Ahmet Faruk Yağcı - 26 Temmuz 2009
Biz şehirde yetişmiş çocuklar Fransızca okunuşu ile "röno" derdik. Gerçi aramızda "renaault" diye okuyanlar da vardı ama o kadar da olurdu. Köylüler ise renoo arabası ya da renoo oniki derlerdi. Neden sondaki "o" harfi uzatılırdı onu bilemiyorum.
Ülkemizde imal edilen ilk otomobil olan Anadol'un piyasaya çıkışından (1969) üç sene sonra Renault-12'ler yollardaydı. İki tipi vardı. TL ve TS. Lüks olduğu söylenen, TS modeliydi. Pek farkları yoktu. Birisinde ilâveten devir saati vardı. Bir de ön panjurları farklıydı galiba. Meraklısı uzaktan tanıyordu.
Renault'nun farkı şirketindeydi. Şirketin ismi OYAK-Renault idi. Aynen tahmin ettiğiniz gibi bir Ordu Yardımlaşma Kurumu iştiraki olup devlet bu defa da otomobil şirketi şeklinde tecessüm etmişti. Böylece otomobillerin satışının önemli bir kısmı garantiliydi. Karşısında da gariban Hacı Murat ve odunsu Anadol vardı ki bunların önüne geçmesi kaçınılmazdı.
* * *
Dedemin üç ortaklı pastanesi memleketimiz olan Kırşehir'in Mucur ilçesinin ortasındaydı. Bir kapısı zahireciler meydanına diğer kapısı da Belediye Parkı'na açıktı. Orta Anadolu'da hemen her kasabada bulunan belediye parkı, büyücek çam ağaçları, ortasında fıskiyeli havuzu ve rahat bankları ile serinlemek için ideal noktaydı. Pastaneden dondurmasını alan buraya giderek oturur ve havuzun birbuçuk metreye yükselen sularını seyrederek hayallere dalardı. Yetmişli yılların başında hayat günümüzdekinden kat be kat yavaştı.
Pastane iyi kazanıyordu. Üç eve baktığından öte, iki fırın işçisini de ferah ferah doyuruyordu. Yaz tatillerinde tezgâha geçen benim dahi nasiplenmem mümkün oluyordu. Taze süt ile ve sahlepi bol tutarak yapılan sade dondurmasından günde on kova sattığımız olurdu ki kimi gün ikindi vakti kovaları yıkayıp ters çevirerek kurumaya bırakırdık. Gelene "gaymaklı bitti, fişneli ve limonlu var istiyosan" derdik.
Dedem kenarda parası olduğunda kendisine batan girişimci bir Anadolu esnafıydı. Hayatı çok para kazandığı ve battığı dönemler şeklinde iniş çıkışlarla geçmekteydi. Pastanenin böylesi nakit akıttığı bir devri müteakiben mutlaka yeni bir projeye imza atması ve olan parayı da batırması gerekirdi. İşte tam bu sırada hayatımıza Şoför Duran ve Renoo Oniki projesi girdi.
Askerden geleli epeyce zaman olmuş ve bizim oralıların anlatımı ile "direksiyonu guvvatlı" olan Duran işsizdi. Bir gece vakti dedemin ve diğer ortakların kafasına girilmiş, bir renoo arabası alıp şoför olan Duran'ı çalıştırırlarsa çok para kazanacaklarına inandırılmışlardı. Aynı aklı bol adamlar pastaneyi Ziraat Bankasının karşısındaki meydana taşıma aklını da vermişlerdi. Kısa zamanda iki iş birden becerildi. Pastane daha büyük olan ve fakat daha az ayak altı olan yere taşındı. Renault-12 TL de Ankara'daki bir bayiden satın alındı. Dedem hayalî paraları sayıp demetlemeye başlamıştı.
Süt mavisi 1975 sıfır Renault kapıya çekildi. Lastikleri beyaz yanaklı olsun istenmişti. Plakası arkadan gelecekti. Duran, kendinden emin bir ifadeyle kapıları ve bagajı açarak haziruna arabayı gösterdi. Vitesten, senkromeçten, firenden falan bahsetti. Kafalarımızı sallayarak onayladık. Duran'ın saç ve bıyık kesimi tıpatıp Orhan Gencebay şekliydi. Gri kumaş pantolonu kalçadan oturuk, ispanyol paçalıydı. Yine vücuda oturan mavi gömleğinin yakaları tavşan kulağı cesametindeydi. Yakışıklı ve dürüst çocuktu vesselâm.
Plan basitti. Diğer bütün taksiciler gibi Duran da bizim "petrol" dediğimiz alt benzinlikte takılacak. Otobüslerden inenleri istedikleri köylere götürecek, eşşek yükü ile para kazanılacaktı. Bu sayede kendisi düzenli gelire sahip olduğu için evlenip çoluk çocuğa karışacak, dedem ve ortakları da devamlı bir akara sahip olacaklardı.
Renault'muza sayısı on civarında olmak üzere bindim. Bağa giderken ya da aşağı bostandan gelirken rastlarsam el ediyordum. Duran abi bırakıveriyordu. Gerçi suratı asıktı. İş olmadığından yakınıyordu. Olsun, ön koltuk rahattı ve araba uçar gibi gidiyordu. Orta ikiye geçmiştim. Enerjim çoktu. Kafam fazla bir şeye basmıyordu.
Yaz bitti. Seneye daha zengin bir dedeye ve daha güzel bir pastaneye geri dönmek üzere İzmit'e geri döndük. Bilemezdik meşum arabanın yapacağı arızalar ve kazalar sebebi ile ortakları zarara uğratıp satılacağını. Ve hatta bilemezdik ortakların akıllanmak yerine daha da bönleşerek işlerinde kullanacakları bir skoda kamyonet alacaklarını. Bunun da bir elektirk direği ile halvet olduktan sonra satılacağını. Dedemin Bağ-Kur'a borcunu bitirip emeklilik hakkını alıp pastaneden ayrılacağını.
Orta üçe geçtiğim senenin yazında sadece bağ bahçe işleri ile uğraşan az paralı bir dede ile karşılaşmamın temelleri o Renault-12'nin alınması ile atılmıştı. Ama güzel arabaydı ha…
* * *
Asker aileleri iyi şartlarda Renault alabiliyorlardı. Hem piyasadan ucuza hem de uzun taksitlerle. Bunu beş yılda bir yapabilen asker ailelerinden bazıları hak devri ile kâr da edebiliyorlardı. Kısacası, Renault 12'ler asker arabasıydı. Bir de o zamanların adetlerinden birisi arka camın önüne sahibinin asker şapkası koyması idi. Böyle Renault 12 dokunulmaz oluyordu.
Babam arabaya bakacak bütçesi olmadığını söyleyerek almıyordu. Emekli olana kadar da almadı. Aldığı ilk araba da inadına ikinci el beyaz bir Murat 124 idi. Çevremizdeki tanıdık ailelerde ise hep Renault 12 vardı. Memnun olmayan yoktu. Dikkat çeken bir başka husus da, devletin bütün kademelerinde bu marka araç kullanılıyordu. Generallerin orta ve küçük boy olanlarının makam aracı Station Wagon Renault'lardı. Belediyeler de ciroya katkıda bulunmak adına aynı marka araç alırlardı. Ve polis araçları. Hele de 12 Eylül sonrasında beyaz sedan Renault-12'ler suçlu ya da suçsuz insanlarda refleks kalp çarpıntılarına sebep oluyorlardı. Beyaz röno ile başlayan envai çeşit "götürülme" ve dayak hikâyesi dinlemiştik.
* * *
Bu defa da zekâsı bedenine çok çok fazla gelen kadim arkadaşımdan dinleyelim:
"Tıp fakültesine başladık. 1978. İyi aile çocuğu ve dindar özellikte yetişmiş bir delikanlıyım. Ankara. Olaylar, boykotlar, devlet ricalinde telâş, yokluk zamanları. Babam esnaf. Durumumuz iyi. Dersler benim için çocuk oyuncağı. Beş vakit namazımı kaçırmıyorum bir yandan. Bir yandan da eğlenme ihtiyacımız var.
Benimle beraber camiye gelen iki arkadaşımla bir oyun düşündük. Sakal bıraktım. Seyrek ve yumuşak sarı sakallarım çok daha uhrevi bir hava verdi. Arkadaşlarım da anfiye girince yanıma doğru gelip saygı ile eğilmeye ve kimsenin görmediğini düşündükleri zamanlarda elimi öpüp alınlarına götürmeye başladılar. Tabii görenler ve onlara soranlar oldu. Aramızda kararlaştırdığımız gibi benim derin bir şeyhin torunu olduğumu, dedemden el aldığımı söylediler.
Ciddiye almazlar zannedip yanıldık. Yarım yılda ondan fazla müridim oldu. Ben de havaya girdim. Cemaatle namaz, cami bahçesinde sohbetler, kimine Yasin okuma, kimisine kelime-i tevhid çekme vazifeleri. Son zamanlarda müridanın ben ayağa kalkınca ayağa fırlar olması ve ben sormadan asla konuşmamaları acaip hoşuma gidiyordu.
Bu mutluluk zannediyorum üç ay kadar sürdü.
Okuldan yalnız çıkıp, oyunu kurduğumuz iki arkadaşla beraber kaldığımız bekâr evine doğru yürüdüğüm bir akşam, sol yanımda beyaz bir Renault 12 durdu. Sağ ön koltukta kısa saçlı ve bıyıklı, otuzlarında bir adam vardı. Bana tıslayarak "arkaya atla!" dedi. O anda elindeki namlusu yukarı doğru duran ondörtlü silâhı farkettim. İtirazsız atladım.
Yolda kısa kısa birkaç soru sordular. Babamın ismini ve yaptığı işi merak etmişlerdi. Söyledim. Sağ öndeki bana doğru dönerek ve kulaklarımda patlayan bir sesle "manyak mısın ulan sen? Manyak mısın?" diye bağırdı. Önüne döndü. Defalarca lâ-havle çekti. Sonra torpido gözünden çıkarttığı telsizle anons yaptı. Karşıdan anonsa cevap gelince. "Malûm şahsı aldık efendim. Müsbet," diye konuştu.
Biraz daha gittikten sonra tanıdık semtteki karakola alındım. Nezarete koydular. Kilitlediler. İki saat kadar zaman geçti. Daha doğrusu geçmek bilmedi. Derken dışarıdan babamın sesini duydum. Tamam. Ölmeyecektim.
Kısa bir zaman dilimi daha geçti. Bir memur gelip beni aldı ve komiserin yanına götürdü. Makam odasında yüzüm önde, ikisinin nasihatlerini dinledim. Her dediklerini evetledim. Komiser gülümseyerek babamın elini sıktıktan sonra "ben delikanlıya bir şey söyleyeceğim" dedi. Babam çıktı. Komiser bana yaklaştı. Kolumu sıkıca tutarak kulağıma eğildi. "Bir dahakine ana baba dinlemem…mına koydururum" dedi. Çişimi az önce yapmamış olsam kesin altıma kaçırırdım. Pekileyip çıktım."
* * *
Mecburi hizmete başladım. Gittiğim kasaba dost canlısı insanların olduğu güzel ve büyükçe bir yerdi. Meydandaki ticarî taksilerin tamamı Renault 12 idi. Aybaşlarında yaşıtım bekâr doktor arkadaşlarla beraber taksi tutup Çankırı'nın Ilgaz kazasından gelip Çorum'un Osmancık ilçesine doğru giden yolun üzerindeki tandır kebabı yapan lokantalardan birisine giderdik. Taksicileriden en sohbetkar ve kibar olanı -ki muhabbet bulma ehli olduğu da söylenirdi- tercihimizdi. Bu abi bize nazik ama aksanlı konuşmasıyle neden renoo arabası tercih ettiklerini anlattı.
"Doktorum, bu arabalar keçi gibidir. Toprak yola gitmem demez. Anadol ya da Murat arabaları gibi çamura saplanmaz. Bunun tahrik sistemi ön tekere bağlıdır. Kolayına bozulmaz. Freni iyi tutar. Savrulmaz. En kötü yeri kaloriferidir. Ona da çare var. Çorum kaloriferi denen ilâve şeyi taktık mıydı içerisi kışın bile fırın gibi olur."
İlk arabamı asistanlıkta aldım. Hurda bir Citroen'di. Haftasına zararına geri verdim. Sonraki senelerde elimden önce sık aralıklarla sonra daha seyrek olmak üzere çeşitli arabalar geçti. Hiç Renault kullanmadım. Yok markaya bir lâfım yok, sadece kısmet olmadı. Ülkemizde en yaygın kullanılan iki markadan birisi olarak her geçen sene gelişti, çeşitleri arttı.
Renault 12'ler makyajlanıp Toros adı ile pazarlandılar bir eyyam. On sene kadar önce de piyasadan çekildiler. Son yıllarda değişik modeller, çok lüks araçlar ülkemizde imal edilmeye veya dışarıdan gelmeye başladı. Etkileyici bir perfmonsa erişen bu markada son çıkan modeller epeyce japonlaştı. Bunda Nissan ile ortaklığı muhtemelen ciddi bir rol oynadı. Kim bilir?
Geçenlerde ustam, çocukluk zamanlarında sokaklarına beyaz Renault 12 ile gelen bir amcadan bahsetti. Yıllar geçse de o amcanın hafif saçları dökük, uzun boylu, bıyıklı, her daim açık renk takım elbiseli hali ile ön sağ kapıdan inmesini, üstünü başını düzeltmesini, elini belinin arkasına götürüp silâhını yoklamasını ve sokağın alt ucuna doğru heybetlice yürümesini hiç unutmadığını anlattı.
Hepsinin ötesinde son aylarda Beyaz Renault hikâyeleri dinliyoruz mütemadiyen. Alınanlar, götürülenler, infaz edilenler. Takipte kullanılan beyaz rönolar. Buluşma yerinde uzaktan görülen aracın bir beyaz röno olması. Anlaşılan şu ki bir döneme damga vurmuş bu araç. Tabiatıyla da bizim neslin kaldırımda yürürken yanında beyaz bir Renault 12 belirdiğinde irkilmesi pek haksız değil. Gerçi son on senedir her irkilmemde aracın içinde inşaata giden ya da gelen işçiler gördüm ama yine de mani olamıyorum hislerime.
Zamanında iki arabam oldu. İkisi de Renault idi. Yok, 12 değil, 11. Yani şu "Flash, Rainbow" gibi adlar taşıyanlardan.
Hakikaten de, Tofaş'lar ne kadar tekerlekli kaloriferse, bunlar da buzhane. Soğuk havalarda öldür Allah ısınmıyor. Camların buğulanması da cabası.
Bir keresinde bir arkadaşımın Renault 12'sini kullanmak zorunda kalmıştım. O günden beri "bunu kullanabildiğime göre traktör de kullanabilirim" diyorum. Herhalde bu arabalar Fransız köylüsü dağdaki patates tarlasına kestirmeden (tarladan) sürerek gidebilsin diye yapılmış. Yani tam bir dağ köylüsü arabası. Bu yönüyle de tam bir klâsik sayılabilir.
Cevat Prava - 27 Temmuz 2009 (13:01)
Bazı arabalar bazı dönemlerle ya da kişiliklerle özdeşleşir. Örneğin, Vosvos ve Hitler… Reno 12 ve Türk kontrgerillası…
Kimbilir kaç insan bu arabalarla ölüme götürüldü? İtirafçı Abdülkadir Aygan'ın anlattıklarından öğreniyoruz ki, beyaz Reno 12'nin içindeki infaz timi çoğunlukla üç kişi olurmuş. Biri ön koltukta, ikisi arka koltukta, infaz edilecek kişinin iki yanında…
Bekliyorum, bu Reno 12 ne zaman bizim şarkılarımıza türkülerimize girip toplumsal bir simgeye dönüşecek diye.
Bu cenabet arabanın otopsisini etkileyici bir anlatımla yapan Ahmet Faruk Yağcı'ya da teşekkürü borç biliyorum.
Selim Atak - 30 Temmuz 2009 (12:09)
Bizim ilk arabamız Renault 12 TSW idi yanlış hatırlamıyorsam. Memur babam birikimleriyle almıştı, satılırken çok üzülmüştüm, sanki ailenin bi ferdî olmuş gibiydi teneke yığını. Sonradan hayatımıza giren huzursuzluklar için sanki bi dönüm noktası olmuştu o araba, o yüzden benim bilinç altımda hep o arabanın gidişi ve evimizin kapısından giren şeytanların olduğu bir resim canlanır…
O beyaz Renault'lara gelince… Ülkenin karanlık geçmişi ile yüzleşmesi ve belki de bu vesileyle geleceğinde beyaz sayfalar açmasına doğru atılan adımları gördüğümüz son günlerde böyle bir yazı yazarak benim de içimde bi sürü siyah beyaz sayfayı ardı ardına çevirmeme sebep olduğu için yazara teşekkürler.
Asya Ender - 30 Temmuz 2009 (15:17)
Tam oh dedigim anlarda oluyor bu. Birlikte yasamayi kabul ettigim ama uykularimda görmek istemedigim karalar basiyor bana.
Neyse, bir de Ford minübüsler vardi siyah beyaz. Nedense Kartal derdik.
Ama o Ford" lardan aklimdan hic cikmayanin plakasini 30 yil sonra bile animsiyor ve yaziyorum:
06 AA 624
İlker Kocak - 30 Temmuz 2009 (23:30)
Sevgili doktor'cum yine gözlem ve tasvir yeteneğinize hayran kaldım, fevkalâde iyi bir romancı da olurmuşsunuz, bu bir gerçek, ama bana kalırsa iyi ki ikisi bir arada yani "edebiyatı kuvvetli doktorumuz" olmuşsunuz, hem biz hastalarınızı ilâçların yanında moral de vererek iyileştiriyor hem de güzel ve etkileyici yazılarınızı okuma mutluluğuna eriştiriyorsunuz…
Satırlarınızı okuyunca hem çok şaşırdım hem de üzüldüm, bu konuları hiç bilmiyormuşum meğer…
Renault arabasının bendeki yeri ise tamamen başkaydı, aynı zamanda liseden sınıf arkadaşım da olan sevgili dayımın kızına alınan ilk araba idi ve o zamanlar yani yanılmıyorsam 70 li yılların başı idi, kızlara pek araba alınmadığı için hemcinslerimiz adına tüm kuzenler çok gururlanmıştık ve ikimiz ayrıca da pastalı özel bir kutlama yapmıştık rengi kırmızı olan bu araba için:)
Meğer bende ne kadar farklı imiş söz konusu bu markanın anısı, haa bir de şunu biliyorduk o zamanlar, "bu arabalar önden çekişli ve çok çok sağlamdır"
İclal Arpınar - 31 Temmuz 2009 (15:09)
70'li 80'li yılları ne güzel anlatmışsınız; sağolun Dr. Yağcı…
O yıllarda bizim hiç arabamız olmamıştı, babam küçük bir esnaftı, ayakkabıcıydı. Ama üç erkek kardeş için alınmış "Golden Arrow" marka çok güzel bir bisikletimiz vardı. Güzel anlatımınızla sanki o renoo'yu, murat'ı toros'u ben de kullanmış oldum; sağolun.
O pırlanta yılları yazılarımızla yaşatalım. Ağzınıza sağlık. Hem "tıp" adamı, hem "kalem" adamı olan bir doktorumuz olduğunuz ve sizi tanıdıdığımız için çok mutluyuz. Ben yeni girdim hatıralar deryanıza, ama aboneniz oldum bile. Selâm ve sevgilerimle.
Hilmi Peremeci - 26 Ağustos 2009 (22:52)
35 NK 600 Plakalı lacivert steyşın (nedense plakası aklımdan çıkmaz benim de) rönö 12'miz oyak kredisiyle alınmış astsubay baba öğretmen anne benden iki yaş büyük ablam ve ben erkek kardeş çook kahrımızı çekmiştir. Acemi askerler sivil plakalı olmasına rağmen esas duruşta selâmlar, son anda ulen sivilmiş deyip gevşerlerdi, çok gülerdim ben de bu acemilere, mütevazı sünnet arabamdı, eskiyince satıldı gitti sonraları yeni olarak ruhsuz beyaz röno klio alındı peder bey rönodan başka araba istemez nedense alışkanlıktandır belki de…
Alper Bektaş - 4 Ekim 2009 (23:17)
Sevgili doktor, daha önce blogda okuduğum ve okuyamadığım bu güzel hikâyeleri kitap olarak yayınlamazsan vebali olur diye düşündüm. Selâm ve sevgilerimle…
Naci Koç - 10 Ekim 2009 (17:10)
Benim reno hikâyem de biraz aynı gibi… Rahmetli hacı dedem, sünnet olacağım gün babamdan evin kirasını istemiş, babam da paramız kalmadı bi hafta bekler misin diyince dedem köpürmüş. İlle de o parayı verin deyince (yoksa evden atılma tehdidi var işin ucunda) mecbur tefeciden alıp vermiş kirayı…
Peki, Reno 12 station beyaz, 1982 model araba bu yazıda nerede diyecek olursanız, ben bu olanlardan habersiz o arabayla sünnet çocuğu olarak gezdirilmiştim.
Olayları öğrenince yıllar boyu nefretle hatırladım o arabayı. Beddua da etmedim ama Bornova da bi sokakta çürüyormuş şimdi. Kimse de dokunmamış yıllarca…
Kemal Topraktepe - 8 Mart 2013 (23:55)
Beim de ilk arabam Reno 12 idi. "1974 model Reno 12 TS". İspanyol karbüratörlü (ne demekse, o sıra herkesin ağzında bu vardı ve ben de bir şey sanıyordum). Evet, 1974 modeldi ama ben aldığımda 18 yaşındaydı.
Efendim, aldığım gün şimdi burada adını hatırlayıp yeniden hiddetlenmek istemediğim bir arkadaşın gazı ile, tipinden ve mekânından nasıl olup da kuşkulanmadığım bir tamirci abinin dükkânına götürüp sağını solunu kurcalattık. Neredeyse arabaya verdiğim kadar parayı "bakım" parası diye verdik. Kendi kendime kızarak arabaya bindim. Maltepe'de bu aralar dev gibi binaların, sitelerin bulunduğu bir yerlerdeki dükkândan çıktım, Maltepe köprüsünden geçip E-5'e kıvrıldım ki arabanın benzini bitti!
Hemen akıl küpü afacan çocuk gibi atlamayın konuya, arabanın benzin göstergesinin çalışmadığını o sıra öğrendim. Neyse köprünün altında sağa, kenara ittirdim garibim arabayı. Kilitledim. Akşam, karanlık. Biraz yukarıda Küçükyalı'ya yakın yerdeki benzinciden rica-minnet, kavga-dövüş bir bidon benzin aldım (o sıra terör, bomba, yangın muhabbetinden benzini öyle satmak istemiyorlardı; şimdi nasıl bilmiyorum).
Koştura koştura geriye, rampadan aşağıya inerken benim araba sanki bıraktığım gibi durmuyor geldi ama, tam anlamadım akşam karanlığında. Yaklaşınca şafak attı! Benim araba yola paralel değil, neredeyse dik duruyor! Yakındaki durakta bir hanım abla: "Minibüs çarptı ona arkadan!" dedi. Hoppala! Arkaya bir geçtim ki amanın! Tampon düşmüş, arka bagaj bayağı şöyle bir 30 - 40 cm kadar içeriye girmiş. Arabanın ekseni kaymış yani.
Ablaya "Çarpan minibüsü gördünüz mü acaba?" diye sordum. "Hııı" dedi, "Gebze - Harem minibüslerindendi!"
Hadi be!
"Yani plakasını alabildiniz mi?" diye sordum.
"Benim okumam yok" demesin mi?
Diyeceğim o ki benim ilk arabam, daha aldığım gün faili meçhul bir vur-kaç olayına kurban gidip yaralandı.
Dört ay kadar sonra sattım o arabayı. Satış hikâyem de bir bu kadar trajediktir, ama baktım sadece 2 karakter yerim kalmış.
Onu da sonra anlatırım.
Mustafa Muammer Elöz - 11 Mart 2013 (21:07)
Benim röno hikâyem yok sayılır. Onunla tanıştığımda otuzlu yaşlarımda ve beş yıllık memurdum. Param ancak rönoya yettiği için onu alabilmişti. Ben de bir iz bırakmadı.
Ama nedense bu yazıyı okuyunca, rahmetli babamın "pot potu"sunu hatırladım.
Aslında Jawa marka bir motosikletti. Kasabalı motosikletin adını bilmediği için mi, yoksa söylemeye üşendiği için mi, ona pot potu derdi. Çünkü çalıştığında pot pot diye ses çıkarırdı. O zamanlar kasabamızda bir belediyenin asker jipi vardı, bir de babamın pot potusu. Sesi o kadar çok çıkardı ki, gecenin bir yarısında ya da sabahın alaca karanlığında kasabaya geldiğinde, bütün bir kasabanın uykusunu bölebilirdi. Kasabalı ne derdi bilmem, ama benim için çoğu zaman dünyanın en güzel sesiydi. Çünkü babamın sağ salim eve dönüyor olduğunu uzaktan gelen o sesten anlardım.
Bir de, Mucur benim için önemli bir ilçe. Yıllardır içinden geçerim ve bir takıntıdır, mutlaka saatime bakarım. Kavuşmaya kaç kaldı diye.
Güzel yazılarınız için teşekkürler…
Nurdan Kılıç - 9 Şubat 2016 (01:27)
Ahmet Faruk Yağcı neler yazdı?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.