Ahmet Faruk Yağcı - 23 Mart 2010
Ufacık bir çocuktum. İlkokul bitinceye kadar sınıfın en miniğine bile küçüklükte fark atardım. Sonraki iki senede vücut kitlemi iki buçuk katına çıkardım ve öyle kaldım.
Ortaokul sondaki ceketimin düğmeleri kapanmamak kaydı ile halen üzerime olması bunu izah etmede en önemli şahidim.
Bir de futbolseverdim ki anlatması zor. Ortak aldığımız toplar bizim balkonda durur, takımlar kurulurken mutlaka sözüm geçerdi. Sahi siz de dörde dört takım kurarken adımlayarak aldım-verdim yapmış mıydınız? Şimdiki hukuk uygulamalarına bakacak olursanız çok adaletli bir pratiktir. Hatırlatırım.
Babam önceleri engellemeye çalıştı. Sakatlanmamı istemiyordu. Sonra bıkarak vazgeçti. Nasihatlere abandı. Madem ki topu engelleyemiyordu, bari zarar görmeyeydim. En önde gelen isteği, topa kafa vurmamamdı. Topa kafa vurursam aptal olacağımı, derslerimin kötü gideceğini anlatarak beni ikna etti. Hoş, onca uzun göçmen çocuğu arasında bana kafalık top geldiği de yoktu zaten. İkinci nasihati de topa girerken başka çocuklarla aynı anda vurmaya çalışmama, kısacası kaçak güreşme yönündeydi.
Nasihatler işe yaradı. Tam kırk yaşına kadar top oynadım ve attığım kafa beşi geçmez. Zor toplardan da hep kaçtım. Pabuç pahalıysa risk almadım.
* * *
Evimizdeki bir başka nasihat ise "dini konularda asla tartışmaya girmemek" üzerineydi. Bunu da güzelce anlatmıştı ebeveynim. "Bak evlâdım, sen mümin birisi ol, ama kimseyi imana davet etme ya dasenin yolunun doğru olduğunu tartışarak anlatma. Tartışırsan karşındakini dinden soğutabilirsin, ya dao senin inancını zayıflatabilir. Bırak herkes istediği gibi inansın."
Doğrusu nasihatler işe yaradı. Bu toplara fazla girmeden ellili yaşların kapısına dayandım. Hafızhanım Teyze'nin evinde elifba ile başlayan eğitim, cami müştemilâtındaki kur'an kursunda devam etti. Çevrem hep dini bütün insanlardan müteşekkil oldu ve el'an da öyledir. Yine de kimse ile ne fıkhî ne de imani konularda tartışmadım. Kafama göre takılıp gittim. Eh değiştim, evrildim, devrildim. Dile kolay elifbadan bugüne 42 sene geçmiş.
* * *
Agnostik Necdettin Efendi nam zatın "ehli imana camii şerif hediye etme ve buraya diyanetin imam ve müezzin tayini" sorunsalı topuna da dayanamadım girdim. Niyetim halis idi. Yazdıklarım böyle bir eylemin kendisini öncelikle "müslüman" olarak tanımlayanlarda ne gibi bir tepkiye yol açacağını içeriden gözle anlamak ve anlatmaktı. Necdettin Efendi'nin yazdıklarına değişik açılardan ve şiddeti yer yer 7.4 Richter olabilen tepkiler geldi. Bu esnada ben topa girdiğime inceden pişman olmuş ve palavradan dizimi tutarak kenara çekilmiştim bile.
* * *
Koskocaman lâikmi lâikbir cumhuriyetimiz var. Yaz bir kez daha evlâdım. Laiklik din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Atamız bize emanet ederken yüce devletin din esasları ile ilgisinin olmayacağını ifade etmiş ve en hakiki mürşidin ilim olacağını beyanen bildirmiştir. İyi not aldınız değil mi evlâtlarım?
Onlarca değişik ırk ve dinden insanın olduğu memleketimizde Diyanet İşleri Başkanlığı ne yapar acep?
Cami yaptırır mı? Yaptırır. Dev bir bütçesi var mıdır? Vardır. İmam ve Müezzin sınavı, eğitimi, tayini yapar mı? Elbette yapar, İşi ne? Peki hangi esaslara göre yapar? Sünnî olarak tanımlanan islâmî esaslara göre yapar. Buraya da bir parantez koyalım: Ehli tarikin kendini "ehl-i sünnet vel cemaat" olarak tanımlayanları da yapılan işin eksik ve mezahib-i erbaaya (4 mezhep) uygun olmadığını söylerler.
Devam edelim; diyanetin bir de devasa vakfı vardır. Camilerde yardım için kesilen makbuzların bir kısmı direkt buraya aktarılır. Burada biriken para ile Din-i İslâma hizmet maksatlı çok değişik işler yapılır. Devam edelim; diyanette gayrımüslim unsurlara yönelik bir pay ya dakaygı var mıdır? Ben bilmiyorum. Varsa söylesinler. Açılım falan diyenler diyanette alevilerin yerini de bir zahmet aydınlatsınlar. Cemevi dedelerine maaş bağlama konusunu tatlıya bağlasınlar.
Yüz bine yakın camiin imam ve müezzinine maaş bağlanması ve tek elden Cuma hutbesi dağıtılması lâikdevletin neresine uyar, bana birileri izah etsinler. Din ile devleti ayırıp bütçeden böyle büyük bir payı toplumdaki inançların -belki en yaygını ama- sadece bir koluna ayırmak ne şekil bir laikliktir? Benim aklım almıyor.
* * *
Aklımın aldığı şey, devletin "Diyanet" diye bir kurumunun olmamasıdır. Zaten halkımız da bu kelimeyi "cinayet" der gibi "dinayet" e değiştirmiştir.
Din İşleri Yüksek Kurulu olması mutlak ihtiyaçtır ve bu coğrafyadaki inanç mozayiğine uygun üyelerden oluşmalıdır. Kurulun kararları devlete tavsiye niteliğinde olmalıdır.
Tek elden imam tayinine ihtiyaç yoktur. Cemaat dediğin şey, iki ve daha fazla kişinin bir araya geldiğinde ibadetini toplu olarak yapmasıdır. Birisi imamete geçer, bir diğeri kamet okur ve tesbihatta yardımcı olur. Hepsi bu. İşin esasında maaşlı imam yoktur. İlle de vazife bilinsin isterseniz, cami vakfından maaş bağlanarak imam tayin edilir. Kim tarafından? O camiin cemaati tarafından. Yok öyle merkezden imam beklemek falan. Cemaatin namazda gözü varsa imamı da bulur müezzini de. Bir de temizlik görevlisi bulup maaşa bağlar.
Ve yine dinde öyle gösterişli kubbeler, minareler, tek tip halılar falan makbul değildir. Ezan yüksekçe bir yere çıkan bir şahsın çıplak sesi ile müminleri namaza davetidir. Bangır bangır hoparlörle falan olmaz. Camii de toplanılan yerdir. İlla kocaman olacak, kubbeli olacak diye bir şey yoktur. Hayırseverin birisi yaptırır. Müminler kilimlerini halılarını getirirler. Para toplayıp camını çerçevesini takarlar. Namazlardan sonra önünde oturup hasbıhâl ederler. Budur.
Camilerini direkt katma bütçeye bağlayan lâikdevlete gülünür. Aynı devlet gayrımüslimi ve değişik mezhepleri yok sayıyorsa kızılır. Bu konuları gündeme getirmeye vesile olan Necdettin Efendi'ye teşekkür edilir.
Yazıyı yazan dayanamaz: Ey Necdettin! Sen sen ol, gel Ümmeti Muhammed'in tüylerini dikenlendiren "dinsiz, mülhid, zındık" gibi kelimeleri adının başına koyma! Takılıp gidelim şu alemde. Der. Çekilir.
* * *
İlgili risale: Agnostik Necdettin Efendi Camii →
Saygıdeğer Ahmed Faruk Yağcı üstadım…
Yüksek müsaadenizle, çocukluk günlerime dair futbol anılarımı naklederek başlayayım söze.
Bendeniz hakirin futbol macerası sizinkinin aksine çok kısa sürdü. Sebebi, kişiliğimdeki bir zaaf idi. Bu zaaf, ayağımda topla ilerlerken ya da rakip toplara girerken topa savurduğum tekmenin muhatabımın ayağına değmesi (kazaen de olsa birini yaralama) korkusu idi.
Bana atılan tekmeleri pek umursamazdım doğrusu; ama benim başkasını tekmeleme ihtimalim elimi ayağımı bağlardı.
Nadiren coştuğum, sahadaki tüm rakip oyuncuları kıvrak slalomlarla geçip, kaleciyle karşı karşıya kaldığım anlar olurdu. Ve o noktada topa öyle falsolu vururdum ki, ya taca ya auta giderdi.
Sanırım o an kalecinin yüzünde gördüğüm "ya gol yersem" endişesi sebep olurdu bu sakarlığıma.
* * *
Birlikte müzakere ettiğimiz esas mevzuya gelirsek…
Bir yerlerde şöyle bir şey okuduğumu hatırlıyorum:
"Entellektüel, düşündüğü ve dile getirilmesinde kamu yararı gördüğü şeyi açık seçik söylemekle yükümlüdür. Bu açıksözlülüğünün kendisine ödeteceği bedel ne olursa olsun…"
Bu mealde bir şeydi galiba. Ya da ben eksik aklımla öyle anladım.
Bu bağlamda, her ne kadar "gönül yıkmamak" gibi bir kaygıyı hayat pratiğimin merkezine oturtmuşsam da, yaşamakta olduğum alemi seyreyleyen ve tefsir etmeye çabalayan aklı kıt bir adem olarak, zihnimde oluşan sualleri efkârı umumiye ile paylaşmak gibi bir ödev altındayım. Bu ödevi bana aşkın bir güç yüklemedi; onu ben kendime şart koştum.
O nedenledir ki, "rahatım kaçmasın" ve benzeri saiklerle susmak, sütre gerisinde durmak, sözü karnımda tutmak gibi bir konforu haiz değilim.
Bendeniz hakiri batınîlikten ve dahi bilgelikten uzağa düşüren yapısal kusur da bu olsa gerektir.
Karıncaezmez Pervane Çelebi - 24 Mart 2010 (12:39)
Karşı cinsten olduğumdan topla ilgili anılarımın olmadığı aşikâr, ama şu topa duyulan merakı, özlemi hep merak etmişimdir, hâlâ da taraftarın fanatiğini anlamakta güçlük çekerim, tutmuş olmak için bir takım tutarım o kadar.
Belki çevremde futbola meraklı bir kişi görmediğimden ya da tanımadığımdan olabilir…
Gelelim esas konuya; rahmetli babaannemle birlikte büyüdüğümden onun yere oturmuş, önüne rahlesini koyarak üstünde çeşit çeşit eski türkçe yazılı kitaplardan hem kendi okuyup hem arada bize de okuduğu ve anlattığı dini konular, hikâyeler yetişmemizde büyük rol oynamış ve bizleri de büyük ölçüde etkilemiştir.
Rahmetli babam ise dinine bağlı ama son derece modern ve ileri görüşlü idi, henüz daha bankalarda yokken çalıştığı iş yerine bilgisayar bağlattırmış ve muhasebe işlemlerini bilgisayar yardımı ile yapmaya başlamıştı.
Annem ise muhafazakâr bir ev hanımı idi, böylece babamın modern görüşü ile annemin muhafazakâr görüşü birleşince biz üç kardeşin çok iyi yetiştiğine inanıyorum. Nitekim üçümüz de üniversite bitirip farklı iş sahalarında çalışıp emekli olduk.
Ablam ve eniştem hacıdır ama sinemaya da giderler eğlenceye de, tatile de.
Hiç ölmeyecek gibi dünyaya yarın ölecekmiş gibi ahirete çalış, bu söz hayat felsefemiz olmuştur bizim.
Ben her şeyden önce dinimizin temelinin temiz ahlâk olduğuna inanır ve kul hakkı almamaya büyük özen gösteririm, oğluma da bu görüşü aşılıyorum.
Neyse, fazla uzatmayayım diyeceğim şu, herkesin dini kendinedir, her koyun kendi bacağından asılır, bu gibi konulara hiç girmemek bence de en doğrusudur, zaten ateist insanlarla değil tartışmaya girmek bu konuları konuşmam bile, agnostik kelimesini ise ilk defa bu sitedeki bir yazıdan öğrendim ve çok şaşırdım, inanmayan bir kişi dine saygı gösterse ne olur göstermese ne olur.
Bir arkadaşımın şu sözleri ile de yorumumu tamamlamış olayım.
" Fazla inançlı olmasam da inanç en azından beni ruhen besliyor ve mutlu olmamı sağlıyor, o zaman niye inanmayayım ki."
İclal Arpınar - 30 Mart 2010 (01:04)
"İnanmayan bir kişi dine saygı gösterse ne olur göstermese ne olur" u o şekilde kullanılmadığı halde bir soru cümlesi olarak algılayıp topa gireyim ben de; inanan birinin inanmayana, aynı şekilde inanmayanın da inanana saygı göstermesi çok değerli ve de insanî açıdan çok önemli farklar yaratacak bir duruştur, kanımca.
Fersan Cevriye - 30 Mart 2010 (16:44)
Ben de topa gireyim. İclal hanım, inanç, inançsızlık, agnostisizm ya da bunların çeşitli oranlarda karışımı insanın özüdür. Her insan içinde bunlardan çeşitli oranlarda bulunur ve hatta bulunmalıdır da. Dini kitaplarda çokça geçen "vesvese" lâfı aslında şüphe anlamında kullanılmıştır. Yani din de insanın içinde şüpheler barındırmasını bir şekilde normal karşılamıştır. İnanç ya da inançsızlık, yahut karışımı, yahut "bilinemez" cilik de denilen agnostisizm insana bir duruş verir ve bu da ne olursa olsun saygıya değer.
Dinin temelinin temiz ahlâk ve kul hakkına riayet olduğu konusunda hemfikiriz. Lâkin kendisini dindar olarak tanımlamayan birisi de bunlara dikkat ederse benim açımdan aynı seviyede makbuldür. Hele de dindar diye ortaya çıkanların soygunu ve kul hakkı yemeyi iş bilirlik olarak gördükleri günümüzde.
Hürmetlerimle.
Ahmet Faruk Yağcı - 30 Mart 2010 (21:46)
Sayın Fersan Cevriye'nin yorumundan, anlatmaya çalıştığım hususun tamamen yanlış anlaşıldığını görmek, beni hayli şaşırttı doğrusu.
Arkadaş ve dost çevresi benim gibi geniş olan bir kimsenin elbette dindar da, az inanan da, ateist de arkadaşları olacaktır. İnsanı üstün kılan, kişiliği, karakteri ve -önceki yazımda da belirttiğim gibi- temiz ahlâklı olmasıdır, zaten kişiye özel ve kişinin daha ziyade manevîyatını ilgilendiren din konularında tartışmamak bizlerin aramızda uyguladığı temel prensipler arasındadır.
"İnanmayan bir kişi dine saygı gösterse ne olur göstermese ne olur" cümlesi ile "inanmayan" o kişinin inancında herhangi bir değişikliğin olmayacağından yola çıkarak, saygı göstermekle kendisinde yine değişen bir durumun olamayacağını belirtmek istemiş ve bu hususu vurgulamaya çalışmıştım, yani inançlı ise inançlı, inançsız ise inançsız, ateist kalacaktır.
Ayrıca dinimizde zaten Allah ile kul arasına kimse giremez.
Yunus Emre'nin çok beğendiğim şu sözleri ile de, ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır diye düşünüyorum.
"Yaradılanı severim yaradandan ötürü."
İclal Arpınar - 30 Mart 2010 (23:01)
Sevgili Ahmet Bey, konu ile ilgili ikinci yazımı yazdığımda, sizin yorumunuz henüz yoktu, dolayısıyla görüşlerinize, bu konudaki düşüncelerinize ve anlatmak istediklerinize aynen katıldığımı belirtmek isterim, zaten ikinci açıklamamdan sonra sizinle tamamen hemfikir olduğumu da anlamışsındır diye düşünüyorum.
Saygılarımla…
İclal Arpınar - 31 Mart 2010 (12:19)
Evet bende Diyanet'in daha sivil ve otonom olmasının ülkemize daha faydalı olacağını düşünmekteyim. Eğer bir ülkede gerçekten Laiklik ilkesi uygulanıyorsa, bunun gerekleri yerine getirilmeli diye düşünüyorum. Bir ülke vatandaşlarından korkmamalı, tam tersine onların kültürlerini, geleneklerini ya da dini inançlarını rahatça ve serbestçe yerine getirmesine izin vermesi gerektiğine inanan biriyim.
S. Alışır - 19 Mayıs 2010 (12:49)
İclal kardeşimizin 'herkesin dini kendinedir, her koyun kendi bacağından asılır, bu gibi konulara hiç girmemek bence de en doğrusudur, zaten ateist insanlarla değil tartışmaya girmek bu konuları konuşmam bile…' gibi bir cümle kurmasına ve bazı arkadaşlarımızın bu cümleye katılmasına saygı duymakla birlikte gerçekten çok üzüldüm. Çünkü öncelikle hepinizin bildiği gibi 'Emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker', varlığın yaratılış gayesine götüren bir yoldur. Allah (celle celâluhu), kâinat sarayını bu yüce vazife için açmış ve yine insanı o sarayda bu yüce vazife için halife yapmıştır. Peygamberlik manzumesi de, bu sebeple nazmedilmiştir.
Hz. Âdem (a.s), hem ilk insan hem de ilk nebidir. Evlatları, daha gözlerini açar açmaz karşılarında babalarını, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir peygamber olarak bulmuşlardır. Beşerî ilk oluşum nübüvvetle başlamıştır. Neticede nübüvvet ağacı, başlangıçta ona çekirdek olan Nebi'yi meyve vermiştir. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kâinat kendisi için yaratılan İki Cihan Serveri'dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). O'nun gönderiliş gayesi ise TEBLİĞdir. Tebliğin özü de, 'emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker'dir.
Demek ki varlık, onun için var edilmiştir. Şüphesiz varlığın yaratılış gayesi olan bir iş, işlerin en mühimidir. İnsan ki, Cenâb-ı Hakk'ı bilip tanımak ve bu bildiklerini vicdanında duymak ve bildiklerini etrafındakilere hatırlatmak için yaratılmıştır. Allah (celle celâluhu) bizi, kendisini ifade edelim ve anlatalım diye yarattı. Yaratılışımızdaki ilâhî maksat da budur. Bu ilâhî maksada uygun hareket etmek, hem dünyamızı hem de âhiretimizi mamur edecektir. Aksi halde dünyevî ve ebedî varlığımızın teminatı olan bu maksadın tokadını yer; hafizanallah hem millet olarak, hem de cemiyet olarak fitne ve fesadın ağına itilmiş oluruz.
Eklemek istediğim diğer bir konu ise yine İclal kardeşimizin 'inançlı ise inançlı, inançsız ise inançsız, ateist kalacaktır.' sözünedir. Biz birer mümin olarak ilk önce bilmek, öğrenmekle sorumluyuz ki bunu ilk inen ayetlerden olan 'Alâk suresinin ilk beş ayeti ve ilk emir de "iqra!", yani "oku!" da kanıtlamaktadır. Bir insanın kalbine imanı vermek ise bize düşmemiştir. Biz mümin olarak tebliğle mükellefiz, imanı vermek ise Rabbimizin elindedir. Biz bize düşeni din ayrımı yapmadan zaten ateistse ateist kalacaktır demeden yapalım ve tevekkül edelim. Rabbimizin kimin kalbine imanı nerede ne zaman kimi/neyi sebep kılarak koyacağı belli olmaz!
(Yorumumun bazı kısımlarında alıntılar yapılmıştır.)
Derya - 1 Haziran 2010 (14:52)
Yukarıdaki yazıdan özellikle de yorumlardan sonra "su yolunu buluyor" demeden edemedim. Çocukluğu ve ilk gençliğinde din konularından özellikle uzak tutulmuş biriydim. Sonraları önce entellektüel bir merakla başlayan öğrenme sürecim inanca vardı. Bugün ise benim entellektüel merak sandığımın aslında bir davet olduğunu idrak ediyorum. İnançlar akılla mantıkla değil ilâhî esinlenme sonucu olabiliyor derim.
Mehmet Soybeli - 12 Ağustos 2011 (16:04)
Beş erkek kardeşin ortancasıysan işin zor demektir. Bir büyük bir küçük eşleşir tam ortada kalan kaleye geçer. Haliyle evin kalecisi olunca, büyük (mahalle) maçlarında da kaleye geçirilecek ilk adam olursun. Kendi öz ağabeyimin rakip takımın oyuncusu olarak topa değil de, suratıma çaktığı tekme futbol hayatımın sonu olmuştur. O unutulmaz tekmeden sonra kan revan içinde jubilemi yapıp ebeveynlere duyurmama saikiyle nice acıları göğüslediğimi hatırlarım. Benim yerim hep kale olduğu için ömrüm gelen topları tutmak, tutamasam da uzaklaştırmak gayretiyle geçmiştir. Usule uydum ve futboldan giriş yaptım, diyanetten de çıkışı yapabilirsem bahtiyar olacağım.
Dindar bir kavmin, devleti yıkıldıktan sonra kalesine atılmış en unutulmaz gol diyanettir. Madem diyanet, hilâfet gibi çalışacaktı, daha evrensel olan hilâfet niye kaldırıldı? Osmanlı kurumlarının kötü birer taklidi olan Cumhuriyet kurumları, meseleyi daha girift hale getirmekten başka ne işe yaradı? Her cuma günü cami kapısında "Ne verirsen elinle o gelir seninle" diyerek, elini cebine atmayan benim gibileri azarlayan görevliyle göz göze gelmemek için başını önüne eğenler acaba kilise-sinagog kapılarında da var mıdır? Bu camileri biz yapıp yaşatacaksak diyanet ne işe yarıyor? Yok diyanet yapıp yaşatacaksa bizden ne istiyor? (+)
Mazhar Candan - 16 Eylül 2011 (11:21)
(+) Vaktiyle esnaflık yapan dedeme bir zat gelmişti, bende dükkândayım. Elinde bir makbuz koçanı salllıyor ve anlatıyordu:
- Hacı efendi Adapazarı Akyazı ilçesindeki falanca camimiz için dernek olarak yardım topluyoruz. Ben caminin imamıyım. İşte makbuzumuz.
Dedem sordu:
- Hoşgeldin evlât. Ne yapacaksınız topladığınız paralarla?
- Hacı Efendi hamdolsun camimizin her şeyini tamamladık sadece minaresi kaldı. İnşallah sizden topladığımız paralarla minareyi yapacağız.
- Peki Evlat, minareyi yapmak bir şey değil de, o minareye çıkıp ezan okuyacak mısın?
- Artık hoparlör var Hacı Efendi, biz aşağıdan okuyoruz, minareye çıkmaya gerek yok.
- Minareye çıkmayacaksanız niye minare yaptırıyorsunuz ki?
- Kablo çıkıyor ya Hacı Efendi.
- Kablonun çıkması için o kadar masrafa ne gerek evlâdım, bir direk dikersiniz olur biter.
İmamdan ses gelmeyince dedem son sözünü söyledi.
- Kusura bakma evlâdım, ben sırf hoperler takılsın diye paramı israf edemem. Minareye çıkıp ezanı doğrucana okumağa söz verirsen ben de elimden geldiğince size yardım ederim…
İmam söz vermedi tabii, nereden çattık bu belâya tavırlarıyla çekti gitti.
Ortada bir diyanet var, vatandaştan topladığı paralarla (vergilerle) imam maaşı ödüyor, ama bu imamlarla müminlere huzur değil, huzursuzluk veriyor. İmamların eline tutuşturduğu hutbelerle ottan çöpten muhabbetler yaparak müminleri rencide ediyor. Faruk Bey'in dediği gibi, bu işleri cemaate bırakmak en güzeli.
Mazhar Candan - 16 Eylül 2011 (12:18)
Ahmet Faruk Yağcı neler yazdı?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.