Patronsuz Medya

Nafile ömrümün kuşları

Ahmet Büke - 18 Temmuz 2002  


Hiç bir bıçakla içimi deşemezdim.

Acıya dayanamamak mesele değil. Beceremezdim.

Ve yazmaya karar verdim.

Önceleri yazdıkça arınıp yüklerimden kurtulacağımı ve kırpıştırdığım gözlerle dünyaya yeniden bakabileceğimi düşünmüştüm. Yıllarca içimde çalıp duran davullar nihayet iç sesimi dışarıya taşıyacaktı. Bana ait olandan biraz uzaklaşınca yükünü yana yıkmış, keyifle ayak parmaklarının arasını kaşıyan ve Körfez'de süzülen tekneleri izleyen sırt hamalları gibi rahatlayacaktım. Hayatı son tuğlasına kadar bozup tekrar yapmanın başka yolu var mıydı sanki? Kendinden olana yabancılaşıp uzaktan seyretmek ve düşen yanlarını görmek için aidiyet duygusunu sıfırlamak gerekiyordu. Çünkü yıllardır aynaya bakıp bana olanları anlama gayretim iflâs etmişti. En iyisi yazının aksine düşenleri izlemekti.

Baştan söyleyeyim; yine yanıldım. Ama bunu anlamamış gibi yapıyorum. Daha doğrusu bu "anlamama hâli" hoşuma gidiyor.

İlk kez Maltepe Camisi'nin tahta banklarında beklerken oldu. Elimde bayatlamaya yüz tutmuş Ankara simidi varken sarı kağıdı sağ dizimin üstüne yerleştirip yazmaya başladım;

"düşmesin peşimize

analarının gözyaşlarını bir zincir gibi boynunda taşıyanlar."

Şiir böyle değildi galiba ama aklımda bu haliyle kalmıştı işte. Simidin susamlarını tırnaklarımla kavlayıp, ayaklarımın arasından ürktükçe bankın altına zıplayan serçelere döküyordum.

Kağıdın ilk yüzünü aynı dizelerle bitirip arkaya geçerken Meriç geldi. Uzun boyuna denk geniş omuzlarından birine serdiği deri montu ve siyah jean pantolonuyla bu işlerin adamı değil gibi görünüyordu. Yakışıklı yüzü ve hep gülen ifadesiyle kaç çevirmeyi, ani aramaları ve bilumum heyecanlı anları atlattığını biliyordum. Şimdi neredeyse durgun ve ifadesizdi. Hesabını kapatmak üzere geldiği kasap dükkanında, kıçına maydanoz tıkılmış çengeldeki kuzuya bakar gibi bakıyordu bana.

- Dün bıraktığın haberi aldım. Kararın kesin mi?

Kıçım harbiden kaşındı. Bankın aralıklı tahta perdelerinden çaktırmadan parmaklarımı uzatıp deliğimi kontrol ettim. Yok bana öyle gelmişti. Amanın yoksa kurt mu düşürüyordum.

- Bizim için sorun değil. Sana saygı duyarız. Ama sen bunu başarabilecek misin? Yani seni var eden şeyler, tüm amaçların ve yıllarını paylaştığın arkadaşların artık olmayacak. Annen mutlaka çok mutlu olacak kararına. Ama ya senin mutluluğun. Unutma ki biz tüm analar için…

Tekrar hayali maydanozlara uzanıyor elim. Onları koparıp atıyorum. Lânet sapları içimde kalıyor. Hemen tuvalete gitmem gerek.

- Peki sen bilirsin. Aslında sana teşekkür etmem lazım. Olmadık bir yerde de patlayabilirdin. Böylesi daha iyi oldu. Evden hemen ayrılman en iyisi. Buluşma yerlerimizi ve telefonları unutmaya bak. Ve Uğurla bugün vedalaş istersen. Unutma "aşk örgütlenmektir" .

Kıçımı tarlaya çeviren o bahçıvanı yakalar mıydım acaba? Neden utanma duygusunu asmışlar ki boynuma. Her şeyi indirip, arkası menekşelerle süslü küçük el aynamla bakmak istiyorum içime.

Meriç giderken geçiyor kaşınmam. O sert adımlarıyla, "Paris'in barikatlarla işlenmiş sokaklarına" doğru ilerlerken ardına bile bakmıyor. Çünkü tarih hep ileriye akar ve aynı nehirde iki kez yıkanmayan maddeci bir yürek taşıyan kahramanlar asla arkaya yâni tarihin çöp sepetine atılmışlara bakmazlar.

O, büyük darbeyi en sona saklamanın verdiği hazla doluydu şimdi. Tüm bu anlayışlı "hareket" psikoloğu tavırlarının ardında yürüyen bir sik kafalı manifesto ruhu hakimdi ona. Dönüşü olmayan yola düşmemin son yaralarını, aşık olduğum kızdan ayrılmak zorunda bırakarak açmak istiyordu. Oysa Uğurdan ayrılalı iki ay olmuştu. Toplumsal tarihin tüm kaçınılmaz devinimlerini bilen ve şaşmaz bir duruşla olacakların olmasını izleyen büyük şef bu haberi ne yazık ki ıskalamıştı. Tam da o anda içimden koşup ensesine şaplak atmak geçiyor. Hemen vazgeçiyorum. Bunun yerine sarı simit kağıdının arka yüzünü çeviriyorum;

"Ankara'nın simidi mayasılı azdırıyor."

Tabii hiç bir şey şimdi yazdığım gibi kolay olmadı. Önceleri aylarca süren uykusuzluk nöbetlerine yakalandım. Uyuyabilmenin aslında ne kadar da büyülü bir ihtiyaç olduğunu o zaman anladım. İnsan yıllarca sevişmeyebilir. Nihayetinde canınıza tak ettiği anda o bildik işi yaparsınız. Hem bu iş müthiş bir portföy sunabilir insana. Aklınıza düşen herkesle yatabilirsiniz. Ama uykunun ikâmesi yok işte. Yalancıktan uyuyamıyor insan. Gerçek bir kadının gerçek kalçalarının üzerinde dalgalanması, fırtınaya yakalanması ve son yelken direğiyle mor sıcak sulara gömülürken derin bir "çın" sesiyle her şeyin bitmesi gerekiyor. Yâni uykunun otuzbiri maalesef olmuyor.

Olması gerektiği gibi uyuyamazsanız hayatınızın diğer kısmı yâni uyku dışındaki eylemleriniz de olması gerektiği gibi sürmüyor. Meselâ klozetle lavabo arasındaki fark zihninizin bir yerinde duruyor ama önce algılarınız bu iki nesneyi karıştırmaya başlıyor sonra da beyniniz "Ne fark eder oğlum. Hadi daha fazla düşünme" diye durmadan sayıklıyor. En son, yirmi beş yıllık eğitim, aile terbiyesi, doğru karar verme ve tiksinme ile ilgili kaleleriniz düşüyor. Yâni sakın nefret ettiğiniz insanlara "çükün düşsün, kukun örümcek bağlasın" türünden ilenmeyin. "Kırk gün uyuyama inşallah" demeniz yeterli bence.

Çıldırmanın kıyısına geldiğim o gün iki seçenek vardı önümde. Ya bu şehirde ölecektim ya da doğduğum şehre dönüp orada intihar edecektim.

İkinciyi tercih ettim. Çünkü "öldükten sonra ne fark eder" diyemiyordum. Burada ölürsem çürüyene kadar beni kimse bulamayacaktı. Nihayetinde bir hafta sonra kiramı ödemediğim için ev sahibi ve ardından bölük astsubaylığından emekli başçavuş eskisi yönetici kapıma dayanacak ama kapı duvar olduğu için çekip gideceklerdi. Hava ne kadar da soğuk olsa iki-üç hafta sonra kokmaya başlayacaktım. Önce burnum düşecek, mutfakta pinekleyen karafatmalar birden antenlerini dikip bu müthiş hazineye saldıracaklardı. Kokuya dayanmayan apartman sakinleri tarafından salon halısının üzerinde içi boşalmış bir larva halinde bulunmak istemiyordum.

Hem annem son bir kez olsun beni mutlaka görmek isteyecekti. Karşıyaka Mezarlığı'nın gasilhâne azmanı, muhtemelen ince bıyıklı ve bol kıllı ölü yıkayıcıları ne kadar çabalasalar da mâni olamayacaklardı anneme.

Yok, kesinlikle beni böyle görmemeliydi. Hayatının kalan kısmında oğlunu "sanki birazdan uyanacakmış" gibi hatırlamalıydı.

Son bir gayretle Otogara düştüm. Şehrin arkada yiten ışıklarını hatırlıyorum. Sonra kendimi derin maviden karanlık ve aydınlık arasında yüzerken buluyorum. Siz o "derinliği" huzur olarak okuyun. Bilmediğim bir denizin en derin uçurumlarında süzülüyorum. Etrafımdan bin bir çeşit yosun, taşları parlak mercan denkleri, renk cümbüşüne batmış çil çil balık bulutları geçiyor. Ruhumu daha da derinlere itiyorum…

Buraya dikkat edin bir sonraki paragrafa "uyandığımda" diye başlayacağım. Yâni uyumayı başarmıştım. Belki de bana dokunan Meriç'le aynı şehrin havasını solumaktı, kim bilir.

Uyandığımda İzmir'deydim. Hiç de kendimi Komünarların kurşuna diziliş sahnesini anlatan o tablodan kaçmış bir barikat faresi gibi hissetmiyordum. Sadece beynimin bir kısmı -sanırım geçmişin depolandığı bölüm- uyuşmuş gibiydi. Öyle ki, Pasaport'ta sabahın ilk çayını içip, Selçuk Vapuru'nun kıçından çıkan köpüklere bakarken on yaşında bir oğlan çocuğu gibi hissettim kendimi.

Annem kapıyı açtığında "döndüğümü" anladı. Daha fazla üzülmeme engel olmak için ne kadar mutlu olduğunu uzun süre göstermedi. Bunun beni yaralayacağını anlamıştı.

Aslında durup biraz annemden bahsetmem gerek. Ama bunu istemiyorum. Çünkü yazarak bozup tekrar kurmak istediğim en son şey annem. Varsın içimde olduğu gibi kalsın. Tabii annemden bahsetmeyeceğim derken onun benim için yaptıklarını es geçeceğim anlamına gelmiyor bu. Zaten bence yazdıklarımın can alıcı yanı da burada yatıyor.

Annem kapıyı açıp, hafif nemli gözlerle bana bakarken, ben omzunun üzerinden parıldayan Körfez'e takılmıştım. Girişi yola ama geniş cephesi denize dönük bu eve, yıllar boyunca İsrail'e göçen Musevi hanelerinden düşen antikaları satan dayımın ölümünden sonra yerleşmiştik. Güzelim Körfez ayaklarının altındaydı. Limana ağırca yollanan yük gemileri, beyaz köpükleriyle Körfez vapurları, sabahın kör saatinde geçen balıkçı pat patları ve kefal sürülerinin titreştirdiği kadife su en güzel bu evden görülür. Perdeleri önce kabartan ardından uçlarını çırpıştırarak püsküllerini yüzümde gezdiren imbat en güzel bu evde hissedilir.

Atlattığım uykusuzluk nöbetlerinin yerini artık denizi izleme günleri almıştı. Geceler ve gündüzler boyu Körfez'deki her kıpırtıyı her ışıltıyı izledim. Aklımın yavaş yavaş çıldırtan ayrıntılarla dolduğunu fark eden annem beni çok şaşırtan o cümleyi söyledi;

"Oğlum senin profesyonel bir yardıma ihtiyacın var, psikoloğa gitmen gerek"

Gözlerimi kocaman açarak ona bakmışım. Yıllarca Tilkilik'deki mazbut evimizde evin erkeklerinin yavaş yavaş yitip gitmesini izleyen annem nasıl böyle konuşmuştu? Yoksa bana hissettirmeden Ege'de Sabah Gazetesi'nin Nimet Abla köşesine mi yazmıştı?

Annemin bu gayet modern yaklaşımının alaturka tarafı çok geçmeden ortaya çıktı. Her Salı yaptıkları mahalle gününde içilen ikinci tur çayın ardından kaşığını bardağının üstüne "bu son" dercesine yerleştiren anneme, yan komşumuz Necla hanım Teyze "Sende bir şey var, demliğin dibini bulurduk yoksa" deyince benim "vah hallerim!" ortaya dökülmüş. Kocasının içkisinden başka hayatta her şeye çare bulan Necla Teyze "A sen oğlanı Şükrü Bey'in kızına götür. Bu işin okulundan çıkmış. Hem tanıdık diye ilgilenir." diyerek bana da bir umar kapısı açmıştı.

Yâni ne bileyim bu mahalle günlerinde idrar yolları iltihabından evden kaçan kızlara kadar her şey konuşulurdu ama benim psikoloğa gitmemin kararlaştırılacağı hiç aklıma gelmezdi. Uzun uzun güldüm ve söz verdim gideceğime. Ne de olsa artık o gözyaşı zincirine çoktan teslim olmuştum!

Bir hafta sonra ahşap süsleri olan o kapının önündeydim. Fiyakalı kıvrımlarla "Nehir ERDEM, Psikolog" yazan metal plakanın hemen altındaki tokmağı tıklattım. Aslında zili de çalabilirdim ama geldiğim duyulmasın, kapı açılmasın istiyordum. Bir koşu eve gidecek, anneme "Valla yerinde yok, Şili'ye uluslararası bir toplantı için gitmiş" diyecek ve pencereden beni bekleyen su yeşiline kendimi teslim edecektim.

Olmadı tabii. Elim daha geriye gitmeden kapı açılıverdi.

İyi ki de açılmış.

Nehir'in beyaz zırhındaki zayıf yanlarını oturur oturmaz anladım. İç güdülerime hiç inanmazdım. Ama bu kez onlara doğru döndüm. Çünkü dudaklarının sakin işlemesi yalandı. Çırpınan elleri her şeyi söylüyordu.

Gül ağacından masasından kalkıp arkadaki renkli dosyalarına doğru uzandığında siyah saçlarının nereye kadar uzandığına baktım. Evet tam da düşündüğüm gibiydi. Hızlı sarmalları giderek sakinleşiyor ve susan sesler gibi olması gereken yerde bitiyordu; çıplak sırtın su tutacak o yegane yerinde.

Bu şehrin hayatı en önemli yerinden ıskalamış kadınlarını sık sık izlerim. Vapurda, trende, denize inen yokuş sonlarında, Kemeraltı'nın olmadık sokaklarında karşıma çıkarlar. Kafese kıstırılmış daralan solukları havayı daha da nemlendirir.

Nehir de onlardan biriydi.

Güzel ayaklarıyla ıslak balkon betonlarının üzerinde yürüyerek içindeki alevin geçeceğine hâlâ inanıyordu. Ben zırhındaki açıkları yavaş yavaş genişletinceye kadar tabii.

İşinde kötüydü. Üçüncü seanstan itibaren onun konuşup benim çoğunlukla dinlemeye başladığımı söylersem, ne demek istediğimi anlarsınız. Zaten o günden sonra saatle işimiz olmadı. Aramızda güçlükle sürdürdüğü hasta doktor ilişkisinin tepe taklak olmasında payımın büyük olduğunu itiraf etmeliyim. Yuvarlanmak üzere olan bir kayayı tutan son taş parçalarını da ben çekmiştim. Açık yeşil uzanma koltuğuna uzanıp kopan gürültüyü dinledik sonra.

Hayır aklınıza gelen olmadı. Yâni açık yeşil uzanma koltuğu üzerinde olmadı.

Nehir'e babaannesinden kalan Çamlık sokağındaki eve giderken iş hayatındaki son gününün devrilmek üzere olduğunu biliyordum. İki katlı, tuğla kırmızısı tahta panjurların aralıklarından güneş sızan, yaşlı bir sedirin çatısını gölgelediği bu serin ev benim için dibi boylamanın bittiği mekândı. Orada Nehir'in bahsettiğim dalgalanarak durulan saçlarının hemen bittiği yerde yâni denizin kıyıyla buluştuğu ıslaklıkta ne kadar gidip geldim bilmiyorum. Sahilin ince çizgisine bıraktığım gövdemin altındaki ince kumlar her köpüklü dalgada biraz daha aşınıyor ve beni içine çekiyordu. Ustaca bıraktım kendimi Nehir'e. Galiba hayatta yaptığım en iyi iş buydu.

Bütün bunları Nehir'in mesleki anlamda bana yaptığı son tavsiyeye uyarak yazıyorum. Başta da söylediğim gibi bu işin kendimi anlama gayretine hiç faydası olmadı. Ama her okumanın sonunda Nehir'in güzel gözlü babaannesinden kalma pirinç topuzlu karyolasına düşüyoruz ya, aslında bu "düşme hâli" hoşuma gidiyor.

Aslında bunu yazmaya değmeyebilir ama geçenlerde gelen arkadaşım Meriç'le ilgili havâdisler getirdi. Bizim yürüyen tunç dağı babasının açtığı bijuteri dükkanını işletiyormuş. "Spartaküs gelmiş Karşıyaka Çarşısında lokma döküyormuş" deseler bu kadar gülmezdim.

Neyse şimdi bitirmem lazım…

diYorum

 

Ahmet Büke neler yazdı?

540
Derkenar'da     Google'da   ARA