Patronsuz Medya

Hiç akılda yokken…

Ahmet Faruk Yağcı - 20 Eylül 2009  


Sahne çok çarpıcıydı. Hemen her hafta geçtiğim yol, coşkun akan bir ırmağa dönmüştü. Araçlar sürükleniyor, yakınlarda bir yerlerde can pazarı yaşanıyordu. Sel yakınlardaki depoları patlatmış, İkitelli ile havaalanı arasında akan suyun üzerinde çeşitli eşyalar yüzmeye başlamıştı.

Ve o adamlar oralardaydı. Selin üzerinde sürüklenmekte olan eşyaları toplayıp kendi adlarına özelleştiriyorlardı.

Orta yaşa yeni varmakta olan birisi bir porselen yemek takımını kucaklamış, ıslak koliyi bir kenarından açmış hem kırık kontrolü yapıyor hem de tabakların içindeki pis suyu boşaltıyordu. Öyle ya insan evine kirli tabak çanak götüremezdi. Digiturk yetkililerinden Allah razı olsun. İyi ki kayıt imkânı da olan fahiş fiyatlı kutuyu bize satmışlar. Kaydettim bu yemek takımı peşindeki elemanı. Çevirip çevirip seyrettim. Asla kötü bir amel işlediğini düşünmüyordu. Dingin, mütebessim bir havası vardı. Muhtemelen nasipli bir insan olduğunu kıvanç ile hissetmişti. Başkasını ağlatan bir olayın kendisini güldürmesinde bir mantıksızlık görmüyordu.

* * *

Son zamanlarda insanımızdaki benzeri potansiyeller üzerine düşünüyorum. Orada, o anda bulunuş sebebi bambaşka iken ortaya çıkan ani bir durumun suçluya dönüştürdüğü kişileriden bahsetmek niyetindeyim. Don de Lillo, Cosmopolis kitabındaki kahramanına "en yakındaki kişinin en büyük tehlike olduğunu" düşündürtür. Ürperticidir. Ben de şimdilerde sıradan ve normal görüntülü potansiyel suçlular ile ne kadar iç içe olduğumuzun merakı içindeyim.

* * *

Çalıştıkları imalâthaneden yorgun argın çıkan üçlü arkadaş grubu amaçsızca semtlerine doğru yürümektedirler. Akşam olmasına az kalmıştır. Birisi bira almayı teklif eder. Diğerleri uyar. Adam başı ikişer Efes Extra ve ucuz olduğundan beyaz leblebi alırlar. Yoldan biraz ayrılmayı göze alarak semtlerine yakın ağaçlık alanın kıyısına gidip otururlar.

İlk kutular bittiğinde neşeleri yerine gelmiştir. Yorgunluklar azalmış, anlatılan hikâyelere daha çok gülünen bir ortam oluşmuştur. Biraz mahalleden, biraz işyerinden bahsedilir. Bahsedilen karılardan "yollu", erkeklerden "gavat" olanlar ağırlıktadır. Gökyüzü açık maviden koyu maviye döner, birkaç yıldız ışıldar. Kafalardaki iyilik yüzer yüzer artmaktadır. Henüz binbeşyüz değildir. Biralar çabucak bitmiştir.

Bu sırada ağaçlık alanın içindeki yürüme yolunu kullanan kadını farkederler. Muhtemelen kestirmeden evine varmaya çalışan bir emekçidir o da. Otuz yaşlarında, kot pantolon ve uzun kollu triko giymiş, spor ayakkabılı bir hanımdır.

Ahbap çavuşlardan en yırtık olanı kadın yaklaştığında lâf atar. Yanlarına gelmesini ve elinde ona göre bir şey olduğunu söyler. Eli pantolonun ağındadır. Halen tehlike uzakçadır. Bu sırada kadın döner ve hayatının hatasını yapar. "Orospu çocukları!" der. Hızlanır.

Bizimkiler ayağa fırlar ve o ana kadar en sessiz olan "sensin orospu" diye bağırır. Tehlike büyümektedir. Kadın sinmez. "isktirin gidin oradan" der ve koşmaya başlar. Ahbap çavuşlardan birisi diğerlerine doğru bakarak "yollu lan bu!" der ve koşarak kadına yetişir. Tutup bileğini kavrar. Diğerleri de yetişip ondan hakaretlerinin hesabını sorarlar. Bir yandan da "arandın kızım sen!" demektedirler.

Gece iyice inmiştir. Yoldan geçmekten ve kendisine hakaret edenlere aynı dilde cevap vermekten başka suçu olmayan genç kadın için hayatının en zor bir saati başlamıştır.

Profesyonel suçlu olmayan gençler ertesi gün yakalanır. Teşhisi müteakiben itiraf ederler. Kodese düşerler. Geride tecavüzcü kocaya sahip bir kadın, tecavüzcü evlâda sahip, yüzü gülmeyen ebeveynler bırakırlar. Tecavüze uğrayan kadın ise çok geçmeden kocadan ayrılır. Başka bir semtte depresif hayatına devam eder.

* * *

Gecekondudan evrilmiş mahalleleri ile komşu zengin semtin sınırında kurulmuş olan liselerinden çıkan iki genç önce yakındaki alışveriş merkezini gezerler. Standart lacivert ceket ve gri pantolonlu kıyafetleri kravatların gevşetilmesi ve gömleğin dışarı çıkartılması ile protest havaya bürünmüştür. Cepleri uzun zamandır para görmemiştir. Yine de gezerken eğlenirler. Yürüyen merdivenlerden çıkarken bir üst katta yürüyen kısa etekli kadınların bacaklarına bakarlar. Kendilerince "manzara" ve "malzeme" yakalama peşindedirler. Yabancı markaların satıldığı ayakkabıcı dükkânı önünde hayallere dalarlar. Birisi kalın tabanlı botların, diğeri ise deri çizmelerin hastasıdır. Bir de beşyüz cc.Lik motoru olsa sabah akşam pasa manita olaylarına girecektir. Bot sevenin şimdilik beyaz Şahin dileği vardır. Onyedi yaşın hayallere açık ferahlığındadırlar.

Çıktıklarında hava iyice kararmıştır. "Peder yine girecek" der uzunca boylu olan. Diğeri kafasıyla onaylar. Pergelleri açarlar. Okulun kısa duvarı boyunca yürürler. Sonra sola dönerek yine bir yanı okul duvarı, diğer tarafı kabristan olan karanlık sokağa saparlar. Tam bu sırada karşılarında kendilerinden en fazla dört beş yaş büyük olan bir gençle karşılaşırlar. Elinde pahalı bir telefon vardır ve mesaj yazmaktadır. Ortam ıssızdır. Liselileriden uzun boylu olanı "telefon mu gösteriyon bize lan artist!" der.

Karşılarındaki şaşırmakla beraber yükünü aşağı vermez. "sana ne lan!" çeker. Çekmesi ile beraber de akıl almaz bir şiddet başlar. Parasızlık mı, baba dayakları mı, okulun sıkıntısı mı buna sebeptir kimse bilemez. Bilinmesi gereken şey o sokakta iki onyedilik gencin tanımadıkları birisini akıl almayacak bir şiddet patlaması ile dövmeleri, hatta bayıltmaları ve telefonu ile parasına el koymalarıdır.

Yakalanmaları bir haftadan kısa sürer. Çocuk mahkemesine giderler. Sulh olunur. Baba dayağı devam eder. O geceden kalan iki gencin artık dişlerine kan bulaşmış iki vahşi hayvan olduğudur.

* * *

Orta yaşı bulmuş adam ayakkabı marketine girer. Hali vakti fena değildir. Dört beş senelik bir japon arabası, iyice bir işi, okuyan iki çocuğu vardır. Kendisine ayakkabı beğenmek için rafların arasında tembelce gezer. Beşten az olmamak kaydıyla ayakkabı dener. Birini gözüne kestirir. Yine de dükkânı bitirmek adına diplere doğru devam eder. Son raftaki ayakkabılara bakarken arkasından rüzgâr geldiğini farkeder. Döndüğünde duvarın köşesindeki ancak açılınca görünen kapıdan elinde malzemelerle bir personelin içeri girdiğini görür.

O civarda oyalanır ve bir ara gidip eliyle kapıyı itip aralıktan bakar. Dışarıda parkettiği arabasını görür.

Sakince geri döner. Hizaladığı ayakkabıyı ve yine beğendiklerinden birini alır. Başka raflara baka baka devam eder. Hatta elindeki kutuları raf üzerine bırakıp birkaç ayakkabı daha dener. Neticede kapının yanına ulaşır. Son kontrolünü yapar. Kapıyı dışarı iter. Arabasına doğru süzülür. Bagajı sakince açıp kutuları koyar. Devam eder.

Stok takibi programı vasıtası ile eksik ayakkabılar ortaya çıkar. Olayın üzerinden bir bütün ay geçmiştir. Kamera kayıtlarından hırsızlık belirlenir. Patrona sorulur. Üzerine gidilmemesini söyler. Arka kapıya şifre ile açılan bir sistem koyarlar. Unuturlar.

* * *

Her toplumda seri katiller, profesyonel hırsızlar, dolandırıcılar, gaspçılar olması beklenen bir durumdur. Bunlara kısaca "sabıkalı" diyoruz. Peki, o ana kadar sabıkası olmayan ve tamamen sıradan hayatlar yaşayan insanların ani dönüşümlerine ne diyeceğiz? En yakınımızdaki kişinin çekmecemizde elinin olmayacağını ya da punduna getirirse bizi darp etmeyeceğini garanti edebiliyor muyuz? Her karanlık sokaktan bir gaspçının çıkmayacağını iddia edebilir miyiz? Bir kadın olarak apartmanınıza devamlı gelip giden sucunun çırağı ile yalnız kalmaya gönlünüz yeter mi?

Ben yorum yapamıyorum. Sadece devamlı tetikte olma gereği, gönlümü yoruyor, ruhumu bunaltıyor. Daha ferah olunabilecek bir diyar olsa gerek. Hem yeterince bizim olan hem de diken üstünde olmadığımız.

Yorumlar

Bu duyguyla yaşamak hakikaten zor. Hiç akılda yokken insanın "suç" işlemesi acaba kendi kişiliğinden mi kaynaklanır? Yoksa şartlar sıkıştırır da uzun zaman, en sonunda beynimizin içindeki o incecik tel mi kopar?

Zihinsel arızaları bir kenara koyarsak, suçu ve suçluyu yaratan "toplumsal" şartlar mıdır?

Sel sularıyla gelen "ganimet" i hakkı sayan kişi, daha sonra başka bir adımda başka bir şeyleri de hakkı olarak görmeye başlar mı? Parkta yalnız yürüyen kadının "yollu" olduğunu düşündürten nedir insanlara? "Elini sallasa ellisi" adamların cinsel suçlarının sebebi nedir peki?

Hayatı sıkıntı içinde geçmesine rağmen "olmaz, yakışmaz" diyerek tevekkül içinde dünyasını yaşayan insanların gücü nereden gelir? Hangi sistemin "rahle-i tedrisat" ından geçmişlerdir?

Toplum olmadan suç olur mu? Olmaz ise her birimize yetecek kadar "inziva" köşesi bulunur mu bu dünyanın dört yanında ya da kendi içimizde?

"Kendimi de düşünmek zorundayım" demeyeni suistimal etmeyecek bir düzen hayallerde mi kalacak ilelebed?

Erdem Abaka - 21 Eylül 2009 (11:05)

Vicdan ya da sağduyu gibi özellikleri insanda "ya var ya yok, bunun ortası olmaz" biçiminde algılamak, riskli bir yaklaşım. Bu meziyetler ve kusurlar aslında hepimizde biraz var biraz yok. Kişiyi suç işlemekten alıkoyan şey, yerine göre, bazen sağduyu, bazen de yakalanma -ve cezalandırılma- korkusu. Ama bu duruma bakıp da "tüh, her yer karanlık, pür nûr o mevki" diye vahlanmak da gereksiz.

"İnsanız, kusurlarımız var, bazen aklımız şaşabilir" diye düşünmekte ve insan ilişkilerine ak ve kara mantığıyla değil de, "hamız, pişeceğiz" diye bakmakta güzellik var. Bu tür bir esneklik, hem üzerimizdeki ahlâkî baskıyı hafifletir, hem de kat kat suçluluk duygularının altında ezilip, yamulup, sahteliğe kaçmak riskini azaltır.

Yani, arada bir şaka yollu "alem gört olmuş" demekte tabii ki sakınca yok. Ama buna sahiden inanıp, hayatı namuslularla namussuzlar arasındaki nihaî hesaplaşma yeri gibi algılamak, insanı mutsuz biri yapıyor. Kişi evlâdının aklı, akrepin kuyruğu gibi, dönüp dönüp kendini sokuyor.

Hafife almayınız, tecrübe ettim, biliyorum…

Krişna Yumurti - 21 Eylül 2009 (16:15)

Bazı haberleri izlemek insani ürkütüyor, hatta bazı haberler özellikle insanları ürkütmek için varlar sanki bile diyebiliriz. Burada da yine bir görev düşüyor bizlere, tüm olumsuzluklara rağmen, insanların insan gibi olmayı becerebildikleri, içlerindeki vahşiliğe dur diyebildikleri hallerin, zaafa düştükleri hallerden daha fazla olduğunu dikkate almak, bardağın dolu tarafına bakıp, boş bir tarafınin da varlığını unutmadan yola devam etmek.

Ayrıca sel felâketinde insanlar azraille cebelleşirken, bir takım porselen tabak kapacak ve de onu can almış sularda çalkalayarak ganimeti parlatacak kadar iç ferahlığı olan ender insanların, aslında suçlu olarak değil, başka bir sıfatla anılmalarının doğru olduğunu düşünüyorum, ama ne olarak, onu bulamadım işte.

Nur Sun - 21 Eylül 2009 (00:20)

Bu yazıyı yazarken izlediğim ana fikir asla korkutma temelli değildi. Anlatmak istediğim esas konu: Bu ve benzeri bilgilerle farkına varmadan "dolarak" kendi kendimizi kısıtladığımız. Artık hemen hiç birimiz kestirme diye karanlık bir sokağa sapmıyor, lâf atanlara usulü dairesinde cevap vermiyor, çalınması mümkün bir malımızı ortada bırakmıyoruz. Maalesef bu potansiyel suçluların varlığını içselleştirdik ve tedbirlerimizi otomatik olarak almaya başladık. Acı olan bu. Bir de bu şekilde düşünün.

Ahmet Faruk Yağcı - 23 Eylül 2009 (21:13)

Yazınızı okumadan kısa bir süre önce okuduğum haberlerden dolayı kötü bir etkilenme dönemi geçirdim. Birdenbire tüm ayrıntılarıyla pervasızca yaşamıma sızan bu haberlerin, vahşiyane başlıklarıyla, gereğinden fazla yapılan açıklamaları ile günlük yaşamımı etkilemeye başladığını farkettim. Bir dönem basından uzak kalmaya, hiç haber okumamaya bile calıştım bu yüzden.

Bu kötü döneme denk geldi yazınız. Ne abartılı bir suçluyu gündeme getiriyor, ne de sadece suça işaret eden bir tavrı var içeriğinin. Benim kötü hissetme dönemimde, bütün suçlara ve suçlulara isyan devresine denk geldi de böyle öcü bir yorum çıktı sanırım ortaya.

Yoksa, yazılarınızın insana pozitif bakma, yaşamı umutla kucaklama dışında bir etki uyandırdığına rastlamadım hiç.

Nur Sun - 24 Eylül 2009 (12:48)

Yine altına imzamı atacağım bir yazı yazmışsınız. Yüreğinize sağlık.

Ümmü Nuran - 24 Eylül 2009 (19:59)

Sel yağmacıları olayını diğerlerinden ayırmak gerekli bence. Her ne kadar yağmacıların duyarsızlıkları ve fırsatçılıkları mide bulandırsa da sel suyuna kapılmış eşyaların toplanması bir bakıma o eşyaları çöp olmaktan kurtardı. Böyle bir durumda sahiplerini bulup teslim etmek mümkün olmadığına göre toplanan eşyaların belirlenen bir yerde biriktirilmesi ve sonra ne yapılacağına karar verilmesi en güzeli olurdu tabi.

Betül - 25 Eylül 2009 (14:30)

Hocam kaleminize sağlık. Ben çalışan bir kadınım. Odamda oturur kendi halimde işimi yaparım. Bizim dairede de sapık bir çalışan var. Koridorda dolaşır ve bayanlara lâf vurur. Taciz eder. Kalksam ağzının payını versem neticede bayanım, çekinirim, o bana yine taciz yüklü kelimeler sarf eder diye. İri yarı biri. Hergün karısıyla nasıl halvete girdiğini ve her gün banyo yaptığını anlatırmış her yerde. Ayrıca bu kişinin baldızı genelevde çalışıyor. Baldızı iki çocuğunu bırakıp bir adamla kaçmış. Sonra adam bunu bırakınca geneleve düşmüş. Utanmadan hâlâ koridorda dolaşıp bayanlara sarkmaya kalkıyor şerefsiz. Yani bu tür mikropları görmezden gelmek daha iyi oluyor hocam. Bunlar tehlikeli insanlar. Erkek olup ağzını burnunu dağıtmayı çok isterdim bu adamın. Ağzını burnunu çok büyük bir zevkle kırardım inanın. Ama bayan olunca istediğiniz her şeyi ne yazık ki yapamıyorsunuz.

Melahat Erdoğan - 6 Nisan 2011 (12:26)

diYorum

 

Ahmet Faruk Yağcı neler yazdı?

424
Derkenar'da     Google'da   ARA