Patronsuz Medya

Helâlleştik ya!

Ahmet Faruk Yağcı - 13 Nisan 2009  


"O an oradan çıkmak ve sadece koşarcasına uzaklaşmak istiyordum. Ağzımdan 'helâl olsun'lafı çıktı. Elimi uzattım, gevşekçe adamın elini sıktım ve kapıya doğru yürüdüm.

Geniş koridorlardan, kapıları önünde üçerli dörderli insan öbekçiklerinin olduğu büyük adamların odalarının yanından geçerken kulaklarım uğulduyordu.

Orada köşeye sıkıştırılmış, üzerime doğru gülümseyerek gelen orta yaşın sonlarındaki güzel takım elbiseli bürokratın ağırlığı altında ezilmiş ve daha önce kullandığı dilin çok uzağındaki bu dînî kisveli söze kanmış ve Beyanen hakkımı helâl etmiştim.

Etmiş miydim?

O kadar kolay mıydı?"

* * *

Bunları anlatan arkadaşım anlatırken de geriliyor ve sesi titriyordu. Hani hafiften kazık yersiniz de bir türlü bunu aklınızdan çıkarmazsınız, uğraşmak bünyeye zarardır, uğraşmazsanız da kendinizle çelişirsiniz ya, arkadaşın durumu o hesap, "bari anlayacak birisine anlatayım da bünye ferahlasın" tonundaydı.

Ben ondan naklen anlatıyorum. Naklederken inceden süs püs cila yaptım. İstemeden kafa şişirirsem, affola.

Kiralık Ev Hikayesi

Başkentin en eski ve zamanında "mutena" sayılan mahallelerinden birisinde oturan annelerini ve emekli subay eşi olan yaşlı büyükannesini yeni bir semte taşımak, eve kapalı hayatında biraz daha rahat ettirmek istemişti bizim arkadaş. Buna ablası ile beraber karar vermişler ve kız çocuklarının anneleri ile kavgalı olmak yanında nasıl anne sever olduklarını da ispat etmişlerdi. Erkek kardeşlerinin de yardımı ile iki kız kardeş, anne ve anneanneyi Eskişehir Yolu'na paralel hoş bir semtte kira evine taşımışlardı. Önü açık, otoparkı geniş, asansörleri lüks güzel bir apartmanın üçüncü katındaki dairede anneleri ve yaşlı anneanne çok rahat edecekti.

Bin dolar depozito vermişlerdi. Emlâkçının hazırladığı kira kontratını imzalarken daire sahibinin kocaman bir adam olduğunu öğrenmişlerdi. Devletin hizmetinde üst basamaklara tırmanmış bir bürokrat, ev sahibi olarak çok cazipti. Doğal olarak sevinmişlerdi buna. Nezih bir ev sahibi bulmuşlardı.

Birisi orta yaşı geçkin, diğeri enikonu yaşlı iki kadın bu dairede namütenahi rahat etmiş, iki yetişkin kızlarının da yardımı ile çok keyifli bir üç sene geçirmişlerdi. Komşular düzgün, çevre asude, hava güzel, ev yepyeniydi. Sekseni aşalı çok zaman olmuş büyükannenin de bu evde kemikleri rahat etmişti. Yine de yaşlı kadın kızını doğurduğu sahil kasabasının adını sayıklamadan gün geçirmezdi.

İnsanlar yaşlandıkça kendi çocukluklarının geçtiği yerleri özler, ahir ömürlerini orada geçirmek isterler ya. Arkadaşın annesi de, annesinin de baskıları ile, Marmara bölgesinin sahil kasabalarından birisi olan doğum yerine dönmeye niyetlenmişti. Bir kenardaki parasını peşinat yaparak buradan yaşlı anneanne ile beraber yaşanacak küçük bir daire almıştı arkadaşım. Yaz başında olan bu iş de iki hafta içinde al takke ver külah kotarılmış, düzgün bir taşıma şirketi bulunup eşyalar taşınıvermişti.

İşin en önemli kısmına gelinmişti şimdi. O güne kadar ilişkilerini internet üzerinden kira bedelinin havalesiyle sağladıkları ev sahibi ve karısı ile tanışıp evi teslim edeceklerdi.

Öğlene yakın bir vakitte boşaltılmış olan daireye gidip beklemeye başlamıştı arkadaşım. Onları beklerken etrafı gezelemiş, taşınma artığı çer çöp ve tozları da bir kenara toparlamıştı. Evine hatırlı misafir gelecek kadınların telâşı ile bu işi halletmişti. Ev tertemizdi.

Derken, ev sahibi ve eşi teşrif etmiştiler. Buyur etmişti onları.

Konukları ilk geldiklerinde heyecanı artmış, hızlıca gözden geçirmişti onları. Adam orta yaşın az üzerinde, güzel giyimli ve kendine baktığı belli olan kişilerin özgüveni içindeydi. Onu görünce kalbi ısınmıştı. Karısı ise kavgaya hazır insanların bakışları ile tokalaşmış, biraz da postmenopozal bir refleksle onu yukarıdan aşağı süzmüş, sonra kafasını eve çevirerek evi kontrole başlamıştı.

Kadının ilk sözü "her yer perişan" olmuştu. Arkadaşın itirazı alt perdeden çıkmış, üç senedir oturulan evin tertemiz olduğunu söylemeye çalışırken bunalmıştı.

Kadın odaları tek tek geziyor, girdiği her odada vahvahlanma dozu artıyordu. Biteviye "bizim kirada başka dairelerimiz de var, ama böylesini görmedim" diyordu. Kocası da kafa sallayarak ve onay mırıltıları çıkartarak karısını destekliyordu. Hilkaten uzun boylu ve yapılı, bir çok sporu gayet güzel kotaran, ilâveten uzakdoğu sporlarından birisi ile de ilgili olan arkadaş oracıkta ikisini bir yere sermeyi hayal etmiş, çabucak vazgeçmiş, "çok ileri giderlerse tenhada yakalar kafa-göz girerim" şeklinde düşünerek kendince eğlenmeye başlamıştı.

Bu ironi içini ferahlatmıştı biraz. Alttan almaya karar verip gezmenin bitmesini beklemişti. İçerideki bin doların hatırına.

"Türküz, güçlüyüz, kuvvetliyiz lâkin paramızı da kurtarmak isteriz."

Gezme işi bittikten sonra antrede ayaküstü buluşulmuş ve adam evde çok masraf olduğunu söylemeye başlamıştı. Adama göre kesinlikle boya ve badana gerekiyordu. Mutfak ve banyonun elden geçmesi bunun için de bir ustanın gelmesi lâzımdı. Bunlar çok para tutardı. Bu sebeple, depozitonun ancak beşyüz dolarını geri verebilirlerdi.

Sabrı taşan arkadaş burada "hop" demişti. "Sayı saymayı bilmiyorsanız size sözüm yok, ancak burada tertemiz bir ev var ve basit işlere verilecek beşyüz dolarım da yok!" Sesini yükseltirken, bir yandan da "Tanrım! Ne kadar kahraman ve dolarize bir milletiz" diye geçirmişti içinden.

Sonraki dakikalarda kapıcı olay yerine bilirkişi olarak çağrılmış, bürokrat karısı sarışın abla, söylenerek sıkıntısını ve "evin haraplığını" ifade etmeye devam etmiş, kapıcı boyacı olan emmi oğluna burayı yüz dolara badana yaptırtacağına söz vermişti.

Neticede uzun tartışmalar ve hesaplamalar sonrasında 150 doların kesilmesine ve ertesi gün adamın iş yerinde 850 doların teslimine dair karar alınmıştı.

Ankara, malûm, birbirinden büyük ve sıkıcı devlet binaları ile dolu. Bu binaların birinde en üst katta odası olan ev sahibi tam randevu vaktinde iş yerindeymiş. Öyle dedi arkadaş. Hemen her devlet dairesinde olduğu gibi bu binada da aşağı katların koridorları kalabalık, üst katlar tenha ve sessizmiş. Bizimki odaya hemen buyur edilmiş. İkramlanmış. Çayını içerken bir önceki günden aklında kalan bir konuyu sormuş:

"Başkentte ön ödemeli sistemle çalışan su ve doğalgaz var. İçeride kalan 150 liralık peşin ödenmiş kredi ne olacak?"

Ev sahibinin yüzü bir an bulutlanmış, sonra kendini toparlayarak "ona yapabileceğimiz bir şey yok hanfendi" demişti.

Arkadaş ısrar edecek olsa da, adam, hastaya söyleyeceğini söylemiş ve daha fazla soru istemeyen eski zaman doktorlarının tavrı ile konuya uzak kalmış, konuğunun çay bardağının boşalmasını aceleci gözlerle izlemişti. Daha sonra masanın çekmecesinden cem'an sekiz tane yüzlük bir tane ellilik şeklinde istiflenmiş dolarları çıkartıp vermişti.

Fazla uzatmak olmaz tâbîi. Parayı çantasına koyan arkadaş gitmeye yeltendiğinde o da ayağa kalkarak karşısına doğru gelmiş ve en önemli şeyi yapmaları gerektiğini söylemişti:

"Efendim, helâlleşelim."

Sakin, gülümseyen, kır saçlı ve mevkî makam sahibi bir adam elini uzatarak "hakkınızı helâl edin" diyor, etmemek olmaz.

Dışarıdan bakan için güzel bir manzara. Öyle ya kocaman adam helâllik diliyor.

Halbuki içten bakan birisi için tam saha pres yaparak, o güne kadar onca kirasını aldıkları evin badanasını bile çıkan kiracıya yıkan, doğalgaz ve su kredilerini hesaptan düşmeyen birisi. Misafirin deplasmanda olmasını da fırsat bilerek usulen helâllik diliyor terbiyesiz. Üstelik de sadece pazarlık edilmiş, hesaplaşılmış ve üzerinde mutabık kalınan bir nihai sonuç elde edilmemiş iken.

Israrla elinizi sıkan ve "hakkınızı helâl edin" diyen birisi çok bunaltıcıdır. Gönlünüzdeki ne olursa olsun "helâl olsun" deyip, eli kurtarmak ve uzaklaşmak istersiniz.

Arkadaş da o şekilde davranmıştı tâbîi.

* * *

Bizim örfümüze göre helâlleşme, aradaki bütün hak geçişlerinin zihnen bitirildiği bir durumdur. Basit bir şey değildir. Kişiler, hesaplarını yaparlar, pazarlık biter, netice elde edilir. Bütün defterler kapatıldıktan sonra gözden kaçan maddî veya manevî farklar için helâlleşilir. Evinize çağırdığınız ve belli bir iş yapması karşılığında belli bir para ödemeyi taahhüt ettiğiniz ustanın emeğine verilen paranın az geldiğini düşündüğünüzde, ya biraz ilâve para verebilir ya da helâllik dilersiniz. Ya da ortağınızdan ayrıldığınızda tadıyla tuzuyla bütün hesaplar ve mallar ibra edilir. İki tarafın da gönlü hoş olur. Sonuç cümlesi olarak "hakkını helâl et" diyebilirsiniz. Karşıdaki sizden alacağını alamamış, sizin hesabınızdan tatmin olmamışsa ona baskı yapmanın ve ağzından "bundan sonra şeytan görsün yüzünü" mealinde "tamam helâl olsun" lafını almanın manası ve değeri yoktur.

* * *

"Birbirine yakın boncuk gibi siyah gözleri vardı" diye tarif ediyor arkadaşım bu mühim adamı. Kalın kaşlı, tombulca yanaklı, orta boylu. Çocukluğundan beri kirpi gibi olan saçları kısa kesimli. Bıyıkları sünnete uygun şekilde üst dudağı aşmayacak şekilde düzeltilmiş. Yüzünde elektrikli makine ile tıraş olanların yeşilimsi gölgesi göze çarpıyor. Oldukça zeki ve becerikli biri. Köylü. İmamhatipli.

Mühim Adam'ın Hikayesi

Kısa süreli köy imamlığını müteakiben müftülük emrinde memur olarak çalışmaya başlamıştı. Uysal ve iş bitiriciydi. Kimsenin gözüne batmazdı. Askerlik dönüşü tavsiye üzerine yaşıtı bir kız ile evlenmişti. Evliliği zaman zaman gelip gittiği bir dergâhtaki şeyh vasıtası ile olmuştu. O zamanlar şeyhe tam tâbî sayılmasa da saygısı büyüktü. Vardır bunda bir hayır demiş, uzaktan üç beş kez gördüğü ve peygamberin sünnetine uygun olsun diye bir kez yüzyüze görüştüğü kara kaş kara gözlü, kalın dudaklı, iri elli kız ile evlenmeyi kabul edivermişti. İşte Talip Bey, bu evlilik ile tarikata eklemlenmişti.

Evinde mutlu olması ile şeyhe saygısı artmış, dergâha gelip gitmeleri sıklaşmıştı. Dergah elbette ki tekke ve zaviyelerin lağvedilmesi ile alâkalı kanun sebebi ile bir derneğin ismini taşıyordu. (İlgilisine:677 sayılı Tekke ve Zaviyeler ile Türbelerin Kapatılmasına ve Türbedarlar ile Bazı Ünvanların Men ve İlgasına Dair Kanun).

Fazlaca devamlı cemaati olmayan bir camiin müştemilatında imam ve müezzin evi olarak tescil edilmiş kısımdaki bir salonda toplanılırdı. Yakın bir semtte gecekondu bile sayılabilecek bahçeli bir evde oturan şeyh efendi, seksene yaklaşan yaşına rağmen son derece dinç bir insandı. Şalvar ve cübbe giymez, sakalını dört parmaktan fazla uzatmaz, takım elbise içine kravat takmasa da müridanın takmasını isterdi. Genellikle yürüyerek, bazen de yolda kendisine rastlayan bir "can"ın arabasına binerek gelirdi.

Sohbetler hem dünya hem ahiret halleri ile alâkalı olur, dinleyenler sıkılmazdı. Hazirunun ilgisini uyandıracak şekilde hal hatır sorulur, derdi olan ya da bir hafta önceki sohbette sual etmiş olan yakına çağrılırdı. O perşembenin sohbetinin bitmesine yakın da ilâm alimlerinden birisinin zamanında yazdığı va'z ve nasihat mektuplarından birisi okunarak gönüller yıkanırdı. Talip, müftülükteki işinden perşembeleri biraz erken çıkar ve ikindi namazını şeyhin imametinde eda ettikten sonra sohbette yerini alırdı. Zekâsı ile göze girmiş ve kendisi de akıl sorulanlardan olmuştu.

Derneğin geliri genellikle hali vakti yerinde olanlardan alınan bağışlar ve üç dükkânın kira gelirinden ibaretti. Bu gelirden işçi emeklisi maaşına sahip olan şeyh efendi kuruş almaz, bunu zül addederdi. Kenarda biraz para tutulur, aylık gelirin tamama yakını ya öğrencilere burs olarak ya da muhtaçlara hibe şeklinde dağıtılırdı. Hesapları idare eden Hasan can epey yaşlanmış olduğundan onun işini yapmaya istekli birisi aranıyordu. İsmi ile müsemma Talip can bu işe talip oldu. Hakikaten de onun muhasebecilik yaptığı dönemde maddî haller nizama intizama girdi.

Dergâhtaki kasanın anahtarı kendisine verildiğinde ve Hasan can ile teslim tesellüm yapması istendiğinde elinin altında ne kadar para olacağından habersizdi. Miktarın fazlalığından çok etkilendi. Kendisine servet teslim edilmişti. Nakit yabancı para ve altın lira olarak. Banka işlemleri hele de faiz makbul görülmez ve buna asla izin verilmezdi. Müridanın görevlerinden birisi de çevredeki insanlara faiz ve banka sisteminden uzak durmalarını öğütlemekti.

Gaziantep malı anahtarlı ve şifreli kasayı teslim alan Talip can, aradan haftalar geçtikten sonra bir gece yolunun üzerinde olan derneğe gelip içindekileri gözden geçirmişti. Çevredeki bir pastanenin kadife kaplı çikolata kutusuna konmuş yüzlerce cumhuriyet altınını elinde şöyle bir tartmış ve ne kadar ağır olduklarına şaşırmıştı. Ve kasanın diğer iki bölmesinde bulunan gelir-gider defterine ve paket lastiği ile demetlenmiş yüzer banknotluk yabancı paralara da göz atmıştı. Kapağı kapatıp önce anahtarla kilitlemiş, sonra da şifreli kısmın rakamlarını karıştırmıştı. Mırıldanarak şifreyi bir daha ezberine almış ve çıkmıştı.

Şeyh sekseni aştı. Talip can maddî sorumlu olarak çok başarılı oldu. Hem burs verilen öğrenci sayısı arttı hem de nakdî ve aynî yardımların yapıldığı kişilerin sayısı. Bütün canlar da Talip canın işbilirliğine hayran oldular. İçi altın dolu pastane kutusu da ikilendi.

Bu sıralarda Talip can bir hemşerisi ile sık sık altın ve dolar sohbetleri yapmaktaydı. Namazla niyazla pek ilgisi bulunmayan bu gencin anlattığı şeylerden etkileniyordu. Elindeki kaynaktan hiç bahsetmiyordu.

Bir gün ani bir kararla dergâha gitti. Sabahın sekiziydi. Pastane kutularından birisini paket ipi ile bağlayarak çantasına attı. Akşama kadar farklı semtlerde yirmi kuyumcu gezerek tam 1250 altın lira sattı. Yine farklı beş döviz bürosundan dolar satın aldı. Evine gitmeden önce dergâha uğrayıp kasaya dolarları yerleştirdi. Ya da dizdi diyelim. Kasanın bir katı tamamıyla döviz dolmuş, artanlar alt kattaki altın kutusunun üzerinde yer almıştı.

Evine giderken göğsü sıkışıyordu. Yatsı namazını unuttu ve o yorgunlukla derin bir uykuya daldı.

Aradan iki ay kadar zaman geçti. Kendisine cuma namazından sonrasını tatil edip gezmeye niyetlendi. Semtinin ana caddesinde elleri cebinde dolanmayı severdi. Her zamanki alışkanlığı ile döviz bürolarındaki ışıklı levhalara bakıyordu. Birden durdu. On dakika önce baktığı döviz bürosunda gördüğü dolar fiyatı ile şimdi baktığı arasında yüzde on fark vardı. Koşmaya başladı.

Bir sonraki döviz bürosuna vardığında doların fiyatı yüzde on daha artmıştı. Kulakları uğulduyordu. Tam karşıdaki kaldırımda takılmaya başladı. Bir saatlik süre sonunda doların fiyatı tam iki katına ulaşmıştı. Döviz bürosunun önünde hatırı sayılır bir kalabalık birikmiş hayret nidaları ile panoya bakıyorlardı.

Elini yeni aldığı cep telefonuna attı ve dairedeki şefini aradı. Haftaya acil bir işi olduğunu ve yıllık izin yazmasını istedi. Kabul edildi. Ferahladı. Operasyon zamanıydı. İşe gitmek olmazdı. Caddenin karşısındaki okul malzemeleri satan dükkâna girdi ve lise çocukları için yapılmış siyahlı grili "çakma Nike" bir sırt çantası aldı. Sonra semtin İETT durağındaki gişeden Akbil doldurdu. Evine yollandı.

Tam dört gün boyunca sabahtan sırt çantasına koyduğu dövizleri birbirinden alakasız döviz bürolarında bozdurup dikkat çekmeyecek miktarlarda altın lira aldı. Kendisince çapraz bir sistem geliştirmişti. Bir döviz bürosu kimlik soracak olursa orada belirlediği rakamı bozdurup çıkıyordu. Kimlik sorulmayan yerde ise ani karar değiştirmiş gibi yapıp iki üç bin dolar daha bozduruyordu. Aralarda da otobüse binip başka başka semtlerden altın lira alıyordu. Altın alana kimlik soran yoktu.

Sırtındaki çanta giderek ağırlaşıyordu. Dördüncü günün sonunda bütün iş bitmişti. 1250 altın kasadaki yerini almıştı. Çantasında kalan dövizleri hanımın evde olmadığı cuma öğlene doğru yataklarının üzerine dökerek saydı. Semtlerinde lüks bir daire alacak kadar para kalmıştı. İyi operasyondu.

Düşündüğünü yaptı. Önce iş yerinde babasından para geldiğini yaydı. Sonra bir hafta daha izin aldı. Şeyhten de iki hafta kadar destur isteyip öylesine bir memleketine gidip geldi. Ev satışları kriz sebebi ile durma noktasındaydı. Elindeki para ile dört odalı lüks bir daire aldı. Müteahhit Hacı'ya parayı nakden teslim etti. Hacı başka bir tarikata müntesipti. Ertesi gün tapu işlemlerini hallettiler. Üç beş eksik de tamamlanınca eve girebilirlerdi.

Aylar geçti. İçini kemiren "hak geçti mi acaba?" düşüncesi bir yana kendini akıllı ve iş bitirici görüyordu. Perşembeleri ayakları dergâha gitmeye nazlanıyordu. Müridan ise kendisinden çok memnundu. Bir akşam üzeri şeyhin evine uğradı. İşlerin çokluğundan ve yetişemediğinden dolayı muhasiplikten affını istedi. Adetti, gidenin önünde durulmazdı. İki hafta sonraya perşembe sohbetine sözleştiler. El öpüp ayrıldı.

Yeni muhasip İhsan can meslek olarak da muhasebeciydi. Orta yaşlı, tombulca, güleç yüzlü, modern giyimli bir adamcağızdı. Toplantı bittikten sonra şeyhin işareti ile kalan ileri gelenlerden beş kişi, Talip can, İhsan can ve efendi hazretleri bir arada kaldılar. Defter elden geçirildi. Altınlar ve dövizler sayıldı. Yardım edilenlerin ve kasadaki servetin artışı takdir "maaşallah" ları ile belirlendi. İhsan can defteri aldı. Kasanın şifresini ve anahtarını da teslim aldı.

Herkes otururken Talip can kalktı ve "Muhterem Efendim, bana haklarınızı helâl etmenizi istirham ediyorum" dedi.

Herkes sustu. Seksen yaşın ağırlığı ile şeyh kısık sesle konuştu: "Benden yana anamın ak sütü gibi helâl olsun" dedi. O hariç diğerleri ayağa kalktılar. Sırayla el sıkarak "Talip can, Cenab-ı Hak sizden razı olsun, siz de hakkınızı helâl ediniz" dediler. Sonra da karşılıklı haklarını helâl ettiklerini Beyan ettiler. Duygulu bir seremoniydi.

Talip can gruptan giderek uzaklaştı. Ayda birden iki ayda bire düşen ziyaretleri ve sonrasında tam bir kopuş. Kendi evinde oturmanın ferahlığı ile arada bir yalayıp geçen bir vicdan azabı. Sonra kendi kendine söylemekten bıkmadığı cümle:

"Helâlleştik ya!"

Yorumlar

Sevgili Ahmet Faruk, "Takva" filmini seyrettiniz mi? Finali hariç, anlattıklarınıza çok benziyor. Film, istemeden haksız kazanç sağlayan bir dindarın bunun vicdanî yükü altında aklını kaybedişini anlatıyor. Bir benzerlik de, anlattığınız insanlarla aynı dine mensup olması.

Dindeki yanlışlıkları sorgularken acaba aslında neyi sorguluyoruz; dînî metinleri mi, dînî kurumları mı, dindarı mı? Bir bağlısı o dini temsil etmez. Bir inanca, bir felsefeye duyduğumuz tepkiden yola çıkarak, en kötü örneği bulup, "din bu işte" diye sunmak haksızlıktır. Müslüman'ım diyor ama sübyancı, Budist'im diyor ama insan kasabı, Solcu'yum diyor ama hırsız… Böyle F. Altaylı tipi yaklaşımları biraz çocukça veya kasıtlı buluyorum.

Helâl-haram, günah-sevap dînî ölçülerdir, inanmayanı kesinlikle bağlamaz. Gerçek inanan, helâlleşirken, her zaman üçüncü bir şâhidin olduğunu bilir. Yaptığı şey hak yemek ise, bu hem din hem lâik hukuk karşısında da suçtur. Lâik hukuk ancak yakalayıp yargılayabilirse cezalandırır ama din açısından asla kaçışı yoktur.

Dinlerden hoşlanmama hatta nefret etme özgürlüğünüz bâkîdir ama hor görme hakkınız yoktur. İnanç bir seçimdir. Seçimler ise saygıyı hak eder; velev ki seçen, dağdaki çoban olsun!

Yazdıklarınızı yanlış anlamış olmayı umuyorum.

Ali Sedat Çetinkoz - 22 Mayıs 2009 (19:57)

Ali Sedat Bey'in yazdıklarını okuyunca ciddi bir zihinsel deprem yaşadım. Bu şekilde anlaşılmış olmak en son beklediğim şeydi.

Takıldığım cümleler:1) Dindeki yanlışlıkları sorgulamak
2) Fatih Altaylı tipi yaklaşımlar
3) Dinlerden nefret etme özgürlüğünün olması ama hor görme hakkının olmaması.

Her üç cümle de samimi olarak söylüyorum ki tüylerimi ürpertti. Yazımı yeniden okudum, maksadı aşmış yerler var mı diyerek gözden geçirdim. Bir şey bulamadım.

Öncelikle Takva filmini seyrettim ve çocukluğu Fatih'te tarikatlar içinde geçmiş, nurcusundan kadirisine, ticanisinden nakşibendisine birçok topluluk tanımış birisi olarak saptırmalı ve kötü buldum. Ben aksine insanların tarikat vasıtası ile olgunluğa ulaşabileceğine inananlardanım. O filmde çok gerçek sahneler vardı (geceleyin hamamcı olan müridin vakit geçirmeden gusletmesi örneğin). Ancak bence film, altyapısı dindar olmayan veya yeterince yakin hasıl olmamış bir göz tarafından çekilmişti.

Benim yazımda helâleşmenin önemine ve bunun usule uygun yapılmaması halinde bir işe yaramayacağına dikkat çekiliyor. İçinde dini konular ile ilgili gizli-açık bir alay da yok. Orada belki lâik görünümlü olup da dini kelime kullanarak karşısındakini baskıya alan bürokrat ailesi ile bir dalga geçme var ki bu da isteyerek yapıldı. Bunun da inanç ile alâkası yok. Hiç bir şekilde "işte din bu" demeye kalkmadım ve bu benim köklerimi ve inancımı reddetmem manasına gelir.

İşte din bu diyerek Turan Dursun tarzı kötülemelere girmek sadece midemi bulandırır. Sizinle kesenkes hemfikir olduğum cümle "inancın bir seçim olduğu ve saygıyı hakkettiği" cümlesi.

Bu yazıdaki ana izlek "siz istediğiniz kadar şeklen helâlleşin, yaradanı kandıramazsınız" cümlesi idi. Nasıl oldu da inançsızlık ve din düşmanlığı ya da alaya alma şeklinde anlaşıldı halen hayretteyim.

Neticeten, Fatih Altaylı ile aynı kalıpta ele alınmam, hele de kasıtlı olduğunun düşünülmesi çok üzücü oldu. Hatta ismi geçen kişi ile bir metinde adımın geçmesi dahi bende bulantı uyandırır. Sanırım bir özür hakediyorum.

Ahmet Faruk Yağcı - 23 Mayıs 2009 (13:54)

Sevgili Ahmet Faruk, genel toplumsal gerginlikler sebebiyle yanlış anlamaya çok müsaitiz her halde. Ben zaten son cümle olarak bir yanılmış olma marjı da bırakmıştım.

Demek ki, aklım kiradayken okumuş ve size boş yere sitem etmişim.

Hakkınızı helâl ediniz, özür diliyorum!

Ali Sedat Çetinkoz - 23 Mayıs 2009 (22:33)

Sevgili Ali Sedat; öncelikle aramızda bir hak geçmesi, yazdıklarınız sonrasında kalmamıştır. Samimi olarak ifade edeyim. Ayrıca derdimi-kendimi açıkça anlatmaya vesile olduğunuz için de teşekkür ederim.

Ahmet Faruk Yağcı - 23 Mayıs 2009 (23:12)

diYorum

 

Ahmet Faruk Yağcı neler yazdı?

95
Derkenar'da     Google'da   ARA