Patronsuz Medya

"Benim çilek reçelim" (3)

Ahmet Büke - 26 Haziran 2003  


Heyecanla ayağa fırlamıştı ama kısık gülme sesiyle durakladı. Masa lâmbasının ışığı çevirdiğinde sesin sahibi ortaya çıkıverdi.

"Hâlâ tavşan kadar korkaksın be Orkun…"

"Lamia… Senin ne işin var burada. Aklımı aldın ha."

Kadın hemen yanında duran sandalyeye çökerek kendini Orkun'a doğru itti.

"Nöbetimi değiştirdim son anda. Neden işe döneceğini haber vermedin bana?"

Lamia'yla birlikte yaklaşan parfüm kokusu hesapsızca üzerine abanmaya başlamıştı bile. Masa lâmbasının ıslak ışığında kadının kısa kesilmiş kızıl saçları ve boynuna akan küçük çilleri ortaya çıkmıştı. Deri ceketinin fermuarını aşağıya doğru indirirken bir yandan da ayaklarını masaya uzattı.

"Kefeni yırtmışsın bakıyorum. Biraz göbeğin erimiş gibi ama…"

Orkun sırtında biriken birkaç damla teri hissetti. Başlarının üzerinden geçen serin havaya rağmen görünmeyen bir el içindeki közü üfleyemeye başlamış gibiydi.

"İyi sayılırım… Sen nasılsın? Kocan ne yapıyor."

O an elini uzatıp ağzından çıkan kelimeleri tutmak ve çıktıkları yere geri tepmek istedi. Ama çok geçti.

Lamia uzun topuklu ayakkabılarını ayak bileklerini kullanarak kolayca masanın üzerine bıraktı. Maviye çalan ışık topu bacaklarına doğru kayıyordu. Ya da Orkun'a öyle gelmişti.

"Boşandık. Beni aldatıyordu hıyar…"

İnanmazca kadının gözlerinin içine baktı. Lamia için biraz önce yapılan konuşmaların hiç anlamı yoktu şimdi. Kozasını yırtıp uçmaya hazırlanıyordu. Gece uçan et yiyici kelebeklerin ölüme aldırmaz yanı vardı kanında artık.

Yere yuvarlandılar. Orkun ılık şuruba benzer bir sıvının içine gömülüş gibi hissetti kendini. Yavaşça dibe çöküyor hareketleri ağırlaşıyordu. Lamia yaralı bedenini üzerinde dönüyor, soyduğu çıplaklığıyla ona çarpıyordu. Soluksuz kalan bedeninin ihtiyaç duyduğu havayı yine kadının aralanmış dudaklarından alıyordu. İçindeki boşluğun çatırtıları geliyordu kulaklarına. Betonlaşmış beyin damarlarına akan kanı tıkanıkları zorluyor, acı veriyordu. Kemer tokasının açılma sesiyle bedenin diğer yarısını da hissetti. Bir tarafında köpüklü atlar koştururken bacak arasındaki devinimsizliği fark etti. Bütün sıcak esen rüzgârlar nafileydi. Lamia'nın kasıklarındaki ısrarlı saçlarına rağmen suskunluk orucu devam ediyordu.

"Hadi küçük usta, uyan artık…"

"Usta… Usta…" yankılana ses kuvvetli bir bilek gibi sıvının içinden çekti Orkun'u.

"Hiram Usta… Dosya…"

Doğrulan kadın anlamsız gözlerle baktı. Körük gibi inip çıkan göğüsleri kızgınlığını anlatıyordu.

"Çıkmam lâzım. Bu gecelik idare edebilir misin beni?"

Yanıtını beklemeden toparlandı. Kemerinden sıyrılmış anahtarlarını alıp cebine yerleştirdi. Hızla ofisten çıktı. Her şey o kadar çabuk olmuştu ki, arkasından uçup gelen ve telâşla kapadığı cam kapıya çarpan topuklu ayakkabının koridordaki yankısın bile duymamıştı.

Arabasını ıslak ve yarı karanlık yollarda hızla sürerken bir an önce eve varmak istiyordu. İçinde aniden patlayan merak dalgası aksayan yanının acısını unutturmuştu. Yol ayrımına geldiğinde aniden fikrini değiştirdi ve eskiden tercih ettiği otoyola döndü. Olanlara ilişkin aklında kalan son kırıntıları yeniden hissetmek istiyordu. Uğursuz köprünün altına kayan yolun kıvrımına geldiğinde yavaşladı. Kaza yaptığı ya da yaptığını sandığı beton ayakların yanında arabasını birinci vitese düşürdü. Beton duvarlara, kirli bedenli köprü ayaklarına dikkatlice baktı. Ardında gaza basarak yoluna devam etti.

Evine girdiğinde ilk işi bütün ışıkları yakmak oldu. Halbuki aydınlıktan nefret ederdi. Ama şakaklarına oturan endişenin ağrısını kovmak için ışığa ihtiyacı vardı.

Hiram Usta'nın verdiği dosyayı masanın üzerine yaydı. Fatura fotokopileri, İtimat Tamirhanesi kaşeli üst tırtıklarından koparılmış sözleşme kâğıdı, harap arabasının çeşitli açılardan çekilmiş fotografları… En alttaki küçük sarı zarfı çekti; "Kaza krokisi". Zarfın içinden çektiği ikiye katlanmış kâğıdı açtığında beyaz dosyaya elle beceriksizce çizilmiş harita taslağını gördü.

Kağıdın en altında "Otoyol Çıkışı" yazan iri nokta daha küçük ve kesikli noktalarla devam eden bir yolu gösteriyordu; Alatlı Maden Yolu. Tükenmez kalem ucuyla yapılmış noktalar çarpı işaretli yere kadar ilerliyor ve "1 km." yazan yerde bitiyordu. Başka bir ok ise yolun devam edilememiş yönünü ve sondaki "Alatlı Maden Çukuru" yazısını gösteriyordu.

Orkun "Bu zittirik yer de neresi" diye söylendi ve masanın diğer yanında duran bilgisayarını önüne çekti. Çabucak Internete bağlanıp Belediyenin web sayfasını açtı. "Coğrafi Bilgi Sistemi" yazan linki tıklayarak gelen sayfadaki kutucuğa "Alatlı Madeni" yazdı. Az sonra açılan haritanın üzerinde aradığı yer nokta olarak görülüyordu. Harita görüntüsünü bir adım daha geri çektiğinde her gün gidip geldiği yolu, altından geçtiği köprüyü ve köprünün birkaç kilometre ilerisinde ayırılan yolu gördü: Alatlı Maden Yolu.

Aklındaki tüm ipler birbirine dolanmıştı. Hayatında duymadığı bir yerde kaza yapmıştı. Peki ama orada ne arıyordu? Neden olanları hatırlamıyordu?

Yatak odasına gidip silâhını aldı. Yağmurluğunun diğer cebine uzun siyah saplı, kalın boyunlu sağlam elektrik fenerini yerleştirdi.

Yola koyulduğunda hayatında ilk kez böylesine korktuğunu hissediyordu. İçindeki çanlar gitmemesini, geriye dönüp sıcak yatağına kıvrılmasını sabah da psikyatrist kadını armasını söylüyordu. Dizlerinden tırmana bu hisse engel olmak için gaza daha da bastı.

Sarın neonların altında yanan yolun üzerinde kayarak ilerledi. Köprünün altından geçerken bu kez duvarlara bakmadı bile. Az sonra sapaktaydı. Levhanın olmadığı dönüşte durdu. Kilometre göstergesini sıfırladı ve ağır ağır ilerlemeye başladı. Yol elli metre sonra uzun çam ağaçlarının arasına gömülüyordu. Karanlık. Işıksızlık yağmurun parlattığı dalların arasında daha da hissedilir olmuştu. Arabasının farını çamurlu yol emerek azaltıyordu.

Derin izlerden yüklü kamyonların çalıştığı anlaşılan toprak virajlardan ilerlerken gözünü kilometre göstergesinden ayırmıyordu. Otomatik camı indirdiğinde serin ve temiz hava içeriye daldı. Sonunda iyice yavaşlayıp durdu. İnmeden önce yağmurluğun ayrı ceplerinde duran silâhını ve fenerini yokladı. Sapaktan bu yana tam bir kilometre gelmişti. Farları söndürmedi. Kontak yuvasında bıraktığı anahtar arabayı rolantide tutuyordu. Feneri yakıp yavaşça dışarıya süzüldü.

Paralel iki ışığın altında birkaç adım ilerleyip yolun soluna doğru baktı. Dar ve sığ şarampolün hemen bitiminde eğim başlıyordu. Yeni yetişmiş çam ağaçlarının ona doğru uzanan dallarını elleriyle araladı. Toprak zemini inceledi. Hiç iz yoktu. Uzun süren yağmurlar çamuru defalarca bozmuş olmalıydı.

Biraz ileride yoldan ayırılan küçük yarıkları fark etti. Şarampol belli belirsiz iki tekerlek iziyle ezilmiş gibiydi. Işığı o yöne doğru tuttu. Çam ağaçlarının tuttuğu eğim giderek artan açıyla dikleşiyordu. Nefesini içine hapsetti. Dallara tutundu ve fenerin huzmesini aşağıya doğrulttu. Işıkta yansıyan birkaç parça cam kırığı ya da kırmızı stop lâmbası parçalarını görmek istiyordu.

Arkasından gelen hışırtılar yay gibi gerilmiş kaslarının titremesine neden oldu. Sanki hızla koşan birileri çalıların arasında sıyrılıp ona doğru ilerliyordu. Korkunun soluğu dengesini kaybettirdi. Bastığı çamurlu zemin altından kayıverdi. Aşağıya, arabasının parçaları için eğildiği boşluğa doğru kaymaya başladı. Acemi çırpınışları çam dallarına dolandı. Yuvarlanmak üzereyken düşerek yere kapaklandı. Feneri elinden kayıp kaybolmuştu. Şimdi boğazına kadar gömüldüğü karanlığın içindeydi ve sesler daha yakınındaydı.

İki eliyle kendini yerden fırlattı ve arabaya doğru koşmaya başladı. Etrafındaki hava ağırlaşıyor, ayaklarına yeni prangalar bağlıyordu. O telâş içinde yağmurluğunun cebindeki silâhını kontrol etti. Düşmemişti.

Hızla arabaya bindi ve gaza sonuna kadar yüklendi. Patinajı arkayı çamur deryasına bulamıştı. Göğsünü zorlayan nefesi mantıklı düşünmesine engel oluyor, hızını giderek arttırıyordu. Az sonra yolun sonunu kapatan üzeri kırmızı boyayla örtülmüş çapraz çakılı tahtaları gördü; "Alatlı Maden Çukuru."

Aklı o anda yaşadığı paniğe engel olmuştu; Çukur! Geri dön!

Frene dibine kadar yüklendi, direksiyonu kırdı. Savrulan araba dönerken derin maden çukurunun çıplak uçurum duvarlarını aydınlattı. Kıçıyla çarptığı tahta çaprazın sesini duyduğunda artık ters istikamette olduğunu anladı. Şimdi geldiği yoldaydı ve arkasından koşan seslerin olduğu yeri yeniden geçecekti. Tabii daha hızlı.

Açık camdan içeri dolan rüzgâr iliklerine kadar kasılmasına neden oluyordu ama kapamak için yapacağı hamlenin yoldan çıkmasına neden olmasından korkuyordu. Yine de olabildiğince sağa kaydırdı vücudunu. Ama içeriye uzanıverecek gölgeden nasıl kaçabilirdi ki?

Yola doğru uzanan dalların daralttığı viraja geldiğinde daha önce durduğu noktanın yakınlarında olduğunu anladı. Arabaya daha da yüklendi.

Farın uzandığı en son noktada parlayan bir çift gözü fark ettiğinde hızın hiç işe yaramayacağını anladı. Çünkü onu takip eden diğer parlaklıklar çalıların arasından çaprazlama yola doğru akıyorlar. Kısa gölgeler yola atlayıverdi. Gözlerini kapayıp frene asıldığında yalpalayan arabanın içinde öne doğru fırladı başı.

Kayan araç az sonra durmuştu. Gözlerini açtı. İleriye ok gibi fırlamış far ışıklarının arasında kiremit renkli bir tilki yere çömelmiş arka ayağıyla kulak tozunu kaşıyordu. İşini saniyesinde bitirdi ve diğerlerine katılıp yolun diğer ucundan kayboldu.

Orkun heyecandan kızarmış başını camdan çıkarıp bağırdı.

"O…Pu çocukları…"

Eve vardığında hâlâ ter içindeydi. Hayatında ilk kez kapısının ikinci kilidini de kilitledi. Yine ilk defa giriş katında oturduğuna kahretti. Perdeleri işe yarayacakmışçasına sıkı sıkıya kapattı. Hatta apartmanın arkasına bakan koridordaki küçük pencerenin tam kapanmayan çerçevelerini iyice itti. Ama nafile metal dil tam oturmuyordu. Korkusuna rağmen ışıkları kapattı. Aksi halde bu kadar heyecanın üzerine uykusunun sonsuza kadar kaçacağını biliyordu. Soğuk sütünü bitiremeden yorgunluğuna yenildi.

Gözlerini açtığında öğleden sonra olmuştu bile. Emin olmak için saatini iki kere yüzüne yaklaştırıp baktı. Tembelce yerinde dönerken üzerini örten çarşafın aşağılarındaki takılmayı hissetti. Başını hafifçe doğrulttu. Aman tanrım!

Tam apış arasından kabaran yükselti mor çiçekli örtüyü yukarıya doğru kaldırmıştı. İnanmazca sol elini kasıklarına uzattı. Yerinden sıçrayarak kalktı. Çarşafı, ardından donun sıyırıp önüne baktı.

"İşte oluyor, oluyor…"

Müthiş bir telâşın içine yuvarlanmıştı. Bunu yatakta yapmaktan nefret ederdi. Fırladı. İki adım sonra geriye dönüp yastığının altındaki bol kadınlı dergi tomarını aldı. Tuvalete doğru seğirtti. Ama dizlerinden ayak bileklerine inmiş donu ayaklarını karıştırdı. Düşmekten yatağın ucuna tutunarak kurtuldu. Bir süre ayağına dolanan iç çamaşırını fırlatmak için boğuştu.

Tuvaletin yanan ışığı büyükçe aynada patladığında olduğu yere mıhlandı. Balon gibi sönmüştü!

Ebedi hayal kırıklığını eliyle kavrayıp aynaya baktı. O anda kendini dünyanın en sefil insanı gibi hissetti. Koltuğunun altındaki dergiler yere doğru kayarken, lavaboya yaslanıp ağladı. Uzun iç çekmeleriyle yaşadıklarını zamanın unutulan köşelerine göndermek istiyordu.

Yatağına uzandığında başka çaresi olmadığını hissetti. Cüzdanının gözüne yerleştirdiği kartı çıkardı. Alttaki cep telefonunun numarasını okudu. Avuç içine sığan telefonunun tuşlarına basmaya başladı.

"Efendim…"

"… Merhaba, ben Orkun Ilgaz… Şey sizi randevu almak için aramıştım… Telefonunuzu Doktor Artun Anlı'dan almıştım…"

"A evet. Sizden haberim var. Artun bahsetmişti…"

Kadının yumuşak sesi uğuldayan kulaklarına iyi geliyor gibiydi.

"Galiba bugün için geç ama yarın…"

"Yo ben uygunum. Saat beş gibi gelebilirsiniz. Adresimi vereyim size."

Orkun bunu beklemiyordu. Sanki ertesi gün gitse her şey daha iyi olacaktı. Saniyeler içinde uydurduğu bahanelerin daha da uzamasına engel olmak istedi.

"Gerek yok. Kartınız var bende. Beşte oradayım."

Pişmanlıkla rahatlık arasında gidip geldi duyguları. Ama olan olmuştu. Hazırlanmak için kalktı. Duşa girdiğinde yere saçılmış dergilerini toplayıp banyo çöpüne tıktı. Sıcak suyun altında sabunlanmadı bile. Kulaklarını tıkayıp başından ayak topuklarına kadar inen suyun kendine özgü gümbürtüsünün içine çekildi.

Soğuk sütünü içip dışarıya çıktığında yirmi dakikası vardı. Gideceği şehrin pahalı semtinin trafiğini düşünerek biraz erken çıkmıştı yola.

Adresi kolayca buldu. Birkaç dakika arabanın içinde düşündü. Kolundaki saat zamanın geldiğini söylüyordu. Apartman girişinin hemen üstündeki daireye hızlı adımlarla ulaştı. Koyu kestane renkli kapının önünde cebindeki karta yeniden baktı; "Nehir Erdem". Evet doğru yerdeydi.

Zili ikinci defa ittiğinde yaklaşan ayak tıpırtılarıyla birlikte kapının hemen arkasında belli belirsiz ince sesler duyuldu. Yaklaşan adımlar durdu. Ardından yeniden uzaklaştı. İçeriden bir kapı kapandı. Ayak sesleri bu kez daha hızlı vardı kapıya.

Açılan kapının ardından düşen ışık demeti otomatı sönmüş girişi, kadının kızıl saçlarını ve gergin adamın yüzünü aydınlattı.

"Orkun Bey?"

"Merhaba…"

Orkun gülümsediğini fark etmedi. Kadının yumuşak elini sıkarken derince aldığı nefesini bıraktı.

"Buyurun lütfen…"

Kısa koridoru geçerlerken piyano mırıltıları duyuluyordu. Kadın eliyle oturacakları odayı gösterdi. Su yeşiline boyanmış duvarlarla çevrili rahat döşenmiş kutu gibi bir yerdi. Küçük kare masanın üzerinde katlanmış siyah bilgisayar, içinde sadece ağzı dışarıya doğru uzanmış makasın durduğu sevimli kalemlik ve boş dosya kâğıt tomarı düzensizce duruyordu.

Nehir masaya değil Orkun'un oturduğu deri koltuğun önüne çektiği diğer koltuğa oturdu. Elindeki küçük not defterinin sırtından çektiği tükenmez kalemi birkaç kez tıklayıp kapatıp tekrar açtı.

Gülümsediler.

Kısa ama huzur bozan sessizliği şaşırtıcı biçimde Orkun bozdu.

"Sanırım Artun Bey dosyamı size yolladı. Yani biliyorsunuz her şeyi."

"Evet okudum. Hatta siz aradıktan sonra tekrar baktım. Ama beni daha çok sizin anlatacaklarınız ilgilendiriyor. Neler oldu, neler hissettiniz hastaneden çıktıktan sonra?"

Kadının yüzüne yayılan yumuşak gülümsemesi beyaz tenini daha da ortaya çıkarıyordu. Kırmızı bluzunün açık ilk düğmesine kadar uzanan saçını düzeltti.

Zaman zaman durarak anlattı Orkun. Her şeyi. Hastaneden kaçar gibi çıkışını, gittiği sinemada gözlerinde donan görüntüyü, beynine hakim olamadığı o anda olanları, kaza yerini karıştırmasını, hatta isim vermeden Lamia ile yaşadıklarını kısa cümlelerle döktü. Verdiği eslerde masanın hemen arkasındaki duvara asılmış çerçeveli diplomaya ya da odanın tek penceresine yakın yerleştirilmiş adını bilmediği çiçeklere bakıyor, nefesini düzenleyip devam ediyordu.

Kelimelerinin azaldığı bir anda yarı açık oda kapısının önünden geçen kısa gölge dikkatini dağıttı. Sonraki cümleyi düşündüğü için aklını veremedi geçen şeye. Nehir kalkıp kapıyı kapattı.

"Bakın hepsi bu işte. Ben deliriyor muyum sizce?"

Kadın not defterini dizlerinin üzerine bıraktı. Orkun'un bakışlarının duvardaki camlı diplomadan geri gelmesini bekledi.

"Yaşadıklarınız ve içinde bulunduğunu duruma gösterdiğiniz tepkiler… Hepsi de çok normal. Geçirdiğiniz kaza çok ciddi. Vücudunuzun aldığı hasarların tamiri zaman alacak."

"Peki ne zaman normal hale yani eski halime döneceğim? Beni anlıyor musunuz? Bu, bu çok zor…"

"Eskisi gibi olacak mısınız? Bunu ben de bilemem. Ama şöyle bir gerçek var; hâlâ yaşıyorsunuz. Onca olandan sonra hayatta kalmayı başardınız. Ve ne olursa olsun bundan sonra da mutlu bir adam olarak yaşayabilirsiniz"

Orkun kadının gözlerine öfkeyle baktı. O ana kadar içinde tuttuğu umut kıvılcımı sönmüştü sanki. Sol omzunun kasıldığını hissetti.

"Ne olursa olsun mu dediniz? Buraya kadar bunu dinlemek için mi geldim yani? Şimdi siz…"

Nehir iki elini adama doğru uzatıp konuşmasını kesti.

"Beni yanlış anlamayın lütfen. Bakın bu konuyu daha uzun uzun konuşacağız. Size şimdi bir ilâç vereceğim. Vücut ritminizi düzenleyip, yaşadığınız gerginliklerin hafiflemesine yardımı olacak. Her akşam bir tane alacaksınız."

Orkun ayağa kalkan kadını inanmaz gözleriyle izledi. İçinde kabaran dalgaya engel olmak istiyordu. Kalktı. Göz göze geldiklerinde Nehir diziyle ittiği masanın gözünden uzaklaşıp yanına kadar geldi. Küçük, camdan tüpü salladı. Yuvarlak kapsüller birbirine çarptı şişenin içinde.

"Haftaya hangi gün uygun size?"

Orkun isteksizce ilâç şişesini aldı. Nehir'in uzattığı eli sıkmadı ve ölgün ses tonuyla konuştu.

"Bilmiyorum… Ben sizi ararım."

Koridordan hızla ilerlerken Nehir'in telâşlı sesi duyuldu.

"Lütfen ilâcı ihmal etmeyim."

Apartmanın girişine çıktığında akşam şehrin üzerine çökmek üzereydi. Yanan sokak lâmbaları arabasının açık renk kaportası üzerinde parlıyordu. Sert adımlarla ilerledi. Kontak anahtarı için elini cebine attığında avucunda sıktığı şişenin farkına vardı. Öfkeyle yere attı. Hatta dönüp tekmeledi. Kafasını kaldırdığında doktorun yola bakan penceresindeki karaltıyı gördü bir an için. Gölge hemen geriye çekildi.

Arabayı gazlamadan önce pencereye yeniden baktı. Kimse yoktu. Hızla kalkan arabanın patinaj sesi sokağı doldurdu.

Az sonra doktorun apartman kapısı yeniden açıldı. Nehir uzun adımlarıyla giriş yolunu geçti. Birkaç saniye çimenlerin üzerine bakındı ve bulduğu şişeyi yerden aldı, geldiği yere yöneldi.

Sokağın köşesinde arabasının içine eğilmiş halde kadını izleyen Orkun yeniden yola koyulurken sıkıntıyla konuştu kendi kendine.

"Allahım bu şehri kaçıklarla mı doldurdun sen?"

Sırtından akan terle birlikte tüm sinirleri de ayağa kalkmıştı. Hızını daha da arttırdı. Trafiğin yoğun olduğu ana kavşaklardan birine geldiğinde saatine baktı. Neredeyse mesaisi başlamak üzereydi. Arkasından öten küfürlü klaksonlara aldırmadan yolunu değiştirdi. Eve gitmekten vazgeçmişti.

Devam →

diYorum

 

Ahmet Büke neler yazdı?

433
Derkenar'da     Google'da   ARA