Patronsuz Medya

Düş bulma kurumu

Ahmet Büke - 26 Şubat 2004  


İlkyazın en güzel sabahlarından biriydi.

Selâmsızca inen güneş tatlı edasıyla orta yerdeydi. Kaldırım taşları şimdiden ayazın sersemliğinden sıyrılmıştı. Taksi dolmuşlarının camlarından yansıyan ışıklar geniş caddeyi boydan boya yakıyordu. Hızla yürüyen simitçiler, ellerini annelerinin güvenli avuçlarından sıyırıp koşmak için ısrar eden çocuklar, renk cümbüşüne bulanmış belediye otobüslerinden gelen havalı tıslar bu erken saatleri kente özgü bir telâşa boğuyordu.

Bahar sabahı olması hayatın her zamanki ağdalı akışkanlığını değiştirmiyordu elbette.

İş, karmaşa, yetişme, yetişememe, ayak üstü bir fincan çay, sabah ereksiyonu, sabah şekerleri, çapaklı gözler, akşamdan kalma balgamlar, kalın bağırsakta yürüyen ılık bok kokusu, doldurma parfümler, en iyisinden deodorantlar, en iyisinden kadınlar, en kötüsünden memeler, başarılı erkekler, bitmişler yani her şey ve herkes yeniden ortaya dökülmüş, pandoranın kutusu bir kez daha açılmıştı.

Yavuz Bey büyük kapının önünde dikilip kaldı. Aniden değil de yavaşlayarak durdu sanki. Bu daha çok pili biten bebeklerin ölen kelimelerine yada tepeden yuvarlanan taşın tükenen son devinimine benziyordu.

Sadece durdu ve baktı.

İnsan kalabalığı iki yanından bedenine çarparak kanatları birbirinden ayrılan girişten kayboluyordu. Çantasını tutan elini değiştirdi. Boşta kalan parmaklarıyla sinek kaydı yüzünü, geriye yatırdığı saçlarını okşadı. Sonra giderek kendini koyuveren göbeğine dokundu. Göbeğine baktı. Makus talihine baktı kabul edin siz. Yani onu aşağılara, yerin en dibine çeken o maalesef yaşamına, kırılan filizlerine, elleriyle boğduğu umutlarına doğru eğildi diyelim başkaca.

"Allah topunuzun belâ sını versin. Yediniz beni otuz yıldır."

Arkasını döndüğü anda içinde daha önce hiç duymadığı çanlar, canavar düdükleri, hava akını sirenleri hepsi bir ağızdan ötmeye başladı. Görünmez bir el onu durduruyordu. Binadan uzanan ıslak, yeşil kollar ayaklarına dolanıyor, içine çekmek için mücadele ediyordu.

"Ne için ha, ne için? Osuruk kadar kıymet mi verdiniz bana?"

Derin bir nefes alıp yola atladı. Araba frenleri, öfkeli şoför küfürleri ve kendinden gelen tamtamlar arasında karşı tarafa geçti.

Yeniden döndü meşum mabedine. Eski ve yorgun bina elleriyle yüzünü kapamış uluyordu. Geri gelmesi, masasına tekrar oturması, çekmecelerinden kurşun kalemlerini çıkarması ve onları her sabah yaptığı gibi yeniden açması için yalvarıyordu. Yoksa ağır çark dönmeyecek, dişlilerin arasından gelen türkü yeniden duyulmayacaktı.

Bu, dünyanın durması ve tersinden dönmeye başlaması gibi bir şeydi aslında. Aniden saatler geriye doğru saracak, geceyle gün karışacak, kuşlar uyanma anlarını kaçıracak, sabah börekçileri şaşıracak, denizler basbayağı geriye çekilecekti. Kabul edilemez, telâfisi gayri mümkün ve intihar kadar akıl dışıydı.

antasını yanında duran çöp tenekesinin ağzına doğru uzattığında kulaklarını tırmalayan uğultunun tonu değişti.

"Başın fena halde belâ da. Bunu sakın yapma."

Parmaklarını açtı. Deriyle karışık evrak kokusu tenekenin dibinde tınladı.

İşte o anda binanın temellerinden gelen uğultu, sadece ses değil dalga dalga yayılan bir şok vuruşuyla camları önce geriye doğru çekti ardında kusarcasına parçaladı. Kapı, pencere, yuvasından fırlamış kornişler, DMO damgalı delgeçler, ıstampalar ve bilumum tükenen ömür kokuları patlamanın şanlı mantarının ardından göğe yağdı. Enkaz sesiyle karışık kalkan toz bulutu ortalığı doldurdu. Kükürt koktu bütün cadde.

Her şey biter. Bu da sona erdi. Ejderha kırık dişleriyle mağarasına geri dönüyordu. Yavuz Bey ise özgürlüğünü geri almıştı. İhale evraklarını, imza kartonlarını, sicil kutucuklarını, bitmez toplantı saatlerini vermiş, ruhunu üstüne yapışmış bu iç yağı tabakasından sıyırıp kurtarmıştı. Bunu yapabilmişti. Şükürler olsun, şükürler olsun.

Arkasına bir daha dönmeden yolunu seçti. Yürüdü. Yürüdükçe açıldı sanki. Yıllardır paslı pergeller gibi kurumuş mafsallarına kan sızdı. Yüzü ışıklandı.

Büyük Atatürk heykelinin doldurduğu meydanı geçti. Deniz kenarına indi. Şimdi milyonlarca zavallı insan masalarında, evrakları arasında, kifayetsiz amirlerinin önünde zamana yenilmişken, O günün en taze, en güzel anlarına sahipti.

Yan yana çakılı banklardan birine oturdu. Dolu gelen vapurlar boş yolcu sıralarıyla geri gidiyorlardı. Aynı Yavuz Bey gibi acele etmeden, salınarak, tadını çıkararak nefes alıp veriyorlardı.

Önünden geçen simitçiyi durdurdu. Adamın gömlek cebindeki sigarayı işaret etti, bir tekçik istedi.

"Ağabey vallahi bana az kaldı."

İki simit alınca adam sigarayı uzattı. Kibritiyle de yaktı. Beyaz filtreli uzun maltepeden derin soluklar aldı.

"Oh be, hayat bu."

Ayakkabılarını çözdü, çoraplarını çıkardı, paçalarını sıvadı. Gelip geçenin bakışlarına aldırmadan kravatını gevşetti.

Sigaranın sonuna doğru bankın ayakları altında zıplayan serçeleri fark etti. Simidi ufalayıp önlerine doğru serpti. Ürkek kuşlar ufacık parçaları kapıp geriye uçuyor, lokmalarını yuttuktan sonra pır pır yürekleriyle geri dönüyorlardı.

"Açlık belâsı adamı böyle koşturtur işte" diye düşündü.

Sonra geriye sardı söylediği kelimeleri, "açlık". İç cebinden banka cüzdanını çıkardı. Vadeli bakiyesinin altındaki rakamlara baktı. Bu ayki maaşından kalanı hatırlamaya çalıştı.

"Fena be. Üç kuruşla mı atıyorum ben bu çalımı."

Aklına üşüşen düşünceleri kovmaya çalıştı. Hayır, az önce hayatının en doğru, en hayra dokunur işini yapmıştı. Şimdi bu erken bozgun havasını hak etmiyordu. Yine de bir tarafı soğumaya başladı. Kendini hatırlatan gerçeği unutmak istercesine çoraplarını giydi, sıvalı paçalarını geriye yuvarladı.

"Para mı? Bu yaştan sonra yediğim iki tıkım, giydiğim iki çaput."

Hem kalan parası bir süre idare ederdi. Ederdi…

Ne kadar? İki ay mı, üç ay mı? Sonra? Ya hasta olursa aniden? Ya çok para icap ederse?

"Koyun kadar ömrüm kaldı be."

Daha neler. Babaannesi doksanını devirmişti. Üstelik son günlerinde "bir bu kadar daha verseler keşke" demiyor muydu?

"Bari ay başına kadar çalışsaydım, iki hafta kalmıştı yeni maaşa."

Nasıl utandı kendinden. Göremiyordu ama kesin kulaklarına kadar kızarmıştı. Hayatının dönüm noktasını yaşıyorken şu aklına düşenler, ufacık hesapları ne kadar da ayıptı.

Kalktı. Arkadaki kalabalık sokaklara doğru yürümeye başladı.

"Canım kırk beşlikleri tek tek satar, yerim anasını satayım."

Doğru yahu. Bir ömür, harcayamadığı ikramiyelerine ay sonu boğazından arttırdığı lokmaların parasını da katıp plak almıştı. Ne olacaktı şimdi o yüzlerce nadide parça? Özgürlüğünden daha mı değerliydi sanki.

Aklından kaba bir hesap yaptı. Onu kesti, buna ekledi, oradan tasarruf etti, buraya aktardı. Nafile. Bütün varı yoğu iki yılı çıkarmazdı. Üstelik çat kapı işi bıraktığı için tazminatını da yakmıştı. Boğazı düğümlendi. Ufak demir lokumlar geldi, durdu nefes borusuna.

"Çalışmalı canım. Küçük bir iş bulmalı, sıradan, beynimi oymayan, masrafına sadece. Üzmesin beni, fenalıklar basmasın üzerime, boyun eğdirmesin. Basit olsun. Basit."

Kendi kendine sayıklarken çarşıya yaklaştığını fark etti. İş hanlarının altında sıralanmış büfelerden müzikle karışık çalışan insanların sesleri geliyordu.

Gözüne boydan camla kaplı kapının birine asılmış beyaz bir kâğıt takıldı: "Komi aranıyor"

Durdu. Burnunu kaşıdı düşünürken.

"Basit olmalı, kafamı meşgul etmemeli, ruhumu koşturmamalı."

İçeri girdi. Beyaz masaları silen gençten çocuk ona baktı biraz. İşine döndü yine. Arkada camlı dolabın içine siyah şişlere dizilmiş etleri yerleştiren adam başını kaldırdı.

Masalardan birine çöktü.

"Evet ısrar edeceğim. Hayır yüzüm biraz yaşlı gösterebilir ama vücudum hâlâ aslan gibi. Hem ne olacak ki, el bezi kadar dükkan. Alt tarafı 'masa üçe iki adana, iki ayran' değil mi bu iş."

Adam elini sildiği havluyla ona doğru ilerledi. Yavuz Bey sinirli parmak uçlarıyla masadaki tuzlukla karabiberliğin yuvalarını değiştirdi, peçeteliği ortaya doğru çekti. Gözlerini yumup açtı.

"Afedersiniz beyefendi, servisimiz daha başlamadı."

"Şey, ben…"

"Döneri yeni sardık, yarım saat sonra gelseniz."

Yavuz Bey ağzını açmadı. Sessizce dışarıya çıktı. Eşek herif, diyeceklerini unutturmuştu.

"Eh be civanım, bu yaştan sonra zaten garsonluk mu yapabilirsin."

Güneş iyice yükselmişti.

Amaçsız yürüyüşüne devam etti. Belki gazete alsaydı, hani küçük iş ilanları olurdu ya, onlara bakınsaydı. Ama ellisine yaklaşmış bir adama uygun iş mi çıkardı oralardan.

Şoförlük olsa, yirmi yıl önce aldığı ehliyeti koyduğu yeri bile bulamazdı şimdi. Hem dosyası yanmak üzereyken rüşvetle almıştı belgesini. Bir daha da direksiyon başına geçmemişti.

Pazarlama işi bulunurdu belki bolca.

"Aman kalsın canım. Bu göbekle merdiven mi çıkabilirim. Hem karı dırdırına tahammül edemem ben."

Keşke inat edip bilgisayar öğrenseydi işyerinde. Hizmet içi eğitim kursundan yırtmak için geçen yıl fıtık raporu almıştı. Eşekler gibi pişmandı şimdi. O koca götlü Hayriye Hanım bile öğrenmişti. Sabahları yan masadan çalımlı bakışlarıyla bilgisayarını açardı.

"Nah kokmuş dolma. Sanki oturdu icat etti aleti."

Ah biraz daha sıksaydı ya kendini. İki ay sonra ikramiye zamanı geliyordu. Daha rahat olmaz mıydı o zaman?

"Hayır kardeşim, yaktık bir kere gemileri."

Eski sokaklardan birine saptı, yine bir yerlere döndü. Çıkmaz olduğunu fark etmeden yürüdü. Yolun sonunda demir kapısı ardına kadar açık dükkanın önünde durdu. Duvara çakılı eski okul tahtasına beyaz tebeşirle düşülmüş fiyakalı yazıyı okudu: ÇIRAK ARANIYOR…

Kravatını düzeltti. Kuru dudaklarını ısladı diliyle.

"Yapabilirim, yapabilirim."

İçeriye girince düştüğü loşluk gözlerini kararttı. Eski mürekkep kokusu genzini doldurdu. Her yer yarı dolu, düzensiz, iç içe girmiş raflarla tıka basaydı. Ortada manifaturacı dükkanlarında bulunan uzunca bir masa kalabalık yüküyle uzanıyordu. Bir yerlerden gelen rüzgâr çanının uzak tınısını duydu.

Gözleri alıştıkça az önce gördüğü belli belirsiz nesneler ayrıntılarına kavuştu, ete kemiğe büründü. Raflar irili ufaklı, sırtı yırtık, eskimiş renkleriyle sırıtan kitaplar, boy boy dergiler, cildinden sıyrılmış sayfalarla doluydu. Masanın üzerindeki karaltıların da benzeri bir kalabalığa ait olduğunu anladı.

Kapının arkasında kitap dolu çuvalın başına eğilmiş adamı fark etmemişti.

"Buyurun, ne bakmıştınız?"

"Ne mi bakmıştım?" diye geveledi. "Huzur, kurtuluş, özgürlük, hayat kardeşim be hayat işte."

Adam kolları kitaplarla doğruldu.

"Ben kapıdaki ilânınız için rahatsız etmiştim sizi."

"Oğlunuz mu çalışmak isteyen? Onu da getirseydiniz keşke."

"Hayır, değil. Ben, kendim için düşünmüştüm."

"Siz mi? Ama ben çırak arıyorum."

"Bakın otuz yıllık memuriyetimden bugün ayrıldım. Sakın yanlış anlamayın tamamen kendi isteğimle oldu. Yoksa sicilim çok parlaktır. İşime bir kere bile geç kalmadım, tam sekiz takdirnamem var. İsterseniz yarın yanımda getiririm."

"Bir dakika beyefendi, burası eski kitap alıp satan bir dükkan, yani siz, sizin için…"

"Hiç fark etmez. Her türlü işi yaparım. Hani ben bugün dedim ama aslında geçen ay ayrıldım işimden ve bir aydır garsonluk yapıyordum. İstedim ki, bana daha uygun bir işe geçeyim. Bu tam hayal ettiğim iş. İnanın kariyerimin en güzel…"

"Kardeşim sen dalga mı geçiyorsun, adam mı seçiyorsun. Ben yirmi beş milyon haftalıkla bir çocuk arıyorum. Ortalığı süpürecek, kitapları dizecek, rafları düzeltecek, sonra da öğlen gidip köşedeki pideciden tek kıymalı yiyecek birisini yani."

"Sadece yirmi beş milyon mu? Ama benim daktilo rekorlarım var, üstelik bilgisayar söküp takarım."

"Hadi gözüm, işim gücüm var benim."

Adam yeniden kitap yığınlarının arasına çöktü. Rüzgâr çanı tekrar duyuldu.

Yavuz Bey serin dükkan içinden çıktığında sabahtan beri yaşadığı tüm bu çırpıntıların olanca ağırlığını üzerinde hissetti. Dizleri titriyor, içi bulanıyordu. Çıkmazın son duvarına kadar ilerledi.

"Yahu adam, üç yıl daha çalışacaksın. Sonra gelsin emeklilik. Kimseye boyun eğmeden özgürüm o zaman. Üç yıl daha çalışamaz mıyım?"

Aklındaki gelgitin çalkantısı uğursuz uğultularla büyüyordu. Nasıl dönecekti işe şimdi? Hani kararı kesindi? Hani bugün en kutlu gündü onun için?

Ama açlık ne olacaktı, erkenden gelen kira günleri, çevre temizlik vergileri, rakı da mı koyamayacaktı bundan sonra ağzına.

"Yeteeeeeeeer!"

Dar sokak çınlamıştı bağırışıyla. Kitapçı adam bile kapıya çıkmıştı.

Hızla geriye döndü.

"Tamam teslimim kardeşim. Düşürdüm süngümü."

Koşar adım geriye, iş yerinin bildik yoluna döndü.

Ah öğlen olmuştu saat. Ne diyecekti şimdi? İhale Komisyonu çoktan toplanmış olmalıydı.

"Müdüre Hanım sinirden tırnaklarını tüketmiştir."

"Hastaydım, kalkamadım" dese, kim inanırdı.

"Elli kere telefon etmişler, hatta odacılardan birini bile eve salmışlardır çoktan."

Birden durdu. Gömleğini boydan boya asılıp yırttı. Kravatını geriye doğru kaykılttı, düğümünü bozdu. Yoluna devam etti.

"Ah Müdüre Hanım, bir bilseniz eşkıya şehre inmiş. Çarptılar beni. Evrak çantamı bırakmayınca sürüklediler çarpa çarpa. Billahi acımadılar."

Artık hızını iyice arttırmış, koca göbeğini hoplatarak koşuyordu.

Sabah yüz geri döndüğü kadim kapıya vardı. Boz paspasa adımını atınca kapı iki kanat olup önünde açıldı. Doğru içeri koştu. Tam kemerli iç kapıdan geçiyordu ki gençten bir güvenlik görevlisi kolundan tuttu.

"Bir dakika, öğle tatili şimdi. Yukarıda kimse yok."

"Yok ben çalışırım. Akşama mesaiye de kalacağım zaten."

Delikanlı garip garip baktı. Arkada, masaya kıçını dayamış, ak saçlı güvenlikçi "bırak gelsin" dercesine elini salladı.

İlerledi. Adamla aynı hizaya geldiğinde yüzünü sıvazlayan görevli bizimkinin iki yakasından kavrayıverdi.

"Yahu seni bana sayıyla mı verdiler. Neden hep benim nöbetlerime denk geliyorsun. Elli bin kere söyledim sana, eğer iş başvurusunda bulunmak istiyorsan karşıda evrak var. Git dilekçeni oraya ver. Lâzım olunca ararlar."

Yavuz Bey "gık" diyecek oldu ama kuvvetli kollar onu kapının dışına kadar sürükledi.

Daha yaşlıca olan görevli anlamazca bakan diğerine dönüp "Kafadan kontak bu yahu. Israrla burada çalıştığını iddia ediyor. Bir gün pataklayacağım, o olacak yani" dedi.

Yavuz Bey dikildiği yerde üstünü başını düzeltti biraz. Gömleğinin açılmış eteklerini pantolonunu içine yerleştirdi. O anda karşıda, çöp tenekesini karıştıran adama takıldı bakışları. Kafasında tepesi kesik bereyle eğilen adam, kahverengi bir evrak çantasını çekip çıkardı, eliyle havaya tutup inceledi sonra kirli çuval kaplı arabasına attı.

Fırladığı gibi yola attı kendini. Koşarak çöp toplayan adama yetişti.

"Çantayı bana ver."

"Neden beyim?"

"Benim de ondan."

"Ama çöpten buldum ben onu. Orada kim neyi bulursa onun olur."

Yavuz Bey elini kıç cebine attı. Cüzdanından eskimiş, kabı yeşillenmiş bir kimlik çıkardı.

"Ben Komiser Yavuz Yalın. Yani sen şimdi çok önemli bir cinayet delilini vermek istemiyor musun? İllâ karakola mı çektireyim?"

Adam başındaki komik bereyi çıkardı şaşkınlıktan.

"Estağfurullah ağabeycim. Çantanın lâfı mı olur."

Yavuz Bey elinde çantasıyla ara sokaklardan birine hızla daldı. Kayboldu.

Güneş kentin tam tepesindeydi artık.

diYorum

 

Ahmet Büke neler yazdı?

458
Derkenar'da     Google'da   ARA