Patronsuz Medya

Bir Maraton ve Sonrası

Ahmet Faruk Yağcı - 20 Ekim 2010  


Ülkemizin ev sahipliği yaptığı oldukça önemli bir organizasyon var. İstanbul Belediyesi ve diğer sponsorların katkıları ile gerçekleştirilen "Uluslararası Avrasya Maratonu" güzel şehrimizin en güzel noktalarından geçen olağanüstü önemde bir spor hadisesi.

Bu fakir (eski eserlerde kendini küçük görmek iyi telakki edildiğinden kendinden bahsedecek olanlar cümlelerine "bu fakir", "bu hakir" yahut "bu fakir-i pür taksir" diyerek başlarlardı), üç seneden beri bu koşunun 15 kilometrelik kısmına katılıyor. Çok da zevk alıyor.

Koşunun heyecanı günler öncesinden başlıyor. Kayıtlar Ekim ayı başında kapandığı için erkenden kaydınızı olup beklemeye başlıyorsunuz. Koşuya 3 gün kala da ayakkabıya takılacak olan çip ve numaranızı almaya gidiyorsunuz. Bu tarihlerde Feshane'de maraton fuarı adı altında diğer spor hadiselerinin haberlerini alacağınız mini ofisler oluyor. Yine spor ayakkabısı ve malzemelerini edinebileceğiniz alanlar da var.

Koşu numarasını atletinize iğnelerken, ayakkabınıza çip takarken kalbiniz heyecan içinde çarpıyor. İçinizden "yarın bu saatlerde koşumu bitirmiş dinleniyor olacağım" şeklinde düşünceler geçiyor. Koşu sabahı erkenden kalkıp başlama noktasına sporcuları götüren otobüslerin kalktığı Sultanahmet'e ulaşmak, hiç tanımadığınız insanlarla kısa sohbetler yaparak yarım saatlik bir otobüs yolculuğu sonrasında Beylerbeyi'ne varmak çok keyifli.

Koşu her sene olduğu gibi saat 09.00 da başlıyor. Başlama ile birlikte koşanların ayak sesleri boğaz köprüsü girişinde yankılanıyor. Hızlı koşanlar uzayıp giderken benim gibi yarım yamalak koşucular sabah serinliğinde köprüyü geçmenin zevkini alarak ağır ağır gidiyorlar. Köprünün sonuna geldiğimde Beşiktaş sapağına doğru yokuşu kaplamış binlerce koşucu rengârenk ve muhteşem görünüyorlar.

Aman, o da ne? Yanımda iki başörtülü ve bol siyah eşofmanlı kadın koşmakta. Ellerinde de Türk Bayrağı. Tombullar ve benden yavaşlar. Geçiyorum. Her sporcu yanındakinin ayakkabısına bakar. Ben de onların ayakkabılarına bakıyorum. Nike'ın en yeni modellerinden giymişler. Ablalar paralı herhalde diyor ve fazla yorum yapmadan devam ediyorum. Yanımda beraber koştuğum arkadaşım "abi olay bu işte!" diyor. "İşin içine katılacak bu insanlar ve kendilerini buraya ait hissedecekler. Memleketin laikliğine de sistemine de düzenine de hiç bir şey olmayacak" diyerek devam ediyor. Koşu heyecanı ile ve yaşlı vücutlarımızın baldır kısımlarının acısı ile bunu unutuyoruz.

Benim katıldığım 15 kilometrelik koşu bitiyor. Arabalarımız mahpus. Gelenleri seyrediyoruz. Sonra bitiş alanından ayrılıp sahile iniyorum. Arkadaşlarımdan bazıları maraton koşuyorlar ve 39. kilometrede onlara destek olmak üzere yer alıyorum. Güneşli bir İstanbul gününün keyfi en güzel bu şekilde çıkıyor.

* * *

Sosyal medya ahalisi arasındayım malûm. Haberim sonradan oldu. Meğerse koşuda iki de çarşaflı abla varmış. Bitiş çizgisinde de bolca alkış almışlar. Yabancısından Türk'ünden. Bunu kimileri çok keyifli bir olay olarak ele alırken, kimileri de "yaklaşan irticanın ayak sesleri" olarak kabul etmişler. Çok pis korkmuşlar. Sosyal medya aleminde de çarşaflı koşucular potansiyel tehlike ve laik demokratik hukuk devletimizin karşısındaki bir tehdit olarak kabul edilmişler.

Gülmekten öleceğim yorumlar yapılmış. Birisi bunun siyasal bir simge olduğundan ve Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı bir eylem olduğundan bahsetmiş. Diğeri "ne alâkası var hocam neyle koşarsa koşsun, bizimle koşmaya gelmesi iyiye alâmet" demiş. Bir diğeri "yarın, öbür gün bunlar kıyafetlerimize de karışırlar" demiş. Tam burada benim koptuğum an geldi.

Behey iz'ansız, bre kendini bilmez, yıllardır bu insanların kıyafetlerine karışan sanki siz değilsiniz! "Başını öyle değil böyle örtebilirsin, dışarıda örter içeride örtemezsin, kamuya giremez, özele girersin, okulun kamu alanı olup olmadığına da ben karar veririm" diyen laik demokratik Cumhuriyetimizi çok sevenler değil miydi? Şimdi bu insanlar kıyafet mecburiyeti olmayan bir spor aktivitesinde sizlerle birlikte olmayı, onca aşağılamaya, onca hor görmeye rağmen tercih ettilerse ağzınızı kapatıp oturmanız gerekmez mi?

Karısı başını örttü diye askeriyeden atılanlar şimdi AİHM kapısında. Haklı davalarında uğraşıp duruyorlar. Hepsinin ötesinde üniversite öğrencilerinin halleri var. Bir nesil adeta ortadan ikiye bölünerek "bunlar okuyabilir, bunlar okuyamaz" şeklinde ayrıldı. Bu insanların birlikte olmalarından ne zarar gelirdi?

Yıllarını Fatih-Çarşamba da geçirmiş birisi olarak insanların birlikte yaşama pratiklerinin en güzel bu semtte geliştiğini söyleyebilirim. Oradaki çarşaflılar bir günden bir güne kimseye baskı yapmadıkları gibi diğer insanlar da onların yaşam tarzlarına saygı gösterdiler. İçki de satıldı, mini etek de giyildi. Aksini iddia eden Ayşe Arman okurlarına sadece "Allah selâmet versin" derim.

* * *

Önce gelin şu Cumhuriyetin niteliklerinde anlaşalım. Laik, demokratik, sosyal, hukuk devleti diyorsunuz ya. Bu dediklerinizin maalesef hiç biri yok bu ülkede. Tek bir mezhebe göre karar alan ve ibadet yaptıran heyula bir Diyanet İşleri varsa çizin laikliğin üzerini. Mecburi din dersi varsa bir daha çizin üzerini. Demokrasi konusuna da girelim isterseniz ama ne benim soluğum yeter ne de sizin kulak zarlarınız dayanır. Onbinlerce faili meçhul cinayetten ve devam eden davalardan bahsederken hukuk yanımıza uğramamış diye düşünürüz hepimiz. Sosyal devletin ne olduğunu da biraz ve ucundan bu muhafazakâr iktidar zamanında gördüysek, ötesi kiraz bahçesi dostlar.

Saniyen dostlar, gelin insan sevmeye çalışalım. Kürdün, alevinin, dinini yaşayan sünninin, ateistin, anarşistin her birinin öz duyguları olduğunu ve insan olduklarını hatırlayalım. Bir travesti üzerinde gök kuşağı renkleri ile koşarsa, bir hacı amca uzun donu ile koşarsa yadırgamayalım. Koşu bittiğinde "nereden çıktı bunlar" demeden çarşaflının gözlerine bakın. Orada utangaç bir "size özeniyorum" göreceksiniz. Onu uzaklara iterek düşmanlığını kazanmayın.

Ve ey agresif laik hanımlar, biraz yumuşayın. Böyle çarşaflı ya da tam örtülü komşunuz varsa ille de evine gidin, yaptığı böreklerden yiyin, demli çayından için, beraberce kocalarınızı çekiştirin. Hayat basit konuşmalarda ve insan sevmekte saklı. Unutmayın nefret nefreti doğurur. Sizi adını laik demokratik hukuk falan koyduğunuz afaki bir yönetim şekli değil kapı komşunuzun sevgisi kötülüklerden korur. Biliyorum da söylüyorum.

Yorumlar

İster yaştan dolayı, ister geçmişe duyulan özlem deyin, gitgide daha çok arıyor ve özlüyorum çocukluğumun ve gençliğimin o güzel günlerini…

Ben ortaokuldayken din dersi mecburi değildi ancak velimizin izin kâğıdı ile bu derse girebiliyorduk, ama girdiğimizde de dinimizi tam manasıyla öğreniyorduk, nitekim namaz kılmayı, namaz duaları ile diğer duaları ve dinimizle ilgili temel bilgileri ben ortaokulda öğrendim, bitirme sınavında da bizzat seccade üzerinde namaz kılıp not aldım, tabii dualarını da sesli okumak şartıyla…

Lise hayatım ise Fatih Çarşamba'da geçti, yazdığınız gibi çok çarşaflı hanım vardı ama mini etekli kızlar ve başı açık hanımlar da çok fazlaydı, kimse kimseye farklı gözle bakmazdı, aklından bile geçmezdi bu tür düşünce, bir kere o zamanlar açık kapalı ayrımı yoktu ki, herkes herkesi olduğu gibi kabul eder ve insanlar birbirine hoşgörü ile bakardı, o zamanlar ayrımcılık kelimesinin bilindiğini bile tahmin etmiyorum, sevgi ve saygı tüm değerlerin üstünde gelirdi…

Bizler Rahmetli babaannemin, "komşu komşunun külüne muhtaçtır" ve "komşusu aç yatarken kendisi tok yatan bizden değildir" sözleri ile büyüdük…

Sevgili doktorumun dediği gibi önce insan olmasını bilmek lâzım, gerisi arkadan gelir, ayrıca ne demiş büyüklerimiz "anamdan doğdum çıktım pazara, bir kefen aldım döndüm mezara" …

Bu kısacık ömürde değer mi böyle hırslara kavgalara kinlere, hoşgörü, sevgi, anlayış ortamında özgürce ve kardeşçe yaşamak varken?

İclal Arpınar - 20 Ekim 2010 (23:52)

Bu Peygambervari hoşgörünüz ve eli öpülesi fikirlerinize katılırken, bazı kötü ve bol fitneli düşünceler de aklıma gelmiyor değil. Daha geçenlerde hoşgörüsü bol olan başbakanımız değil miydi çocuklara "namaz kılıyor musunuz" diye soran. Sonra da aldığı cevaptan memnun olup hediyelendiren. Hoşgörü, paylaşım, kardeşlik vitrini ile depoda bulunan mühimmatı saklamak, belki İclal hanımın bol hoşgörülü vicdanına etki etmiştir. Belki de artık orta sınıflarda öğrendiği vecibeleri daha sıklıkla yerine getirmesi için tetiklemiştir. Ama tüm bunları yapan yönetimdeki şahısların geçmişlerinde düşündükleri radikallikleri saklayamaz bence. Amaçları bol hoşgörülü ortamdan ziyade Tipik Arap geleneklerini dayatmak. Yani şeriat…

Ernesto - 26 Ekim 2010 (20:14)

Sayın Ahmet Faruk Yağcı'nın, "Bir Maraton ve Sonrası" makalesini büyük bir zevkle okudum… Son günlerde okuduğum en güzel yazılardan birisi…

"Düşünenlerin düşünceleri" nde, Sayın İclal Arpınar hanımın güzel yorumu da harika.

Ancak, bu güzel görüşlerlerden sonra, Ernesto'nun hala; "Amaçları bol hoşgörülü ortamdan ziyade Tipik Arap geleneklerini dayatmak. Yani şeriat…" demesi bana; "ONLARIN GÖZLERİ VAR GÖRMEZLER, KULAKLARI VAR DUYMAZLAR, KALPLERİ VAR HİSSETMEZLER" sözlerini hatırlattı…

Gerçekten de; görmek istemeyenden daha kör, duymak istemeyenden daha sağır kim olabilir?

Ama ben karamsar değilim…

Ernesto gibiler de bir gün gerçeği görecekler…

Haluk Cangökçe - 27 Ekim 2010 (11:32)

Bir konu ile ilgili bir şeyler karalamak istersem eğer, mümkün mertebe gökten gelen kelimelere sığınmam (hatta hiç sığınmam). Sayın Ahmet Faruk Yağcı'nın dediği gibi (en azından benim gibi insanlardan yardım alırım) "bu fakir de" kendi fakir cümlelerine sığınır… Kendi gibi düşünmeyenleri "görmez, duymaz, hissetmez" likle suçlayanların bir de hoşgörü mavalları yok mudur?

Hep kıskanırım bu kadar ironi yapıp ta kendilerini kötü hissetmeyenleri. Ne güzel bir konfordur bu şekilde yapmak. Ne güzel bir konfordur, gökten geldiği iddia edilen kelimelerle insanlara saldırıp sonra da hoşgörülü görünmeye çalışmak.

Haluk Bey'in elbette karamsar olmasına gerek yok. Belki Başbakan sormaz, ama kolluk güçleri bir gün sokaklarda namaz kılıyor musun diye sorduklarında "evet kılıyorum" cevabı hazır olduğu için karamsar değil Haluk Bey. Daha birkaç ay önce Referandumu kazanmak için Alevîliğe saldıran Başbakan, eminim ki Haluk Bey'in de takdirini ve oyunu kazanmıştır.

Nasıl ki bu ülkede yıllarca para ve güç musluklarını ellerinde tutmak için Şeriat gelecek korkusunu pompaladılarsa. Şimdi de bu gücü ve musluğu başkaları elinde tutmak için diğerlerine dönüp "Alevîler yargıyı ele geçirip iktidarı ellerinde tutuyorlar korkusunu pompaladılar. Böyle yaparak Referandum kazandılar. Bu düşünceye sahip olanlara göre bir Alevî yargıda görev almamalı. Onlar sadece solculukla suçlanıp sürünmelidirler. Bu kadar net çizgilere sahipken, hoşgörü mavralarınıza kim inanır Haluk Bey?

Ernesto - 27 Ekim 2010 (19:23)

Ernesto nam kardeşimizin kullandığı dil karşılıklı "siz de kızılderilileri öldürdünüz ama" diyene kadar gider. Benim anlatmaya çalıştığım: Bir arada yaşama pratiğini geliştirmek için yapılması gerekenler şeklinde özetlenebilir. Vakta ki güzel ülkemizde başörtülü, dindar Sünnî, kürt ve azınlıklar da aleviler kadar zorda ve sıkıntıdadırlar. Beyaz Türk ve dini ile ilgilenmeyen Sünnî olmak lâzım bu memlekette.

Başbakanın konuştuğu dil ile alâkam olmaz. Onun üzerinden verilen örnekleri kaale bile almam.

Ahmet Faruk Yağcı - 28 Ekim 2010 (17:24)

'Cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşeli'derler. Fazla iyi niyetlisiniz.

Knulp - 28 Ekim 2010 (19:27)

Tam bu tartışmaların altına "ah doktorcuğum, boşuna nefes tüketiyorsunuz, ne kadar düzgün açıklarsanız açıklayın, her cemaat kendi klişe yargısında diretecektir" diye yazacakken, Yağmur Atsız'ın Star'daki 30 Temmuz 2010 tarihli yazısını okudum, gazımı aldı.

Birazını paylaşayım:

"Şimdi yine benzeri bir problemle yüz yüzeyiz. Örneğin (Bakın, Öztürkçe!) ben harâretli bir "YETMEZ AMA EVET!" partizanıyım. Şu şartlar altında bunu (İLERİDE TEESSÜS EDECEK) demokratik bir düzene doğru önemli bir adım olarak telâkkıy etdiğimi anlatan yazılar yazdım. Ama, kendim bir yana, bunu benden kat-be-kat daha belâgatle anlatan meslekdaşların bile tek bir "Hayırcı" yı iknâ etdiğine ihtimâl veriyor musunuz?

Eğer şu yâhut bu yönde bir karar verdiyseniz öbür tarafın yazdıklarını okumuyorsunuzdur bile! Okuyanlar bencileyin "meslek mahkûmları" dır. Hattâ, işte ikinci sırrım, son zamanlarda ben bile kaytarmaya başladım. Öbür "yandaşlar" ın günâhını almayayım. Ama ben şahsen bu kadar saçmalama ve böylesine bin dereden su getirme karşısında ruhsal sağlığımı düşünerek bâzı "arkadaşları" kendime yasak etdim. Diyelim ki ıspanak yasak, manda eti yasak, acı biber yasak, Özdemir İnce yasak! Ben aynı sebeblerden çok yıllar önce "Cumhuriyet" i de kendime yasaklamışdım ve çok fâidesini gördüm."

Ceketi çıkarmadan gömlek değiştirmek (Yağmur Atsız - Star)

Durmuş Düşünür - 28 Ekim 2010 (23:41)

Belki "doktorcum" nidasını hakedecek doktor ünvanım yok. Ama yaşam savaşında hayatımı kazanmak için edindiğim ünvanla, yaşam şeklimi ve hayatımı kazanmak da çok kolay olmuyor. Sebebi ise Ahmet Faruk Beyin söylediği "Vakta ki güzel ülkemizde başörtülü, dindar Sünnî, kürt ve azınlıklar da aleviler kadar zorda ve sıkıntıdadırlar. Beyaz Türk ve dini ile ilgilenmeyen Sünnî olmak lâzım bu memlekette" bu sözlerin tam tersi bir yaşamın içinde olmamızdır. Şu güzel topraklarda dini ile ilgilenen Sünnîlerin yaşadığı konforun onda birini yaşamak isterim doğrusu. Yaşamı bize dar eden, maalesef dini ile ilgilenen Sünnîlerdir. Daha geçenlerde Kamu teşekküllerine doldurulan on binlerce dinini yaşayan Sünnî kontrolümün camiye gelmiyor musun yoklaması ile başlayan muazzam sınavına tabii tutulup, namaza gitmediğim için işimi ve dünyamı dar etmeye çalışan çabalarına maruz kaldım. Şehir dışından eve geldiğimde, dokuz yaşındaki kızıma ilkokul 4.sınıfta zorla ezberlettirilmek istenen süphaneke duasını nasıl ağlaya ağlaya ezberlemeye çalıştığını gördüm. Şehirlerarası yolda bir kırmızı ışıkta, bir kamyon dolusu ineğin kamyon kasasında canice nasıl bağlanıp, işkence yöntemlerini aratmayacak koşullarda sırf "dinini yaşamak isteyen Sünnîler" kurban bayramında ayaklarına kan akıtsın diye Ankara'ya doğru getirildiklerini gördüm.

Evet "doktorcum" siz hoşgörü vitrini ile süslediğiniz mutfak arkası görüntülerini elbette bize göstermezsiniz. Ama biz yaşıyoruz bunu.

Ernesto - 30 Ekim 2010 (22:58)

Meseleyi "sizin depoda taşıdığınız mühimmat bizim mutfak arkası edevatımızdan çok daha tahrip edici" noktasına getirme niyetinde değilim fakat madalyonun başka yüzleri var.

Ernesto mahlâslı kardeşimizin yaşadıkları talihsizlik örneğidir. Ne var ki bu talihsizliği yaşayan tek ve yegâne insan kendisi değildir.

Acaba iradesi dışında sübhaneke ezberlettirilen çocuk sayısı mı fazladır bu ülkede yoksa vasat bir inkılâpçının kahramanlık destanlarını vird gibi çeken/çekmek zorunda bırakılan insanların sayısı mı?

Ya da "Ne o? Camiye gelmiyor musun" sorusuyla asimetrik psikolojik harekâta maruz kalan, arkasından da işi ve dünyası kendisine dar edilen iş adamı sayısı mı fazladır yoksa rakı sofrasında çağdaşlığını cihana ilân eden bir ses tonuyla "ne o yoksa sen de mi içmiyorsun" istihzasıyla başlayıp oruç tuttuğu/namaz kıldığı anlaşıldığında hemen "yobaz" yaftası yiyen insan sayısı mı?

Ne bileyim; Kurban Bayramı'nda sırf ayaklarına kan akıtmak için ayakları bağlanan hayvan sayısı mı fazladır yoksa başlarında şeriat istemenin şeksiz-şüphesiz alâmeti olan başörtüsü taktıkları için üniversite kapısından çevrilen, eğitim hakları ellerinden alınan, kimi zaman kamyon kasasındakiler gibi muamele gören, elleri ayakları bağlanan insan sayısı mı?

Bu arada Ernesto kardeşime bir de tavsiyem var; hâlâ "dini ile ilgilenen Sünnîlerin yaşadığı konforun onda birini yaşamak" istiyorsa üniversite mezunu bir başörtülü olduğunu düşünsün.

Enver Turan - 31 Ekim 2010 (12:14)

Sevgili Enver Turan, Benim yaşadıklarım talihsizlik örneği değildir.

Aksine tarihin çeşitli dönemlerinde sistematik bir biçimde devreye alınan bir inanç asimilasyonun günümüzdeki uzantısını yaşıyorum. Ya da bu dönemlerden birine denk gelen "dinini yaşamak isteyen Sünnîler" grubunun, küresel gücün Ortadoğuda istediği taşları yerleştiriken edindirdiği misyonla oluşan bir baskıyı yaşıyorum. Bundan kurtulmanın bir tek yolu oldu şimdiye kadar kendini inkâr etmek. Bu asimile potasında erimek.

Bu baskı o kadar yoğun ki yukarıdaki yazılarda bile kendini gösteriyor. Neymiş "dinini yaşamak isteyen Sünnîler". Okul sayısından çok camiinin olduğu, bürokrasinin, emniyetin en kilit noktalarında bahsettiğiniz kişilerin olduğu, kendi inançları için Diyanet İşleri gibi yine kendilerine özel bir kurumun olduğu, diğer inançların ya da inaçsızlığın yok sayıldığı bir ülkede bu söylem çok komik kaçmıyor mu? Size vasat gelen inkilapçının, Anadolu'da yüzlerce yıl süren bu baskının bir uygulayıcısı olan Osmanlı İmparatorluğu'nun en karakteristik kurumlarını yıkması Hoca Efendi'nin, Sam Amca'nın dediklerini uygulamasından daha az etkilemiş olabilir sizi. Bu sizin bir taraf olmanızdan kaynaklanan bir durum bence. Seksen darbesiyle ortaya konulan Sam Amca klâsiğini "önce yok say ve sonra da yok saydığını merkeze koy" şeklinde formüle etmek mümkün. Nasıl ki bu periyotta da Kürtlere önce "yoksunuz" şimdi de "bizim için önemlisiniz" deniliyorsa aynı şekilde türbanı da bu şekilde formüle ettiler.

Ernesto - 2 Kasım 2010 (23:35)

Sevgili Ernesto; siz ayağınıza batan bir dikenin acısıyla ortalığı ayağa kaldırıyorsunuz ve bu sızı ne yazık ki müntesibi bulunduğunuz inanç sisteminin kırbaçladığı, ellerini ayaklarını budadığı insanları görmenizi engelliyor.

Üzerinizde bir mahalle baskısından bahsediyorsunuz, buna karşılık dinini yaşamak isteyen Sünnîler üzerinde açık-resmî-hukukî(!) "devlet baskısını" görmezden geliyorsunuz.

Ben size bunu yapanların talihsiz bir güruh olduğunu söylüyorum ama keşke dinini yaşamak isteyenlere de bu baskıyı şirazeden kopmuş birkaç sergerde ve bir düzine maganda gayr-i nizami, keyfi ve zorbalıkla yapsaydı.

Bürokrasinin, parlamentonun ya da emniyetin en kilit noktalarından tutun da en ücra yerleşim merkezlerine kadar belli bir inanç-anlayış-zihniyetin yerleşmesi değildir mühim olan. Mühim olan bu erkin baskı-dikta ile kendi gibi olmayanları ötekileştirmesi, kendine benzetmeye çalışması ya da sizin ifadenizle asimile etmesidir.

Ne yazık ki kendi yazınızda da bu insanlarının sayısından ne denli ürperdiğinizi ifade etmişsiniz. Ben bu ülkedeki meyhane sayısını tespit ederek "Aman Allah'ım" diye ürperen bir insana rastlamadım, ama hangi laik(olduğunu iddia eden)e tesadüf etseniz ülkedeki Camii sayısını ulaştığı korkunç rakamlardan bahsedip pek bilimsel bir analiz olan(!) cami-okul oranını hesaplayarak panik-histerik bir ruh haletiyle bir "Oh my God" çektiğini görürsünüz.

Enver Turan - 3 Kasım 2010 (13:34)

Camilerde ne yapıldığı değil varlığıdır rahatsızlık verici olan. Keza başörtülünün hangi bölümü okuduğu ya da ne tür projelere imza atacağı önemli değildir, onun bırakın toplumsal ya da kamusal alanda varlığı kendi hanesinde bile varlığıdır çileden çıkaran.

Başı açık bir bayanın "ileride sayıları arttığında acaba benim laik-çağdaş-modern yaşam koşullarıma müdahale ederler mi" düşüncesiyle onlara kamusal alanın yasaklanmasına destek vermesi, birilerinin -baktı mı bakmadı mı şüpheli- bir yan bakışından ötürü bir diğerinin gözünü çıkarmaktır.

Vasat inkılâpçının kendisi değil kafalara vura vura kabul ettirilmeye çalışılmasıdır rahatsız edici olan. Şimdi ben burada bunun misallerini sayacak değilim. Eminim siz dahi şahit olmuşsunuzdur yüzlercesine.

Birileri demokrasi ve düşünce özgürlüğünün yalnızca kendi haklarını korumak için var olduğunu ve sadece kendi düşünce ve anlayışlarına hizmet ettiği vehmini taşıyor. Şimdi yıllar boyu türban zulmü devam etse bir tek laikten bireysel hak ve özgürlük gibi bir kelime duyamazsınız. İnancını yaşamak isteyen dünya kadar insan fişlenip işinden olsa, ordudan atılsa, cüzamlı muamelesi görse yine ses-seda işitemezsiniz. Anne-babalar kendi çocuğunu kendi inanç disipliniyle yetiştirmek istemesi kanunen devlet eliyle engellense yine çıt yok.

Ama bir lâik bir yerde ima yollu şöyle-böyle en ufak bir baskı yaşasa hemen ortalık ayağa kalkar, "sol duyu" çağrıları yapılır ve kendi ağızlarından bir inanç özgürlüğü-laiklik-demokrasi manifestosu yayınlanıverir.

Enver Turan - 3 Kasım 2010 (13:37)

Bu gün sistematik bir inanç asimilasyonuna maruz kaldığımız konusunda size katılıyorum. Bir köktendinci zihniyet kendi gibi olmayanı baskı-yıldırma politikalarıyla kendine benzetme-ötekileştirme-yok saymaya çalışmakta; bu şımarıklığa da iler tutar tarafı olmayan tehlike algıları, kurmaca tez ve vehimleri esaslı bir kanıt gibi göstermektedir.

Enver Turan - 3 Kasım 2010 (13:38)

Enver Bey, b insanın düşüncesine destek aramak için birtakım payandalar aramasını anlayabilirim. Ama bunu yaparken vicdanını, gerçekleri, tarihi bir tarafa bırakmasını ise o kişinin kendi kendisine yaptığı bir talihsizlik olarak görürüm. Kendi kendinize haksızlık yaparken beni kullanmanızı bir tarafa bırakalım hadi. Ama yaptığınız bu haksızlığı vicdanıunızda taşırken kullandığınız araçlar (ki, işte bir örnek):

"Ne yazık ki kendi yazınızda da bu insanlarının sayısından ne denli ürperdiğinizi ifade etmişsiniz. Ben bu ülkedeki meyhane sayısını tespit ederek "Aman Allah'ım" diye ürperen bir insana rastlamadım, ama hangi laik(olduğunu iddia eden)e tesadüf etseniz ülkedeki Camii sayısını ulaştığı korkunç rakamlardan bahsedip pek bilimsel bir analiz olan(!) cami-okul oranını hesaplayarak panik-histerik bir ruh haletiyle bir "Oh my God" çektiğini görürsünüz."

Camii ile meyhaneyi karşılaştırıken şu gerçekleri görmezden gelmişsiniz.

- Camilerin büyük bir kısmı halkın parası ile alınır ve içindeki imamın maaşı, lojmanı vs Devletçe karşılanır. Yani bizim cebimizden çıkar (bu vicdansızlık değil de nedir?) Başkasının cebinden (camiye gitmeyenlerin) alınan paralarla nasıl bir ruh hali ile ibadet ettiğinizi düşündükçe üzülmekten kendimi alamıyorum.

- Meyhaneler ise devlet eliyle değil, bu işi meslek edinen kişilerin (yani girişimcilerin) para kazanmak için kurdukları, açtıkları yerlerdir (emin olun ki sizin cebinizden krş. Harcanmamıştır).

Ernesto - 14 Kasım 2010 (20:41)

Neden kendi dininizi inancınızı başkasında sınayarak sağlama ihtiyacı duyuyorsunuz Enver Bey? Neden Camiye gitmemenin karşılığı meyhane ya da içki masası oluyor? Sizin gibi düşünmeyenleri direkt alkolik, kâfir ilân ediyorsunuz? Ramazan aylarında sergilediğiniz "Oruçlu oruçlu kafamı bozma" tripleri nedir sizce? Oruç tuttuğu için dövülen bir insan gördünüzmü?

Öyle ise "sünnilerin dinini yaşayamaması" sakın "hepiniz Sünnî olun" baskısına dönüştürmek için kullandığınız kullandığınız adımlardan biri olmasın? (Ama itiraf edeyim oldukça komik ve bir o kadar da haksız bir adım.)

Kimsenin giyinişine (türban da dahil) karışılmaması taraftarıyım. Cuntanın başlattığı önce yok say sonra yaşamın orta yerine koy uygulamasına da karşıyım. Bir ferdin türban takmasınının engellemesinin, herkese türban taktırma baskısına dönüştürülmesine de karşıyım.

Yaşadığım toplumda bana karşı dönen mızrakları (mızrak diyorum çünkü yaşamımı etkiliyor) ayağıma batan bir diken olarak görmenizi anlayabiliyorum (evet yanlış okumadınız, anlıyorum).

Eğer, yaşamımı zorlaştıran nedenleri ben yukarıda sayarken, siz bunun müsebbibi olduğunuzu "camii, meyhane orantısıyla" geçiştirme çabasına girdiyseniz. Sizi anlamak da kolaylaşıyor. Evet siz, oluşturduğunuz baskıları bile görmezden gelirken, bunu basamak olarak kullanıp kendinizden olmayanlara baskı oranını artırma peşindesiniz. Okullardan daha fazla olan (hatta meyhanelerden bile) camii sayılarınızla ibadetten ziyade güç ve görkem peşinde koşarken, bu gücü o camiiye gitmeyenlere ve türban takmayanlara yönelttiğinizi görebiliyorum.

Sayın Cumhurumuzun "Bir tane Alevî rektör atadım" bahşetmesiyle, onurlandırdığı yirmi milyon Alevî vatandaşa belki siz bunu da çok görürsünüz. Amacım bir topluluk yarışına girmek değil ama, Alevîler üzerinde onca baskı söz konusuyken "sünnilerin dinini yaşaması" için daha ne yapmak gerekir bilmem.

Ernesto - 14 Kasım 2010 (21:08)

Ernesto ile Enver Turan arasındaki "son sözü kim söyleyecek" müsabakasında uzatmalarda da beraberlik bozulamadı. Galiba bu maçın galibini yazıtura atarak belirleyeceğiz.

Rıdvan Dilmen - 14 Kasım 2010 (21:05)

Keşke bu durum Rıdvan Dilmen'in dediği gibi bir maç olsaydı. Keşke o kadar basit olsaydı. "İyi olan kazansın" diye stada girer, maçtan sonra da kazanan tarafı kutlardık. Ama kazın ayağı öyle değil.

Enver Turan ve Ernesto'nun yazışmalarını başından beri izliyorum. Enver Turan'ı gayet iyi anlıyorum. Yandaşlarının bugüne kadar yaptıklarından farklı bir söz söylemiyor ve büyük olasılıkla pratikte de onlardan farklı davranmıyor. Bu, onlarca yıldır süren bir politik davranış biçimi. Bu politikanın adı da "İslâm faşizmi" İslâm faşizminin aşamalarını, evrimini dörtbin bilmem kaç karakterle anlatmak zor. Ya da benim boyumu aşar. Ama yazılmışı var. Buyrun buradan yakın:

İslâm İmparatorluğu, Erbil Tuşalp, Kırmızı Yayınları

Hadi hayırlı bayramlar.

Knulp - 19 Kasım 2010 (12:32)

Bu tartışma -feylesof Durmuş Bey'in de işaret ettiği gibi- bir yere varmaz, uzar gider. Bilgisayarcı diliyle söylersek sonsuz döngü (endless loop) oluştu bir kere. Böyle durumlarda herkes kendi ezberini tekrarlar, asla karşısındakinin ne dediğiyle ilgilenmez, anlamaya çalışmaz, lâf don lastiği gibi uzaaar gider.

Herkes kendi cemaatinin gazetesini okuyor, kendi cemaatinin tv kanalını seyrediyor/dinliyor, kendi amentüsüne iman ediyor, kendi repliğini tekrarlayıp duruyor. Aslında iletişimin olmadığı bir durumda konuşuyormuş gibi yapmak fuzulî elektrik ve bandwidth kaybından başka şey değil mi?

Ama tabii siz bilirsiniz. Buraya böyle propaganda/slogan karışımı şeyler yazmak sizi rahatlatıyor, gazınızı alıyorsa, buyurun, devam edin, atış serbest.

Büdütör - 20 Kasım 2010 (16:58)

Ben Knulp'a bir şey sormak istiyorum: Peki Ernesto yandaşlarından farklı ne söylüyor. İslâm faşizmi üzerine okuduğunuz belli de lâik faşizmi hakkında bildiğiniz kitap ismi var mı acaba?

Hayır, okumak istiyorum sadece. Bir de oradan yakmak istiyorum…

Meraklı Melâhat - 4 Aralık 2010 (19:28)

Bu ülkede namaz kılıyor diye tekmelenen, oruç tutuyor diye dövülen, hacca gittiği için aşağılanan birileri olursa eğer, onu da kitaplaştıracak bir insan evlâdı olacaktır. O zaman da oradan yakarsınız.

Knulp - 7 Aralık 2010 (11:33)

Ah Sayın Knulp!

Çok çok özür diliyorum. Nasıl da kaçırmışım, İslâm İmparatorluğu üzerine bana tavsiye buyurduğunuz şeyin sıradan bir kitap olmadığını. Erbil Tuşalp tabii, şu kutsal metinler müellifi, bilmez olur muyum ayol? Ayetli süreli, hatta tevafuklu tastamam bir tanrı buyruğu bu. Abdestsiz dokunmak yasak edilmişti hani.

Söz; en kısa zamanda bir tane edinip okuyacağım. Cemaatten arkadaşlarla mukabeleli okuyup münazara edeceğim. Ve derhal çağdaş, aydınlanmacı, ilerici, modern bir insan olacağım.

Meraklı Melâhat - 12 Aralık 2010 (11:39)

Sayın Ahmet Faruk Yağcı. Hep maraton ve atletizim türü sporlardan yazıyorsunuz. Biraz da futboldan söz edemez misiniz? Meselâ şike konusunda ne düşünüyorsunuz. Bu ülkede 25 milyon Fenebahçe taraftarı var. Şikeyi sadece Fener mi yaptı? Bütün bu olanlar Fener camiasına yapılan bir haksızlıktır. Biraz da bu konuda yazın. Radyo programınızı dinliyorum.

Hakan Tarman - 8 Eylül 2011 (09:37)

diYorum

 

Ahmet Faruk Yağcı neler yazdı?

534
Derkenar'da     Google'da   ARA