Patronsuz Medya

Şu koca bebekler

Ahmet Faruk Yağcı - 3 Ağustos 2012  


Kessen sözümü dinlemeyecek. Yok bunak falan da değil. Tamam biraz bunamış tabii ki, tekrarlarından belli. Doksan dediğin az mı? Bunaması günceli takip edemeyecek kadar değil diyelim kimse darılmasın.

Adam gelmiş bu yaşa doktorun sözlerine "ama efendim" itiraz girişi ile cevap yetiştiriyor. Kızı yetmişe yaklaşmış. Canından bezmiş. Damat desen, ona da bir bakıcı lâzım. Zamanında genç karı istemiş, şimdi kayınpederine yakın yaşlarda, dimağ dersen günde üç öğün uçuşlarda. Bakıcı Türkmen. Hangisine yetişsin şaşırmış. Aklı kafatasını terk etmemiş bir o var.

Ziyarete geleceğimi söylemişler. Temiz takım emprime pijama, bej; üzerine ince triko bir hırka, kahverengi, giymiş oturmuş. Baba koltuğuna. Ayaklarda koyu kahve baba terlikleri. Tabanı kösele, kendisi deriden. Gözlük burnun üzerinde. Karşısında benim için hazırlanmış koltuğa oturuyorum. Kafa ile birbirimize temenna çakıyoruz. Ortam gergin. Oda temiz ve tertipli olsa da bir mücadele sonrasında olduğumuzun ipuçları var. Not defteri ve kalem çıkartıyorum.

"Tevellüt kaçtı sizin, efendim?" diyerek konuya giriyorum. "Binüçyüzotuzbir" diyor. Kafadan hesaplama: Altıyüz ekle onbeş çıkar, eder bindokuzyüzonaltı, sene ikibinyedi olduğuna göre sağlam doksanbir. "Harbiye nasbı kaçtı?" diyerek en sevdiği soruyu soruyorum arkasından. "Bindokuzyüzotuzyedi, malumunuz rumi den miladiye geçtik ya efendim" diyor. Arkasından içinde vatana hizmetten, Kore harbine, çekilen yokluklardan kızının nasıl zor doğduğuna kadar bir hatıralar geçidi dinliyoruz. Hazirun içinde en rahat olan benim. Topu topu altıncı defadır dinliyorum.

Mesleki tecrübe: Senil demans denilen ihtiyarlık bunamasında bu ilk nutuğa katlanacaksın. Yoksa işin içinden çıkamaz bir sürü ara nutuk dinlersin. Başta sabredeceksin, çocuğu parkta yorup evde uyutmak gibi önce amcanın zihnini yoracaksın.

Arkasından tıbbî sorular soruyorum. En heyecanlı bölüm burası. Kendisi ile kızı ve bakıcı tamamen ters şeyler söylüyorlar. Bir kakofoninin içindeyim. Kısa notlar alıyorum. Aldığım notlar da bir işe yarasa…

Helâda işini gördükten sonra kişisel temizliğini yapmadığından tutun da, evden çıkıp sokaklarda kaybolmaya kadar bir dünya şikâyet var. Adeta elindeki şişi prizlere sokmaya çalışan azgın beş yaşında bir çocuk. Döküyor, saçıyor, beğenmiyor, itiraz ediyor, sövüyor. Ocağı yakmaya çalışırken perde tutuşturuyor. Bakıcıya kepçe ile girişme tehdidinde bulunuyor. Son zamanlarda da teşhir adeti başlamış. Zekeri pijamadan çıkartıp oturuyor. Burada kahkahalarımı içeri akıtıyorum.

Mesleki tecrübe: Asla gülmeyeceksin. Ne kadar iyi hekim olursan ol, o kahkaha hatırlanır, geri kalan her şey unutulur.

Ama pijamanın dışına uzvu çıkartıp oturma sahnesi de pek komik. İçimden "adam havalandırıyor işte, askerlikten kalma alışkanlık, kullanılmayan şeyleri çıkart, sök, havalandır, yağla, yerine koy" şeklinde cümleler geçiyor. Arabama bir dönsem kahkahamı patlatacağım.

Ne benim ne de nöroloji uzmanının verdiği ilâçları kullanmıyor. Kansızlık ve kalp yetersizliği belirtileri ön planda. Bu haliyle onca yaramazlığı nasıl yapıyor bilemiyorum. İtirazlarına belli bir dayanak da gösteremiyor. "Efendim o ilâç yan tesir yapıyor, tadı kötü, midemi bozuyor" gibi cümleleri var. Muayenemi bitiriyorum. Aileye kısa bilgi veriyorum. Bir kez daha ilâç kullanması konusunda söz alıyorum. Şimdiki askerlerin yaptığı askerliğin hiç bir şeye benzemediğini ve levazım sınıfından olmasa paşalığa kadar gideceğini söylüyor. Ayakta temenna çakıp kapıya seğirtiyorum.

* * *

Bir Yiğit Özgür karikatürü hatırlıyorum. Yaşlı adam koltukta oturuyor. Altına yapmış. Düşünce balonunda "Hiç de bunamadım, bunlara inadına altıma işeyip sıçıyorum" yazılı. Tam böyle olmayabilir ama mealen durumun ifadesi bu.

* * *

"Babamdan yadigâr annem kaldı" diyen kızı altmış yaşı geçmiş. Son derece kibar bir aile. Teyze zamanının sosyete tabir edilen takımından. Her gittiğimde saçlar boyalı, manikür-oje tam. Beni salondaki koltukta karşılıyor. Zayıflığından dolayı bol gelen kumaş pantolonlar ve kol ağızları süslü, fırfırlı beyaz gömlekler giyiyor. Ayaklarında mutlaka ayakkabı oluyor. Hemen yanındaki ikili kanepeye ilişiyorum. Göz kırpıyor. Kızına dönüp "güzel adam dimi?" diyor. Cevap beklemiyor. "Nasıl buldun beni?" diye sual ediyor. Rengi soluk, göz içleri sarı. Habis hastalığı ilerliyor. Vakti daralmakta.

Kendine "Semoş" dedirtiyor. Semiha ismine göre daha çok severmiş. Konken masalarında vazgeçilmez imiş. Şarkılar söyler, evinde yemekler verir, ağızlıkla ince sigaralar içermiş. Çok sevmezmiş ama arada iki kadeh de parlatırmış. Teşvikiye'de onu tanımayan yokmuş. "Başla bakalım Semoş!" diyorum. Son gelişimde verdiğim ödevi hatırlatıyorum. Şarkı söyleme ile soluklanarak konuşma arası bir tempoda başlıyor.

"Fikrimin ince gülü / Kalbimin şen bülbülü / O gün ki gördüm seni / Yaktın ah yaktın beni."

Alkışlıyorum. "Elbet bir gün buluşacağız / Bu böyle yarım kalmayacak" sözleri ile başlayan şarkıyı hatırlayamamıştı. Ben de sorumu basitleştirip ödev vermiştim.

Pankreas kanseri olduğu anlaşılmadan çok önce bunama belirtileri başlamıştı. Geriatri ve nöroloji uzmanları görmüş, ilâçlar verilmişti. Önceleri iyi gibi olsa da kısa zamanda belirtiler geri dönmüş, kibar Semoş, agresif, küfürbaz, söz dinlemez, lâf anlamaz birine dönüşmüştü. Kırıp dökmekten, çığlık atmaktan, bakıcı dövmeye kadar bir sürü müessir fiili vardı. Ev ziyaretlerimden çok fayda gördüğü ve takip eden bir kaç gün sakin olduğu ifade ediliyordu. Özellikle lise çağlarında ezberime giren ve halen orada duran şarkı sözleri çok işime yarıyordu. Bir ziyaretimde bakıcı ve kızı aynı anda dışarı çıktıklarında "Bunlar ne çıyandır ne tilkidir sen bilmezsin" diye fısıldadı. O anda kafama dank etti. Acaba Semoş inadına mı yapıyordu bu hareketleri? Halen bu sorunun cevabı yok kafamda.

* * *

Gözümde efsane bir çizer olan Suat Gönülay'ın "Kaynana Noktası" çizgi hikâyesini hatırlıyorum. Pısırık oğlu ile uyanık gelinin arasında kalan yaşlı kadının intikam alışı. Yıllar önce okuduğumda da etkilenmiştim. Evet; ya bu yaşlılar bizden intikam alacak olurlarsa halimiz ne olur?

* * *

Teyzenin sıra sıra üç kızı var. Biri evli ikisi dul. Yaşlar ellibeş ile altmışyedi arasında. Elleri devamlı annelerinin üzerinde. Rahat ettirmek için, doğrusunu yaradan biliyor ya, her şeyi yapıyorlar. Doksanüç yaşındaki teyzemizin yeri sabit. Başka bir koltuğa oturmak asla istemiyor. Tülbent başında, çiçekli elbisesinin üzerinde yaz kış devamlı örme yelek giyiyor. Kızlarının canına okuyor. Ne fahişeliklerini bırakıyor ne hırsızlıklarını. Küçük kızını göstererek "Aha bu!, Benim altınlarımı bu çaldı!" diyor. "Anne ev yerini alırken sen sattın ya" diyecek olan kızı arkadan gelen saldırılarla darmadağın. "Zaten sen memelerin açık geziyorsun, erkeklere kuyruk sallıyorsun" diye devam ediyor. Odanın havası buz gibi. Otuz yaşlarındaki erkek torun ortamı terk ediyor.

Kızlarına söylediklerinin ve iftiralarının ardı arkası gelmiyor. Adeta düşünülmüş sistematik iftiralar. İlâcının verilmediğinden, kokmuş yemekleri ona yedirdiklerinden, külotunu değiştirmediklerinden, kendisini yıkamadıklarından bahsediyor. Bilmeyen canavar kızlar ve zavallı anneleri tablosu çizer. Beni genellikle tanımıyor. Nadiren buzlu cam arkasından bakar gibi bakıp hatırladığına dair bir kaç kelâm ediyor.

Çay getiriyorlar. Galeta ve kurabiye de var. Atıştırırken teyzeyi seyrediyorum. Galetayı ağzında emiyor. Yumuşatıyor. Kopunca ağzında gevelerken bir yudum çayından alıyor. Sonra bir daha, bir daha. Uzun galeta ve çay bitiyor. Hiç de bunak gibi değil. Bana da "Yesene!" diye sesleniyor. Gülümsüyorum.

* * *

Kadim iki dostum ve ben oturup sohbet ediyoruz. Yaşlar elli dedi ya, mevzu yaşlanma üzerine. Yukarıdaki hikâyelerin benzerlerinden bahsediyorum. "Çocukların aklı varsa bize yanlış yapmazlar" cümlesi üzerinde mutabık kalıyoruz. Çok ileri yaşlara varırsak yapabileceğimiz gıcıklıkları sıralıyoruz. Eğleniyoruz. Meselâ torununun çocuğu gelmiş. Kopil beş yaşında. Öğret en yakası açılmadık galiz lafı. Sal ortaya. Döneleyip dursunlar. Gelip de sana soracak halleri yok. Cesaret edip sorarlarsa bas onlara da küfürü. Bilerek ellerini yıkama. Sifonu unut. Çorbayı üzerine dök. Hiç bir şey yapamazsan yemeği şapırdatarak ye, sofrada takma dişlerini çıkar, altına bir cisim mi kaçtı diye bak. Balgam gelmiş gibi boğazını temizle. İğrençlikten iğrençlik beğen.

Yapar mıyız yaparız ha!

* * *

Yaşlı hastaların sahipleri. Allah sizlere kolaylık versin. Çocuk bakmaktan daha zor bir işiniz var. Ancak sevabınız çok. Siz yine de büyüğünüzün önündeki kısa zamanı güzel geçirmesine çalışın. Arada akıllı lâflar etse de siz onu kendinize akran görmeyin. Mazur görün. Bassın kamatayı, bağırsın, kırsın döksün. Yapsın altına, elini ardına sokup bir de duvarlara sürsün. Üzmeyin kendinizi. Bu günler geçip, onu kabre indirince içinizde kalacak boşluk o kadar büyük ki…

Yorumlar

Ahmet Faruk Yağcı'yı, Derkenar yazılarından tanıyıp sevenler için kıskandırıcı bir şey söylemek isterim. Kendisi yakın arkadaşımdır. Oturup sohbet ederken vaktin nasıl geçtiğini anlamayız. Sohbeti bir türlü bitiremeyiz, hep yarım kalır.

Takip edenler bilir, sevgili arkadaşımın, evlerinde takip ve tedavi ettiği her yaştan "ev hastası" ile ilgili başka yazıları var (Apartman Kokuları, Halil Rıfat Paşa).

Ev hastasına gitmenin ne demek olduğunu, bilmeyene anlatmak mümkün değildir. Ahmet Faruk, hem lezzetli bir şekilde anlatmayı bilen iyi bir yazar, hem de evden çıkması / çıkarılması çok güç insanlara, kendi ortamlarında sağlık hizmeti vermeyi sürdüren çok iyi bir insan! Bunun altını çiziyorum, zira evde hasta görmeyi kabul eden hekim çok değil ve ev hastası görmek çok zor bir iş.

Onun kadar sık olmasa da arada bir ben de ev ziyaretleri yapıyorum. Evinde gördüğüm 87 yaşında bir erkek hastam var. Şeker hastası. Hareketleri son derece kısıtlı. Eşi de yaşlı. Çocukları yok. Son 6-7 aydır evde Türkmen bir bakıcı kadın var.

Geçenlerde eşi aradı. Osman Bey'in barsak problemleri olduğunu söyleyerek eve gelmemi rica etti. Gittim. Eşi bir yandan, kırık dökük Türkçesi ile Türkmen hanım bir yandan, bana Osman Bey'i bir şikâyet etmeye başladılar ki, aman aman!

Çok yemek yediğinden, hareket etme konusunda tembel davrandığından, ilâçlarını içmediğinden, yüksek sesle televizyon seyrettiğinden epeyi bir şikâyetlendiler.

Osman Bey hiç oralı değil. Suskun, gülümsüyor. Yanına oturdum, hatırını sordum. Hiç beklemediğim bir şekilde "Senin hanım var mı, hanım?" diye sordu.

"Var" dedim, şaşırarak.

"Kaç tane?" dedi.

Güldüm. "E, bir tane tabii" dedim, lâfın nereye gittiğini tahmin ederek.

İşte o anda ikimizin de kahkahalara boğulmasına neden olacak öldürücü espriyi yaptı Osman amca:

"Şanslısın biliyor musun? Bak bana! Biriyle başa çıkamıyordum, iki oldular."

Yaşlılara çocuk muamelesi yapmadan, çocuğa bakar gibi bakmalıyız. Çok zor ama, öyle.

Kalemine sağlık sevgili Ahmet Faruk.

Melih Özel - 3 Ağustos 2012 (23:54)

Evet doktorum, çok haklısın. Yazıyı, dudağımın kenarında beliren hafif bir tebessümle okudum. Gerçek şu ki; insan onları çok özlüyor. Hep yanı başında olmalarını istiyor. Ben de, rahmetli anneannemi çok severdim. Nur içinde yatsın. Kalemine ve yüreğine sağlık.

Fatma Özden - 4 Ağustos 2012 (11:56)

Yazınızı büyük bir beğeniyle, bazı yerlerinde kahkahayla, bazı yerlerinde ise ibret alarak okudum ve çok keyifliydi. Kaleminize ve yüreğinize sağlık.

Ruken Özen - 4 Ağustos 2012 (00:02)

Sevgili yazar bizi güldürdü, düşündürdü sonra silkeledi kendimize getirdi. Melih hocanın "Yaşlılara çocuk muamelesi yapmadan, çocuğa bakar gibi bakmalıyız" sözü ise özetin özeti oldu. Saygıyla.

Ahmet Oğuz - 5 Ağustos 2012 (17:21)

"Bu günler geçip, onu kabre indirince içinizde kalacak boşluk o kadar büyük ki…"

İşte asılı kaldığım cümle bu oldu benim. Büyük bir keyifle ve gülümseyerek okudum hepsini. Bir yaşlıyla, bir "artık gitmekte olan" la paylaşılan hayatı insana neler kattığı, ancak gidişten sonra anlaşılıyor bence de.

Her şeyi hızla tüketen, yok eden, bencilliği en üstün özellik sanan yeni yetmeler için en büyük kayıp da bu olacak bence. Böyle bir dünyadan haberleri bile olmayacak. O sıcak güven duygusunu bilemedikleri için hiç bir şeye güvenmeyi de bilemeyecekler. Onlara da kimse güvenmeyecek. Gitgide yoz, tatsız, bîteviye hayatlara gömülecekler.

Aile darmadağın oluyor evet. Çünkü zaten onu aile yapan şey, yılların birikimini canlı kanlı yaşatan kişiler olduğu için onların gidişiyle ortada aile falan kalmıyor. Sosyalleşmesini sanal alanda gerçekleştiren, hayatını internete koyacağı resmin karesinde yaşayan kişiler aile olabilir mi?

Bunun için genç insanların anılarına çengel atıyoruz biz. Türküler dinliyoruz yanlarında, sıkılsalar da. Eskilerden anlatıyoruz "bizim zamanımızda" demeden. Anılarına çengel atıyoruz ki, kopmasınlar sanal denizlerde boşluğa yüzerken bile "sıcak insaniliklerden" diye. Hiç bir şeyi değilse, bizi hatırlarken bir türkü gelsin akıllarına, bir yazarın adını daha bilsinler, bir başka yaşamdan da haberleri olsun diye.

Bu güzel yazı ve yorumlarla Pazar günümü güzelleştiren sizlere teşekkür ederek bir çengel de kendi anılarıma atıyorum böylece.

Hülya - 5 Ağustos 2012 (18:41)

Yazınız 86 yaşındaki babannemin belâlı hırsızı olarak sıkıntı çektiğim şu günlere rastladı. Biraz güldüm biraz üzüldüm. Babannemin çocuklarından sağ olan yok. Torunları içinde de ben ve erkek kardeşim varız ona bakacak durumda en müsait olan. Ama beni görmek bile istemiyor. Nasıl davranacağımı bilemiyorum. Fikriniz varsa paylaşırsanız sevinirim.

Yüreğinize ve kaleminize sağlık.

Ümmü Nuran - 6 Ağustos 2012 (22:32)

İnsanın anne babasının yaşlılık halleri ile yüzleşmesi oldukça ağır bir meseleymiş meğerse. Derlerdi de inanmazdım, başa gelmeden bilinmiyormuş. Sanki onlar bebek, sen anne, baba olmuşsun. Nasıl bir geri dönüş, nasıl acımasız bir ibret hali. Bizler de böyle olacağız, aman olmayalım, erken gidelim kaygısı… Hiç tükenmeyen evlât bencilliği.

O büyük boşluğun ayak seslerini duyuyorsun, adımlar yavaşlasın istiyorsun, ama ne çare.

Ahmet Bey, ne güzel bir yazıydı. Tüm yorumlardaki ortak dileği ben de tekrar edeyim izninizle, siz yazın biz okuyalım. İçinden insanlık taşan her satır için teşekkürler…

Bilge Bozkurt - 15 Ağustos 2012 (23:02)

Genç ve sağlıklıyken bastırabildiğimiz çirkin yönlerimizin yaşlılıkta ortaya çıktığından kuşkulanıyorum.

Bu yüzdendir "ana-babaya öf bile dememe" ye çalışan evlâtlara yapılan "zülum" a öfkem. Ya hiç tükenmeyen ana-baba bencilliğine ne demeli?

Ne kadar zor, kötü kokan, kötü konuşan ve yıllarca içinde biriktirdiğin öfkenle normalde bile zor tahammül edebildiğin büyüğüne, mis gibi kokan masum bir bebeğe davrandığın gibi davranabilmek.

Kötü Evlat - 18 Ağustos 2012 (03:55)

Şunca zamandır yiyip içtiği yetmiyormuş gibi, ısıtıp ısıtıp bunca yazınızı okumuş biri olarak, size ilk kez yazıyor olmama vesile olduğunuz için, (bir yazı hakkında en sonuncusu en yakın tarihe ait, şahane bir yorum yazmışsınız, öyle olunca da bana sanki bi cesaret, bi rahatlama, bi esenlik geldi) size ne kadar teşekkür etsem az.

Sizde o bonkör gönül olmasa, bende sizin yazdıklarınızın yakın bir takipçisi, sıkı bir hayranı olduğuma dair, en ufak bir delil bulunmaz. Neden mi? Çünkü doktor korkusu vardır bende. Buckingham Sarayı önünde kapı nöbeti tutan İngiliz askeri gibi kıpırtısız duruşum ondan.

Fakat sonunda dergimizin her iki doktoruna birden, hem de aynı gün içinde, yazmak nasip oldu ya, böyle günü olanın sırtı yere gelmez zannımca.

Gün, 13 Kasım 2012 Salı, 11. Ay, 30 Gün, 46. Hafta, Hicrî Kamerî 29 Zil-Hicce 1433, Hicrî Şemsî 1391, Rûmî 31 Teşrin-i Evvel 1428.

Deniz Türkoğlu - 13 Kasım 2012 (10:37)

diYorum

 

Ahmet Faruk Yağcı neler yazdı?

305
Derkenar'da     Google'da   ARA