Patronsuz Medya

Şehir Böceği ve ziftli aşkı

Ahmet Büke - 6 Ağustos 2003  


-ömrümün kısa tefrikası-

Akşam inmeye başladı mı içim kaynamaya döner. Onca tembelliğime rağmen yerimde duramam. Arpası fazla kaçmış atlar gibi eşinirim yerimde.

Bu huzursuzluk halleri çocukluğumdan kalma galiba. Hani anneler der ya, "akşam ezanı okundu mu, kapının ipini çekeceksin". Oysa oyunun en güzel dakikaları hocanın gırtlağını temizlediği anlarda başlar.

Benim gibi çocukluğu boyunca eve zamanında dönememiş, bu yüzden annesinin pazar işi terliklerini sırtında bölük bölük böldürmüş birisi için normal olsa gerek bu his.

Ama delikanlılığımdan beri düzenli bir ev hayatım olmamasına rağmen bu iç karıncalanmasından da kurtulamadım işte.

Bir de bunların üstüne Zuhal hep akşam üzerileri giderdi evden.

Dolu küllükleri boşaltır, işaret parmağımla oynadığım eğilmiş bira kapaklarını toplar, mutlaka unuturum diye yemeğin altını iyice kısar ve giyinmeye başlardı.

Tamam orospuya nereye gidiyorsun diye sorulmaz. Hele benim gibi bir adamın buna hiç hakkı da yoktur ama yine de merak ederdim onu.

Zuhal bazen siyah iç çamaşırlarının üzerine vücudundan tiril tiril dökülen tüller sarar öyle çıkardı. Kimi zamansa uzun işlemeli çoraplarını örten çiçekli basma donlar giyerdi.

Her müşterinin zevki başkadır elbet diye bir süre kendimi oyalamıştım. Sonunda mavi iş tulumları giyip, saçının topuzunu örten kasketini yüzüne düşürdüğünde ve üstüne de takma sakal, bıyık taktığında tutamadım kendimi.

"Zuhal, bu gece için endişelenmeli miyim?''

"Ben soru sormayı bilmeyen birisi olduğun için seni seviyorum… Bak dönüşte sakızlı dondurmayı unutabilirim, ona göre."

Hemen sustum. İçine esrar kıyılmış sakızlı dondurma her şeye üstün geldi.

Ama içimdeki böcek durmadı elbette.

Bu halimi anlamıştı.

Yanıma, uzandığım kanepeye geldi. Göğsümden öptü. Yüzündeki alışık olmadığım tüylere rağmen içim uyandı.

"Az kaldı merak etme."

Alnımdaki yara izini parmaklarıyla okşadı. Tırnaklarında kalmış aseton kokusu üzerime yuvarlandı yine.

"Gitmelerim bitecek yakında."

Bitecek!

Nasıl yani, sakızlı dondurmaya veda mı edecektim?

"Seni ben diriltmedim mi? Azıcık daha beklemen gerekecek."

Bu doğruydu. Beni hayata Zuhal döndürmüştü.

Otuz ikime girdiğim gündü. Tarihi kesin hatırlıyorum çünkü doğum günü partim vardı.

Ne parti ama.

Eski sevgilim olmayacak bir anda beni aramış ve benim için bir parti hazırladığını söylemişti. Bütün eski dostlar da orada olacaktı. Birkaç saatliğine de olsa ekip yine bir araya gelecekti. Şeytan Tırnağı Edebiyat Dergisi'nin tüm elamanları yıllar sonra benim için toplanıyordu.

Üniversite yıllarında çıkarmaya başladığımız dergiyi sadece dokuz sayı yaşatabilmiştik ama olsun. Son işi başarsaydık belki sonsuza kadar bir dergimiz olabilirdi.

Paralar suyunu çektiğinde benim önerim üzerine bir plan yapmıştık. Şehrin çıkışındaki benzin istasyonunu sabaha karşı soyma fikri biraz üsteleyince herkesin aklına yatmıştı.

Oysa kâğıt üzerinde düzgün görünen her ayrıntı daha arabadan iner inmez tepe taklak olmuştu.

Sude -yani eski sevgilim- derin dekoltesiyle pompacıyı oyalarken ben içeri yöneldim. Dedemden kalma Alman çıplağının emniyetini boş şarjöre rağmen indirdim. Ama kasanın hemen arkasında şekerleme yapması gereken adam yoktu. Heyecanımdan perdenin ayırdığı boşluğu fark etmedim bile. En son hatırladığım kasanın plastik gözlerini boşaltırken kafamın arkasında hissettiğim müthiş patlama oldu.

Gözümü açtığımda ıslak betonu ve ensemden akan ince kanı hatırlıyorum.

Bizi aşağıdaki araba yıkama bölümüne indirmişlerdi.

Kepenkler indirilmiş, bütün ışıklar yakılmıştı. Kapısı açık bir arabadan bangır bangır taşan rap müziği duvarları titretiyordu.

Kafamı kaldırdığımda beton direğe zincirlenmiş Sude'yi gördüm.

Az sonra içeri girdiler. İstasyonun pompacısı ve kasada durması geren herif. Üstlerinde beyaz gömlekler vardı. Ütülenmiş, jilet gibi gömlekler. Altlarında ise bir şey yoktu. O an başımıza gelecekleri anladım. Sude de aydı. Çığlık atmaya başladı ama sesi iyice açılan müziğin dalgaları arasında kayboldu gitti.

Sabahın ilerlemiş bir saatinde istasyonun arkasındaki hendekte uyandığımda artık hayatımdaki hiç bir şey eskisi gibi değildi. Patlak bir basurum vardı ve Sude beni terk etmişti. Şeytan Tırnağı'ndan bahsetmeye bile gerek yok tabii.

Bir daha Sude'yi görmedim. Arada telefon edip benden nefret ettiğini söylemesinden başka da sesini duymadım. Aslında hayat o günden sonra onun için çok da kötü olmamıştı. Kulağıma gelen kırık dökük haberlerden kısa bir süre sonra kendini topladığını ve reklam şirketlerinde epey yüklü paralarla çalıştığını duymuştum.

Benim basurumsa bir daha hiç ayar tutmadı maalesef. Şansıma pompacı azmanının benden hoşlanacağı tutmuştu işte.

İşte o kötü günden yıllar sonra Sude beni yine aramıştı. Hem de benim bile unuttuğum doğum günüm için.

Kutlamanın yapılacağı barı güç belâ bulduğumda aylardır dışarı çıkmamanın verdiği kafa karışıklığıyla yarı sarhoş gibiydim.

Yerin altından gelen bira ve idrar kokuları altında bir masaya attım kendimi. Kimse yoktu. Az sonra topallayarak gelen garson önüme boş bir bira bardağı koydu. Barın arkasına gidip müzik setinin düğmesine dokundu. Bana bakarak sesi usul usul açtı… Tanrım aynı parçaydı bu. Kesik vuruşların arasında zenci sesli bir adam hızlı hızlı konuşuyordu… Aynı ritm… Aynı haykırışlar… Pompacının kalın kamışı…

Gitmek için arkamı döndüğümde çok geç kaldığımı anlamıştım. İri kıyım, kel kafalı bir manga adam parmaklarını çıtlatarak beni aralarına aldılar. Galiba aklımın kalan yarısını da orada yediğim dayakta yitirdim.

Ama Sude yine de beni düşünmüş, posaya dönmüş vücudumu kapımın önüne bırakmalarını sağlamıştı.

Kendime geldiğimde Zuhal baş ucumdaydı.

Zuhal… Yan komşum… Yaşadığım boktan apartmanın kavrulmuş soğan kokmayan ve çocuk sesi gelmeyen tek sakini.

Bana günlerce baktı. Kırıklarımı elleriyle sardı, kabuk tutmuş yaralarıma ve morluklarıma ağzında çiğnediği ekmek içlerini bağladı. Eve ilk yemek kokusu onunla geldi.

Ev sahibinin zırlamalarını kiraya yaptığı zamla susturup benim daireme taşındığında aslında ne kadar da şanslı bir adam olduğumu anlamıştım.

Ah Zuhal. Kanatsız meleğim benim. Ördeğimi döken, koltuk altlarımı ve eteğimi tırnak makasıyla hacamat ettiği permatiklerle temizleyen kadınım.

Bir kere olsun ılık bira koymadı önüme. Kral Conan serisini ondan sonra kaçırmadan takip edebildim. Evdeki tek müzik CD'sini, Mozart'ın Requiem'ini kırıp attı gözümün önünde. Saat başlarında gıdaklayan tavuklu masa saatim hiç durmadı.

Hatta inanır mısınız Etna Yanardağı'nın ağzına benzeyen basurum bile iyileşmeye başladı. Kaynattığı bodur mahmut otuyla dolu ılık leğene tüm itirazlarıma rağmen inatla oturttu beni. Bu nasıl bir histir bilemezsiniz. Ağlamadan tuvaletten çıkmak Tanrının normal insanlara lütfudur. Artık kıçımdan çıkan şeyler kıymıkları fırlamış sunta parçalarına benzemiyordu.

Tek kusuru bazı akşam üzerileri çıkıp gitmesiydi işte. Telefonu ansızın çalardı. O garip melodiyi duyunca anlardım ki yine kaybolacak. Uzun uzun öperdi beni. Sonra küçük odaya gider, kapıyı kilitler giyinirdi. Ben içimdeki garip duyguyla başa çıkmaya çalışırken, O çoktan hazır olur ve bana bakmadan çıkıp giderdi.

Buna alışmalıydım. Hepsi bu kadar. Hayat zaten kanıksamak üzerine kurulu değil miydi? Bütün karışan sular eninde sonunda durulurdu ya. Bunu da becerebilirdim ama başta söylediğim gibi İÇİMDEKİ BÖCEK UYANMIŞTI.

Gözlerinin güzelliğini saklayamayan erkek kostümleriyle gittiği o akşam, yani karanlık henüz çökmeden ve kokusu henüz dağılmamışken küçük odaya girdim. Yere fırlatılmış elbiseleri ve kıvrılmış sevimli bir yılan gibi uyuyan çoraplarının ötesindeki tahta dolabı açtım. Bana taşınırken getirdiği kırmızı bavulu duruyordu. Ah Zuhal'im benim, şifrenin üç sıfır olduğunu ilk denemede anlamıştım zaten.

Boş bavul… Fermuarlı cebi açtığımda avucuma gelen sert leblebileri çektim dışarıya. Bakır başlıkları yüz mumluk ampulün altında parıldayan mermileri alıp salona çıktım.

Masaya dizdim onları. İki bira şişesinin arasında tam on bir mermi bir merasim kıtası gibi duruyordu.

Sabaha karşı Zuhal geldi. Her zamanki gibi beni uyandırmamak için kapıyı usulca açtı. Göz göze geldiğimizde yüz yıllık sırrı çalınmış bir peri kızı gibi kızarmıştı.

Karşıma oturdu. Cebinden çıkardığı tabancasından becerikli parmaklarıyla boşa attığı şarjörü merasim kıtasıyla doldurdu.

"Toparlan. Gitme vaktimiz geldi…"

Boş valizine doldurduğum Kral Conan koleksiyonumla apartmandan koşarcasına ayrılırken alt katta durduk. Silahını çekti, diğer cebinden çıkardığı susturucunun yivlerini oturturken gözlerimi kocaman açmış olmalıyım ki dudaklarımdan öptü beni.

Ev sahibinin kapısının önündeydik. Zili uzun uzun üç kez çaldı. Gözetleme deliğinden sızan ışığın ardından adamın sesi duyuldu.

"Kim o?"

"Benim götoş…"

Kıs kıs gülme sesinin ardından kapı açıldı. Yağlı suratıyla karşımda ev sahibi duruyordu. Beni görünce ağzındaki tıslama alevleniverdi.

Zuhal silahı doğrulttuğunda gözlerimi kapadım ama yine de kapının eşiğine sıçrayan kanın görüntüsünden kaçamadım.

Devrilen adamın üzerinden atlayarak içeriye sıyrıldı. Henüz kendime gelememiştim ki Zuhal elinde siyah bir çöp torbasıyla geri geldi.

''Paralar onda duruyordu da. Yorgan gitti kavga bitti…"

Sonra mı? Hayatta "sonra" diye bir şey yoktur. O sadece akar.

Biz de aktık.

Son durduğumuz yer küçük bir balıkçı köyüydü. Zuhal iki katlı eski bir ev satın aldı. Üste yerleştik. Ben bir köşede oturup içerken, günlerce çalışıp giriş katını adam etti. Badanayla beyazladığı duvarlara balık ağları astı. Arkaya küçük bir mutfak kurdu, çardağı onardı, elleriyle masa örtülerini dikti.

Şimdi içeride günün yemeğini hazırlıyor; Dil Kardinal. İçeriden çiğ karideslerin kokusu burnuma kadar geldi.

Ben en iyisi kalkıp çardağı denizden çektiğim suyla yıkayayım. Birazdan güneş kokacak. Malum huzursuzluğuma yosun kokusu iyi geliyor.

Hem Zuhal servis saati miskin miskin oturmama bozuluyor. Aman neme lazım. Benden size tavsiye, eğer sevgiliniz emekli de olsa bir kiralık katilse onu kızdırmayın…

diYorum

 

Ahmet Büke neler yazdı?

544
Derkenar'da     Google'da   ARA