. Şımarıkça geriniyorum. Babam gülümsüyor. "Bu defa fazla bir şey anlatmadın" diyor. "Sadece homurdandın, gelip anlattıklarını dinlemek zorunda kalmadık." Annem oda kapısında. Ona bakıp bir kez daha geriniyorum. Üçümüz de gülüyoruz. Birazdan ilâçlarımı verecekler. Bu defa daha az zorlanarak içeceğim. Babam ne yiyeceğimi soruyor. "Katı pişmiş yumurta" diyorum. "Bir damla bile yumuşak kısmı kalmayacak" diye ekliyorum. Sadece hastalık günlerine özgü bir imtiyaz bu. Vitamini kaçmasın diye sarısı yumuşak yumurta yemek zorundayım normal günlerde. Ve intikamın devamı "sana yağlı ekmek, iki dilim" diyerek devam ediyorum. Bu da tavsiye edilmeyen bir yiyecek. Ama bu gün hastayım ve bana kimse bir şey diyemez. Bu gücü hissederek yatakta doğruluyorum.

Gong sesi. Radyoda günün ilk ana haber bülteni. Birinci haber:30 Ağustos Zafer Bayramı yarın tüm yurtta ve dış temsilciliklerimizde törenlerle kutlanacak. Dün akşamdan beri önemli bir hadise yok demek. Annem mutfağa seğirtirken ben de banyoya doğru yürüyorum. Boğazım çok daha iyi. Neşem de yerine gelmiş. Düşünüyorum: Sokağa bugün çıkartmazlar. Yatırırlar. Yarın evin önünde gözden kaybolmadan kaldırım üzerinde durmama izin verirler. Öbür güne top oynarım. Bu iki günde çocuklar balkondaki toplardan istemeye gelirlerse kırmızı beyaz olanı vermem. Kendim oynamıyorsam onunla oynatmam.

Yorumlar

Yazıyı okuyunca kendi çocukluğum aklıma geldi. Kaleminize sağlık sayın Yağcı.

Bayram - 19 Temmuz 2009 (00:03)

Maşaallah! Hafızanıza maşaallah çekerek başladım nazar değmesin. Kendi çocukluğumu ve çocukluk rüyalarımı hatırlamaya çalıştım ama, rüyalardan hiç bir şey yok hatırımda. Hesapçının daima hafıza kuvvetinizi övmesi boşuna değilmiş. Yazılarınızı ve sizin sayenizde Derkenar'ı devamlı takip ediyorum. Hakikaten evlenilecek site:)

Ümmü Nuran - 19 Temmuz 2009 (23:30)

Hocam, tek kelime ile mükemmel! O kadar güzel tasvir ediyorsunuz ki sanki sizinle birlikte yaşıyorum. Bence artık kitap çıkartın. Ya bir roman ya da bir anı kitabı. Kitaplığımda sizin de kitabınız olsun. Sevgi ve saygılarımla…

Derya Şimşek - 22 Temmuz 2009 (00:40)

Boşuna dememişler "annelerin hakkı ödenmez" cennet anaların ayağı altındadır" diye…

"Bir zamanlar şu okullar olmasaydı maarifi ne güzel idare ederdim" şeklinde söylenilen söze nazire yapacak olursam, çocuklarımız da hiç hastalık nedir bilmeselerdi ne güzel büyütürdük onları, rahat rahat, fazla tasa ve üzüntü çekmeden diye yazmadan geçemeyeceğim…

Oğlum küçükken o kadar çok ateşi yükselir ve hastalanırdı ki, hatta bir keresinde havale de geçirmişti yüksek ateşten, bu olayı tekrar yaşamamak için artık elim derece gibi olmuştu, sağ elimin 3 parmağını alnına koyar ve ateşinin kaç olduğunu bilirdim, şaka gibi belki ama inanın halen bu yeteneğim devam ediyor, aradan uzun yıllar geçmesine rağmen…

Bu satırlarınızı okurken acaba sizi doktor olmaya sevkeden bu sık sık hastalanmalarınız olabilir mi diye düşünmeden de edemedim, kısaca söylemek gerekirse evlâtlar öyle çok kolay yetişmiyor, çok büyük emek, zahmet ve özveri gerektiriyor, onun için hayatta olan tüm annelerimizin değerini kıymetini bilelim, onlara sonsuz sevgi ve saygımızı göstermekten kaçınmayalım, ebediyete intikal eden annelerimizi ise rahmetle analım ve dualarımızdan eksik etmeyelim.

İclal Arpınar - 5 Ağustos 2009 (17:06)

Çocukken çok sık hasta olurdum. Azıcık üşütsem bir hafta ateşler içinde yatardım. Hastayken annemin benimle ilgilenmesi hoşuma giderdi ama bir yandan da sadece ben çağırdığımda gelsin, hiç bir şey sormadan başımı okşasın, yüzüme doğru eğilsin nefesini hissedeyim isterdim. Şanslıydım, annem vardı ve beni seviyordu.

Çocuklar kolay yetişmiyor elbet de, herkes de anne ve baba olamıyor. O nedenle maalesef "tüm anneler melektir, elleri öpülesidir" falan gibi şeyler fantezi olmaktan öteye gidemiyor.

Bu vesileyle "masumsun"u tavsiye ederim.

Fersan Cevriye - 7 Ağustos 2009 (14:43)

Gariptir, siz hastayken özel imtiyazlar kazanırmışsınız. Oysa ben hastalandığımda tüm imtiyazlarımı kaybederdim. Görüp duyduğum tüm aile hikâyelerinden farklıydı bizim evde çocuk hastalıklarının hikâyeleri, hâlâ da öyledir. Eğer bir çocuk hastalandıysa kesin bir yaramazlık yapmıştır. Terli terli su içtiğine kimse şahit olmasa ve çocuk bunu yapmadığına yeminler etse bile mutlaka yapmıştır. Bilmeden, fark etmeden yapmıştır hatta. Yani bu çocuk ya terli su içecek kadar haşarı, ya da terli olduğunu bilmeden su içip sonra hatırlamayacak kadar salaktır.

Bugün bile aynıdır hastalığa bizim evdeki bakış açısı. O yüzden küçüklüğümden beri hastalıklara karşı bir fobim oluştu benim. Hasta olduğumu söyleyemez, bir köşede düşüp kalacak kadar durum vahimleşene kadar beklerdim. Çünkü hasta yatağımda yatacağım günler boyunca yiyeceğim fırçalar hastalığın verdiği acılardan daha derin etkilerdi bünyemi.

Düzenli olarak doktora gitmeye bile yaş otuza dayandıktan sonra başladım. Hasta yatağında yatarken ailenin çevresinde dört dönüp "bir isteğin var mı yavrum?" diye sorduğu hikâyeleri okurken belki de bu nedenlerle haddinden fazla hüzünlenirim. Çünkü bu yönde hatırladığım tek hatıra, ilkokul 3. Sınıfta sömestr tatilindeyken dedemlerde kalmam, orada hastalanmam ve anneannemin bana bir prens muamelesi yapmasıydı. Babamı arayıp hastalandığımı söylemesin diye her gün yalvarmıştım:)

Akay Perker - 2 Eylül 2009 (08:18)

diYorum

 

Ahmet Faruk Yağcı neler yazdı?

327
Derkenar'da     Google'da   ARA