Patronsuz Medya

Bulanık bir şehir

Ahmet Büke - 22 Ağustos 2004  


İlk hatırladığım görüntü eski bir film karesine ait. Aşağı yukarıya kayan ekran, çizgi çizgi yırtılmış ve sürekli titriyordu. Bir balkon kapısı karşımda duran. Koyu renkli ahşap kaplamanın üst kısmı uzun, dikdörtgen bir camla kaplı kapı. Camı sararmış gazete kâğıtlarıyla örtülmüş. Dışarıdan yüklenen ışık içeriye zorla da olsa parça parça düşüyor.

İlk düşündüğüm şey dışarısı. Kapının hemen ardında açılan o gökyüzü. Güneş tam tepede olmalı. Seyrelmiş bulutlarıyla kocaman bir mavilik. Bir bardak temiz su gibi hayat.

Sonra göz kapaklarım ağırlaşıyor. Sanki damarlarımda ağır bir deve var. Kırmızı kumlarla kaplı çölü yavaşça adımlıyor. Bileklerine kadar toza batmış. İpini elime alıyorum. Güneşi arkamıza alıp yürüyoruz. Ben ortaya çıkana kadar yürüdüğü yolu gerisin geri geçiyoruz. Kumdaki eski izlere bakıyorum. Birlikte gelmiş gibiyiz buraya kadar. Oysa ben daha yeni görüyorum her şeyi. İlk kez dışarıdan izliyorum kendimi. Belki daha önce de oldu. Ama daha öncesini, daha öncelerini hatırlamıyorum.

İlk kez uyuyorum. İlk kez hissediyorum bunu, kumlar yükselip bizi alıyor. Zamanı kesen bir ekmek bıçağı var sanki elimde. Aklım bir yerlerden atlıyor. Her yaptığım bir ilkse de ben onların ne olduğunu biliyorum. Geriye doğru çeken bir lokomotif gibiyim. Yol aldıkça, ters yöne doğru uzanan raylar döşeniyor, benden uzaklaşarak.

Yine de son bir gayretle zorluyorum aklımı. Biliyorum ama hatırlamıyorum. Karşımda duran kapı. Camlarına gazeteler serilmiş. Doğrulsam belki okuyacağım. Çünkü harfleri hatırlıyorum. Arkadan sızan ışığın kağıdı ince bir zar gibi titretmesine karşın büyük kırmızı yazıları okuyabiliyorum: AÇLARIN İSYANI!

Uykunun bir suçu yok. Unutuyorum yine her şeyi.

Uyandım. Tere batmıştım. Sırtım cılk yaralar içindeydi sanki. Tanrım, nasıl acıyor. Dışarıdaki ışığın açısı değişmişti. Şimdi daha yumuşak vuruyordu camdaki gazetelere. Doğru ya, yine aynı yerdeydim. Aynı film karesinin içinde. Daha doğrusu bir sonraki karede.

Dünyanın en kötü şeyi böyle bir hayatı yaşamak galiba. Unutup tekrar hatırlamak. Hatırladıklarının yaşadığın zamandan daha önce ya da sonra olması. Bir türlü "şimdiki ana" ait olamamak. Daha doğrusu "yaşanan anı" anlamlandıramamak. Ben buna "bir kefesi boş kalmaya mahkum terazi dengesi" diyorum. Terazi hep dengede ama sadece bir kefesi boş, bomboş hem de. Diğer kefede zaman akıp duruyor. Zaman başka bir anına atladıkça dengeyi gösteren tırnaklar biraz oynuyor, kalkıp iniyor, sonra karşı karşıya duruyorlar.

İşte defter tutmamın nedeni bu karmaşanın içinde yitip gitmemek. Hem yazmak iyi geliyor galiba bana. Hep de iyi gelmiş. Sayfaları karıştırınca bunu anlıyorum. Ne zaman daralsam, yine o anlama ve kaybolma sınırlarında gezip dursam yazıya sarılmışım. Okudukça bunu anlıyorum.

"Açların İsyanı!"

"Dün yaşadıklarımı hayatım boyunca unutmayacağım. Oysa sıradan bir gündü bizim için. Sabahtan mezbahanın çöplerinin döküldüğü tepeliği arşınlamıştık. Karga sürüsü üzerimize doğru dalışa geçtiğinde oradan kirişi kırmanın vakti geldiğini anladık. Yokuşa bıraktım kendimi. Nasıl da uçuyordum dikenlerin üzerinden. Devlet Koruma Duvarına vardığımızda soluk soluğa kalmıştık hepimiz. Kargalar hâlâ çığlık çığlığa daireler çiziyorlardı. Ardından aynı adamlar doldurdu yine ortalığı. Yüzleri, gözleri sarılı. Sırtlarında tozlu silahları, çalıların dibine uzandılar. Çöktük biz de durduğumuz yere. Saygıdan değil elbette. Çünkü kafamızın üzerinden ıslık çalarak geçen bir roket önümüzde uzanan yola düşüverdi. Bir daha. Uzun bir kamyonu vurdular. Koştuk hep bir. Yukarıdaki sokaklar da hareketlendi. Eşarpları uçuşan kadınlar, yalın ayak çocuklar birbirimizi itip, ezerek kamyona hücum ettik. Kenarları açılmış bir konserve kutusuna dönmüş aracın içinden parçalanmış koyun butları çıkmaya başladı. Reşit ile beraber birini kapıp önümüze çıkan ihtiyarı devirdik. Terliğimi kaptı yerde yuvarlanan moruk…"

İşte şimdi hatırlıyorum. Bu kavurma kokusu. Saçta kavurma. Evin aydınlığının içinde dalga dalga yayılıp bana kadar geliyor. Reşit, yoldaşım Reşit, aşağıda el kadarlık mutfakta koyun budunu ince ince kıyıyor olmalı.

Reşit nasıl girdi böyle hayatıma? İncecik boynu var. Koyu gözleri. Pis parmakları.

"Koşuyorum. Kendimi bildim bileli koşuyor muyum yoksa? Yukarıda bir zırıltı var. Çelikten peygamberdeveleri uçuyor üzerimizde. Her yer ateş, sıcak yüzümü yalıyor. Ama geriye dönmem gerek. Neden bilmiyorum, yerimde mıhlandım sanki. İşte tam o anda Reşit yakama yapışıyor. Zorla bir hendeğe sürüklüyor beni…"

Tabii ya Reşit, seni nasıl unuturum. İyi kalpli hastabakıcımız bizim. Bazı geceler soğuk yemeklerimizi yerdi ama olsun cebinde hep esrar taşır. Dama çıkıp içerdik. Karşıda dünyanın en ışıklı şehri uzanırdı. Ben başka bir şehir görmedim gerçi. Belki de görmüşümdür de hatırlamıyorum. Ama daha güzel bir şey ne olabilir? "Kadın. Bundan güzeli sırtı gamzeli bir kadındır", derdi Reşit.

"Ben yine de kurtuluyorum elinden. Bu bahçeden çıkamam, yasak bize. Hem içerisi daha güvenli. Yemek var en azından. Ağaçlı yoldan gerisin geri koşuyorum…"

Önceleri de yürümüştük bu yolda Reşit'le. Bazen çok üzgün olurdum. Beni gıcırdayan bir tekerlekli sandalyeyle dolaştırırdı. Hastaneyi yeniden gördüğümde alevden bir topa dönmüştü çatısı. Tutuşmuş perdeler dua eden eller gibi çırpınıp duruyordu. Yer bir kez daha sarsıldı. Havada uçan bir nokta, yuvarlanarak bize doğru büyümeye başladı. Reşit ve ben, yan yana ayaktayız. Mevsim bahar mıydı? Oysa çok sıcaktı her taraf. Önümüze düşüverdi.

"Yerden toz bulutu kalktı. Reşit başını ellerinin arasına almış korkudan inliyordu. O kadar güldüm ki, kalkıp kıçıma tekmeyi yapıştırdı. Sonra yerdeki uzun teneke levhayı alıp kaçmaya başladık…"

O gün ağlayan, inleyen, delik deşik olmuş insanların arasından koşup uzaklaştık. "Bağdat Akıl Hastanesi". Bir ucundan ben tutuyordum, diğer ucu Reşit'te. Hatta bir ara bizi sedye taşıyan sıhhiyecilerle karıştırdılar. Galiba bir çocuğu hastaneye kadar taşıdık öylece.

Bu eve bulduğumuzda Reşit levhanın iki ucuna tuğladan ayaklar yaptı. Şimdi yemek masamız oldu.

Yemek? Güzel bir şey olmalı. Tıpkı sırtı gamzeli bir kadın gibi. Reşit kadınları nereden biliyor acaba? Defterime bakmalıyım yine. Ama bu kokladığım kavurma kokusu. Kalıbımı basarım ki kavurma.

diYorum

 

Ahmet Büke neler yazdı?

520
Derkenar'da     Google'da   ARA