Ahmet Faruk Yağcı - 26 Haziran 2011
1969 aç gözlerimin dünyayı yakından tanımaya başladığı senedir. Fatih ilçesinin Çarşamba semtindeki evimiz merkez olmak üzere adım adım anılarımın oluşması yedi yaşıma geldiğim bu sıralarda başlar.
Elbette dört yaş anılarım da var. Ama bölük pörçük ve ancak benim kafamda bütünlük kazanabilen anılar. İlkokul çağına vardığım zamandan ilk gençlik zamanlarıma kadar olanlar ise çok canlı, bazıları fotograf, hatta film gibiler.
Nişanca Caddesi'ne açılan sokaklardan birisinde, dört katlı bir apartmanın giriş katında oturuyorduk. Komiser emeklisi ev sahibimiz mütedeyyin hoş bir adamdı. Apartıman sıvasızdı, ilk fırsatta sıvatıp mozaik yaptıracağını söyleyip dururdu. Yandaki bina sıvanıp betebe kaplanmış ve ışıl ışıl olmuştu.
O vakitler her sokakta içi boş yıkılmaya yüz tutmuş bir ahşap ev, boş bir arsa, sahibinin kıyamadığı tek katlı bahçeli bir ev, sıvasız bir kaç apartman olurdu. Tırmanılacak bir incir, sallanıp yere düşenlere yumulunacak bir dut, çıkarken kolların derisini yırtacağınız bir erik, nadiren de bir ceviz ağacı kopillerin arzu nesneleri olarak o sokağı simgelerdi.
Bizim sokağın alt tarafındaki bahçeli evin sahibi teyze dut ağacını bizimle paylaşma yolunu seçmişti. Kocaman bir çarşaf getirip beş altı tane çocuğa uçlarını tutturur, ne çok gergin ne de gevşek tutmamızı sağlardı. En irimiz de ağaca çıkarak dalları tekmelerdi. Yağmur gibi yağan dutlar çarşafta yığılınca komşu teyze önceden getirdiği bir tepsiye alıp, bizi ağacın diğer dallarının altına yönlendirirdi. Bu şekilde bir hafta süre ile aynı dut ağacını silkelerdik. Her gün silkeleme işi bitince yardımcı olanları doyumluk bir tabak dut ile ödüllendirirdi. Öyle doyumluk bir tabak ki tabağını bitiren çocuk ayağa kalktığında şiş göbeğinden yürüyemez hale gelirdi.
* * *
Temel kazma denen hadiseyi o sokaklarda gördüm. Bir manga adamın kol kuvveti ile, nadiren bir araç yardımı ile temel kazmasını, su çıkarsa pompa ile boşaltılmasını, damperli BMC kamyonlarla getirilen ıslak kumları, küreğin kenarı ile kâğıdı parçalanarak açılan çimento torbalarını, ortası havuz gibi açılan kum yığınının çimento ve su ile karılarak harç oluşturulmasını, el arabası yardımı ile harcın temele taşınmasını defalarca seyredip çocuk hafızama kazıdım.
Temel atıldıktan sonra alt katın betonunun atılmasını, demirlerin ince tellerle birbirine bağlanmasını, kalıp çakılmasını, ara katların betonlarının dökülmesini, şaplanan betonun devamlı sulanarak sağlamlaştırılmasını, tuğla duvar örülmesini, bir sonraki kata çıkmadan en az dört hafta beklenmesi gerektiğini bu sıralarda öğrendim. İnşaatın üst katlarına harç ve tuğlaların nakledilmesi bazen bir makine ile, bazen de kol kuvvetiyle çalışan bir makara sistemi ile olurdu.
Yapının bitmesine yakın iç ve dış sıvalar biterdi. Pencereler takılmadan önce de en sevdiğimiz iş yapılırdı. Binanın mozaik de denilen parçacıklarla kaplanması. Çimento kâğıdı benzeri bir kâğıda yapışık olan betebe parçacıkları özel yapışkanları ile apartman boyunca kaplanırlardı. Düz renk olanlar ya da karışık renklerden oluşanlar vardı. Daha sonraki yıllarda ve halen kullanılanlar ise desen oluşturacak tarzda dizilebiliyor, limitsiz renk seçeneği tercih ferahlığı sağlıyordu.
Altmış ve yetmişli yıllardan kalan betebe kaplı apartmanların hemen tamamında karışık renkli ve ucuz olanları kullanılmıştı. Zamanla pencereler değişirken bir kısmı döküldüğünde yerine yapışanlar aynı tonu tutturamıyordu. Tamama yakını Karadeniz kökenli müteahhit ve ustalar tarafından yapılan bu binaların temel özelliği üst üste konan karton Rize Çayı paketleri örnek alınarak inşa edilmeleriydi. Dış kaplama olarak tercih edilen karma renkli mozaikler ise estetik olarak felâketti.
* * *
İki gün önce eşimi Edirnekapı'da bir aile toplantısına bıraktım. Yalnız kalacağım süreyi de çocukluk anılarımın peşinde gezmeye ayırdım. Karnım tok, hava hafif rüzgârlı ve ılıktı. Bol kot pantolonum ve güzel spor ayakkabılarımla gezmek için her şart mevcuttu.
Salma Tomruk Caddesi Vefa Stadı'nın batı tarafından Haliç yönünde iner. Çocukluğumun geniş caddesi gözüme oldukça dar gelerek yokuş aşağı indim. İkiye ayrıldığı yerdeki tarihi yapı eskiden dispanser miydi, okul muydu diye düşündüm. Sanırım dispanserdi. Bu aralar Halk Eğitim Merkezi. Yokuşun bitiminde sola doğru gidilince Ayvansaray'a inilirken, sağa gidilince Draman'a ulaşılır. Sola bir göz attım. Gözümün gördüğü uzaklıkta yeni inşa edilmiş Fransız balkonlu dört beş apartman seçtim. Aralarında eski cins kabartma sıvalı, demir parmaklıklı camları olan iki katlı evler, yetmişli yıllardan kalma mozaikli apartmanlar ve bir de yıkılmaya yüz tutmuş gecekondu vardı.
Draman'a yönümü çevirdim. Ortalama altı katlı tamama yakını betebe kaplı apartmanların arasından geçerek Draman meydanına ulaştım. Tam bu sırada burnuma en sevdiğim kokulardan birisi çalındı. İncir ağaçlarının henüz meyveleri ham iken saldıkları o acımsı koku. Çocukluk yazlarımda ham incir kopardığımda sızıp elimi yapış yapış eden beyaz sütün kokusu. Etrafa bakındım. Solumda henüz yapılaşmamış mevye ağaçlı bir alan vardı. Çocukluğumda da burası böyleydi. Evet çevre duvarları yıkılmış, ağaçlar çok irileşmiş, aradaki tek katlı ev iyice köhneleşmiş olsa da burası anılarımda olduğu gibiydi. Keyiflendim.
Draman yokuşu zorlu olup karlı kış günlerinde Bussing marka eski otobüslerin çıkmasına izin vermezdi. Bu karlı günlerde araçlar Fatih Kız Lisesi ve Yavuz Selim İlkokulu'nun hizasındaki Çarşamba otobüs durağında yolcu boşaltır, yokuşu inmezlerdi. Yayan olarak da yokuşu çıkmak kolay değildir. Neyse ki sportif bünye ve müsait şartlar sayesinde yokuşu kolayca bitirdim. Yine altı katlı, demir balkonlu, her yanı uydu antenli, köhneleşmiş, yer yer dökülmüş mozayikli apartmanların arasından geçerek Fethiye durağına geldim. Bu caddede lokantalar çoğalmış diye düşündüm.
İsmailağa mıntıkası kırk bir sene öncesinde olduğu gibi çarşaflı ve cübbeli insanlar doluydu. Benim için o kadar tanıdık ve zararsız olan bu görüntünün kendi steril dünyalarında yaşayanlar için ne kadar ürkütücü olabileceğini düşündüm.
Çarşamba polis karakolu hizasından sola, Sultan Selim Camii yönüne döndüm. Sağımda çukur bostan solumda mozaikli apartmanlar. Üç-beş tanesi yenilenmiş. Çukur bostanda bir ahşap mahalle olduğunu hatırlayanlardanım. Bir de zevk ehli adamın değişik cins tavuklar, balıklar ve tavşanlarla vakit geçirdiği çiftliğinin olduğunu hatırlıyorum. Babamı tanır ve bizi istediğimiz zaman gezdirirdi. Bu aralar belediyenin bir tesisi, futbol ve basketbol sahaları, çocuk parkı, gezinti yolları, bir mescidi ile çukur bostan gündelik hayata daha uyumlu bir yaşam alanı haline gelmiş.
Bunları düşünerek, bir yandan da akşamüzeri gezintisine çıkmış çarşaflı kadınları seyrederek camiye doğru yürüdüm. Kimisi ağzını da kapatacak şekilde örtmüştü, kimisi çene altından bağlamıştı. Çarşafların kumaşlarının kalitesi, topuklu ayakkabılar, değişik çantalar, lüks çocuk arabaları ve hepsinden önemlisi yürüyüş ve bakışlar bu cemaatte de maddî olarak farklı grupların varlığını gösteriyor, dünyevîlik denen şeyden kurtulmanın güç olduğunu anlatıyordu.
Sultan Selim Camii'nin arka bahçesine girdiğim anda çocukluk-gençlik dönemimden bir ana geçiverdim. Ortalıkta gezinen çocuklar, banklara oturmuş manzarayı seyredenler, çıkınını açmış atıştıranlar, bir köşede gezdirdiği gruba menkıbe anlatan, tahminimce Kur'an Kursu hocası ince bıyıklı orta yaşlı birisi, kaybettiği çocuğuna seslenerek arayan bir anne. Kırk seneden bu yana değişen sadece giysiler ve bahçe duvarlarının üzerine yapılmış yeşil renkli demir parmaklıklardı.
Uygun güneş sayesinde Haliç resimleri çektim. Camii ile Haliç kıyısı arasındaki mahalle de yukarıdan bakışta hemen hiç değişmemişti. Çatı katlarının hüzünlü hali devam ediyordu. Eski bir soba ve boruları, yayları fırlamış bir koltuk, bir tahta sandık, piknik tüpü, plastik sandalyeler, muşamba kaplı bir masa, eski kornişler, tahta parçaları kırk sene öncesinin benzeri teras görüntüleri olarak resmi geçit yaptılar.
Camii bahçesinden çıkışta her zaman yaptığım gibi şadırvanlı orta kısımdan geçtim. Bu defa Çukur Bostan'ı sağıma alarak Yavuzselim Caddesi'ne doğru yokuşu çıkmaya başladım. Yokuş bitmeden Daruşşafaka ön sokağına saptım. Tarihi okulun duvarı ve karşısında tam da yetmişli yılların başında yapılmış betebeli beş katlı apartmanlar. Kıvrılan sokak Fatih Camii duvarında biten Daruşşafaka caddesine açılır. Bu noktada da şimdi kullanılmayan meşhur lisenin büyük giriş kapısı bulunur. Lise yıllarımızda 'azılı koministler' yetiştirdiği için kızdığımız Daruşşafaka lisesi.
Bahsedilen cadde bitip de sadece yaya girişine izin veren Fatih Camii kapısına ulaştığınızda sağa giderseniz Malta Çarşısı'na, sola giderseniz de Haliç Caddesi yolu ile Küçük Mustafa Paşa semtine ulaşırsınız. Tercihim elbette ki Malta Çarşısı idi. T harfi şeklinde olan çarşıya bu caddeden girince soldaki manav ve karşısındaki çay ocağı ufak değişikliklerle aynıydı. Köşe manav ile balıkçıların birisi de yetmişli yıllardan beri hiç değişmemiş gibiydi. Diğer bütün dükkânlar değişmiş, şarküteri ve bakkaliye ağırlıklı bir çarşı oluşmuştu. Bir ayakkabıcı, bir pastane, bir hamam. İşte çocukluğumuzda büyük gezme olarak gördüğümüz Malta Çarşısı gezisi dört dakikada bitivermişti.
Dönüş yolunda en az kırk senesini hatırladığım Baltepe pastanesinin, Kumrulu Mescid'in, Nişanca Camii'nin ve ortaokulu okuduğum Ahmet Rasim Lisesi'nin önünden geçtim. Karagümrük'e doğru yenilenen binaları ve harap evleri gördüm. Altında eskiden Stad sineması olan mozaik kaplı binanın ne korkunç bir estetiğe sahip olduğunu görüp ürperdim. Erik ağacına top atarak erikleri düşürmeye çalışan çocuklar gördüm. Atikali'deki Verem Savaş Dispanseri binası eskisi gibiydi. Vefa stadının çocuklukta toprak olan zemini çimlendirilmişti. Fevzipaşa caddesi Karagümrük semti boyunca da canlıydı. Epeyce güzel bina ve renkli dükkân kazanmıştı.
Turumun sonunda Edirnekapı'ya yaklaştığımda caddenin karşısına geçip kısa bir Sultan Mahalle turu yapmayı düşündüm. Vakit darlığı sebebi ile vazgeçtim. İlk fırsatta surların o bölümünü içten gezmeye karar verdim. Yaşını başını almış adama Sultan Mahalle de korku vermiyor artık.
Yaşlanıyor muyuz, nedir sevgili dostum?
Çimentonun nasıl karıldığını bilmeyen akranımız var mıdır?
Çağla, kayısı, erik ağacına çıkmanın tadını bizim çocuklarımız bilmedi, muhtemel torunlar da bilmeyecek.
Kışın okuldan gelirken çantayı kızak yapıp kaydığımız alanlar "arsa" diye bilinirdi; ama aslında kayak pisti, futbol sahası, mahalle kavgası muharebe alanı gibi işlevleri vardı.
Senin sözünü ettiğin yaş aralığımız bu arsalara yapılan inşaatları seyretmekle geçti yazık ki. Nelerin kaybolup gittiğini bilmeden. Her şeyin iyi yanını bulak çocuk pragmatizmi ile inşaat alanlarını oyun alanı olarak da kullanırdı, o da ayrı.
Kireç kuyularını hatırlar mısın?
Evde en çok fırça yediğim konulardan birisi bu idi.
Bir yandan o kireç, RAF markalı basit lastik ayakkabıları yakıp ömrünü kısalttığı için, bir yandan paçalara bulaşarak pantalona zarar verdiği için, en çok da kireç kuyusuna düşen çocuklarla ilgili üzücü örnekler, annemin kulağımı uzatmasına neden olurdu!
Benim çocukluğum Afyon'da geçti.
Bir kaç yıl önce şehrin içerisini yürüyerek şöyle bir dolaştım.
Yazdıkların, o anki duygularımı o kadar güzel yansıtıyor ki!
Senin Malta çarşısı örneğindeki gibi, benim tüm çocukluğumun arenasını çepeçevre yürümem 15 dk sürmüştü.
Sabah sabah içimi ısıttı yazın!
Eline, kalemine sağlık.
Melih Özel - 27 Haziran 2011 (12:47)
Sevgili dostum, yazın beni aldı götürdü, taaa unutulmuş çocukluk anılarının ortasına bırakıverdi, çocuklarımın neleri ıskaladıklarını ve benim de buna nasıl göz yumduğumu yüzüme çalıverdi.
İnşaatın ikinci katından, aşağıdaki kum tepeciğine atlamanın bir erkeklik sınavı olduğu günlerde kırdığım sol ön kolumun sızısını duydum bir yandan. Zaten sol yanım epeydir sızlıyor, tüm Türk Solu gibi…
Bir yandan da düşündüm, sana tanıdık gelen İsmail Ağa insanları beni gerçekten korkutur muydu? Endişelendirir miydi? On - onbeş yıl öncesine göre kendimi daha toleranslı görüyorum.
Ama esas endişem başka, bu insanlar da bana karşı toleranslılar mı acaba? Yoksa ben bir tehdit miyim onlar için?
Bu endişemden sıyrılmalıyım bir an önce…
Eline, yüreğine, aklına sağlık…
Müfit Yenen - 27 Haziran 2011 (18:11)
Evet yahu! Unuttuklarımı da birden hatırladım. Gerçi ben yazının örgüsünü mozaik üzerine kurmuştum lâkin nasıl unuturum kireç "söndürme" kuyularını ve ikinci kattan kum tepesine atlamayı. Raf marka ayakkabı giymenin Converse hatta çinkes bulabilenlerin yanındaki garibanlığını. Ve tabii Melih'in hatırlattığı "çocuk kireç kuyusuna düşmüş, kemikleri bile erimiş" hikâyelerini.
Ahmet Faruk Yağcı - 28 Haziran 2011 (08:17)
Gene kendimi kaptırarak okuduğum bir anı. Süpersiniz hocam…
Derya Şen Şimşek - 30 Haziran 2011 (18:58)
Benim o yaşlarım Adıyaman Sümerbank Bez fabrikası lojmanlarında geçti. İnşaat da gördüm, kireç kuyusu da. Kum yığınlarına da atladım kum yığınlarından da.
Bütün bunların ötesinde koskoca Sümerbank Bez Fabrikasının hurdalığı bizimdi… Tornet yapmak için birbirinden farklı boylarda da olsa 3 - 4 tane rulman tekere 40 takla atıldığı devirde biz hurdalıktan bulduğumuz -pardon, aldığımız- rulmanları kırıp içinden çıkan çelik bilyeleri sapanla atardık…
Kalın, sanayi tipi kartondan yapılmış silindir şeklindeki ambalaj kutularının kapaklarını çevreleyen serçe parmak kalınlığında, ek yeri belli bile olmayan demir halkalar ile çember çevirirdik. Araba yapmak için istediğimiz kalınlıkta ve kalitede eğilip bükülmemiş tel her yerde vardı.
Bunlardan sıkılınca, bilmem hangi makinanın kocaman kolisinin içine girip emekleyerek yuvarlayıp uzun otlar arasında tank misali dolaşırdık.
Hepsinden önemlisi, fabrikanın sosyal hizmetler şefinin oğlu, şöförün oğulları…
Dur ben bunları ayrıca yazayım…
Hasan Gez - 6 Temmuz 2011 (08:45)
Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer sözü ne kadar da anlattıklarınıza uyuyor diye düşündüm, benim de çocukluğum Unkapanı ve Fatih semtlerinde geçtiğinden herhalde.
Unkapanı'nda 10 yıl, Fatih'te ise 19 yıl oturduk, mezun olduğum Fatih Kız Lisesinde o kadar güzel ama bir o kadar da acı tatlı hatıralarım vardır ki…
Çarşamba, Daruşşafaka, Draman, Malta Çarşısı, Haliç Caddesi, Koca Mustafa Paşa, Küçük Mustafa Paşa, Karagümrük, Atikali derken tam bir nostalji yaşattınız bana, Draman'a da az çok gitmişliğim vardır, şimdilerde ise çok daha ayırımcı anlatılıyor orası, 60 lı yıllarda daha farklıydı diye anımsıyorum…
Aramızda benim aleyhime epey yaş farkı olsa da, anlattıklarınız, gözlemleriniz, benim de anı ve hatıralarımla yeni kelime ile yazarsam öyle çok örtüştü ki, inşaatlar, dışı renkli mozaik ya da betebeli binalar, kum tepeleri, kireç kuyuları, bahçeli evler, dut ve incir ağaçları derken zihnime güzel hoş ama buruk bir yolculuk yaptırdınız…
Elleriniz dert görmesin, kaleminize ve emeklerinize sağlık her iki meslekte de başarılı olan yazar sevgili doktorcuğum:)
İclal Arpınar - 9 Ağustos 2011 (22:09)
Ahmet Faruk Yağcı neler yazdı?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.