Cenaze merasimlerinde bulunanların özellikle cenaze namazı kılınırken veya defin işlemi sırasında içine düştükleri kısa süreli ruhsal boşluk hâlini gözlemlediğiniz oluyor mu?
Kolay değil tabii, kollarıyla önüne çıkan her cisme sarılan, hayattan sökülüp atılması sanki imkânsız gibi görünen dev bir sarmaşık ağacı, şimdi tahta bir sandığın içinde, toprakla bir olmak üzere son yolculuğunu yapıyor. Bu manzarayı seyredenler, hayatın sınırlı olduğunu, er veya geç herkesin bir gün aynı akıbete uğrayacağını hatırlıyor ve Kurban Bayramı'nda kesilmeyi beklerken sessizleşen koyunlar gibi mahzunlaşıyor.
Velâkin cemaat bu tip zihinsel mekânlarda fazla vakit geçirmekten pek hazzetmiyor. İnsanlar sanki kötü bir rüyanın içine düşmüşler gibi çabucak silkinerek ayılmak istiyorlar. Dünyaya döndüklerini tescil etmek için de hemen yakınlarıyla iş, güç, siyaset, futbol hatta ölenden kalan miras hakkında geyik çevirmeye başlıyorlar.
Bir taraftan sevsen de, nefret etsen de, her gün yan yana yaşadığın kişinin birden yok olmasıyla gelen ölümün soğuk esintisi, bir taraftan da kalan mirasın nasıl bölüşüleceği ve nasıl harcanacağı ile ilgili ince hesaplamalar… İnsan zihni öbür dünya ile bizim dünya arasında gidip gelen pinpon topuna dönüyor olmalı.
Vârislerin kimi işin metafizik tarafını çabucak aşıveriyor, doğrudan okkalı bir miras kavgasının içine dalıyor. Kimi ise daha yakını ölmeden gelecek mirasın hesabıyla dağ gibi borç altına giriyor.
Aslında bu tür hesaplar ölüm haberi ile birlikte, hatta öncesinde hemen herkes tarafından yapılır ama ayıp olmasın diye pek uluorta dillendirilmez. Fakat yakın akrabalar, ahbaplar baş başa kalınca tatlı tatlı miras sohbeti yapmakta bir sakınca görmezler. Vefat eden kişinin ardında bıraktığı servetin nasıl paylaşılacağı ile ilgili kaynatmalar sadece vârisler tarafından değil, maydanoz olmaya yatkın meraklı tazeler tarafından da epey rağbet görür.
Belki biraz da bu tür geyiklerin etkisiyle, özellikle yaşlı insanların kalanlara bırakacakları mirası çokça önemsediğini gözlemliyorum. Bazen hayatının son dönemini son derece konforsuz ve sıkıntılı bir şekilde geçirme pahasına, paralarını harcamıyorlar, servetlerinin azalmasına kıyamıyorlar. Örneğin kırsal bölgelerdekiler sahip oldukları gayrimenkullerin satılmasını bir düşkünlük, fakirlik hâli olarak görüyorlar. Lâfı edilecek olduğunda "Allah sattırmasın" deyip karşı çıkıyorlar.
Atalarından öyle görmüş olmalarının da etkisi var tabii. Arkadan gelen nesle miras bırakmak bir gelenek olmuştur adeta. Yani böylelikle sadece maddî mirasın kendisi değil, "yeni nesle miras bırakma fikri" de miras olarak devralınmış oluyor önceki nesilden.
Büyüklerden gelen veya gelmesi beklenen miras genç neslin hayat tarzını da belirliyor bazen. Örneğin, iyi kötü çalışan bir restoran sahibinin oğlu, daha okul yıllarından kendini o restoranın müstakbel sahibi olarak görüp hayat tarzını ona göre belirleyebiliyor. Derslerine önem vermiyor. Okuma, öğrenme, düşünce kalıplarını zorlama, özgün bir hayat planı çizme, yeteneklerini keşfederek kendi mesleğini seçebilme gibi değerlere pek itibar etmiyor.
"Nasıl yaşamalı" gibi bir soru aklına bile gelmiyor örneğin. Hayat gemisinin direksiyonu otomatik pilota emanet ediyor. Hayatın sonsuz imkânlarını sadece evini ailesini geçindirme, kazandığı paralarla mal mülk alma gibi kısır bir şablonla değiş tokuş ediyor. Birçok insan onun hayatına gıpta ettiği için yaptığı şeyde bir terslik göremiyor. Sadece restoran miras alınmıyor yani. Restoran sahibi olmanın gerektirdiği, koşulladığı tekdüze hayat tarzı da mirasın zorunlu hediyesi olarak yanında veriliyor.
Aslında bu sadece küçük bir örnek. Daha birçok miras alıyoruz farkına bile varmadan. Örnek mi istersiniz? Dine olan yakınlığınız veya uzaklığınız sizin özgün kararınız değil de ailenizden devraldığınız mirasınız olabilir mi? Olaylar karşısında çabuk öfkelenmenizi babanıza benzetenler oldu mu? Ticari zekânız, sinekten yağ çıkarma huyunuz acaba genetik kodlarla devraldığınız bir miras mı, yoksa gelişim çağında babanızdan size zerk edilen bir kalıntı mı?
Peki ya hijyen, temizlik takıntınız? Tuvaletinizi her gün seramikler aşınıncaya kadar çamaşır suyuyla temizlerken annenize ne kadar benzediğinizi düşündünüz mü? Eşinize olan ilgisizliğiniz, ona değer vermeyişiniz annenizin babanıza veya babanızın annenize karşı takındığı tutuma benzemiyor mu?
Benim babam gençlik döneminde annesiyle epey çatışma yaşamış. Babaannem öldükten çok sonraları bile, babam anne figürü ile didişmeyi bırakamamıştı. Eski defterleri sık sık açıyor, aynı satırları tekrar tekrar okuyor, bildik şikâyetleri aynı kelimelerle bıkmadan tekrarlıyordu. Fakat o defter asla açık duran pencereden dışarı fırlatılamıyordu. Bazen fırlatılmış gibi gözükse de, aslında derhal düştüğü yerden alınıp, tekrar açılacağı zamana kadar raftaki yerine konuyordu. Ne dersiniz, bu babama annesinden kalan bir miras olabilir mi?
Öz anne ve babanızı reddetmek, onlarla tüm iletişimi kesmek de asla manevî mirasınızı reddettiğiniz anlamına gelmiyor. Tam tersi bu gibi insanlarda negatif anne baba motifi çok daha fazla yer ediyor ve ilişkilerinde baskın ve belirleyici bir unsur oluyor. Yakın zamanda Levent Kırca öz babasını yirmili yaşlara kadar hiç görmediğini ve bu sevgisizlik "mirası" yüzünden kendi çocuklarına hakkıyla baba sevgisi veremediğini gözleri dolarak anlatmıştı.
İnsanlar maddî miras olarak ebeveynlerinden her zaman bir servet almıyor. Bazen büyük bir borç yükü, arkadan gelenlerin omuzlarına yüklenebiliyor. Pek hoş bir durum olmasa gerek bu, ama çaresi yok değil. Kolay mı zor mu hiç bilmem ama reddi miras yoluna gidebiliyor vârisler. Böylece ölen kişiden devralınacak tüm kıymet, vârisler tarafından reddedilmiş oluyor; para da, borç da.
Oysa yukarda bahsettiğimiz elle tutulamayan, gözle görünmeyen mirası reddetmek neredeyse imkânsız gibi bir şey. Bu mirası ölünceye kadar sırtımızdan atamıyoruz. Tabii ölmeden önce çocuklarımızın kucağına bırakmayı da ihmal etmiyoruz. Zaten insanlar genellikle böyle bir şeyin mevcudiyetini bile idrak edemiyor ki, reddi mümkün olabilsin.
Adını bile bilmediğimiz binlerce yıllık akrabalarımızdan bize kadar ulaşan hem olumsuz hem olumlu manevî mirası reddedebilmek, hayatı ebeveynlerimizin bize sunduğu imkânların ve koşulların içinde kalarak yaşamayı kabullenmemek, bunlara ihtiyacımızın olmadığını bilmek, reddi miras neticesindeki duygusal çıplaklıktan korkmamak, o çıplaklıkta değerli ve özgün varlığımıza kavuşabileceğimizi hissedebilmek.
Belki de dünyanın en zor işi bu. Ve bütün zor işlerde olduğu gibi ödülü de çok büyük olsa gerek.
İnsanların ve hayvanların kendi davranışlarını oluştururken copy/paste yaptığını okumuştum bir yerlerde. Gerçekten de, yazıda çok güzel ifade edildiği gibi, kendi yetiştiğimiz sosyal çevreyi ve ailemizi ne kadar yersek de farkına bile varmadan onların (arızalar da dahil) birçok davranışını tevarüs ediyoruz.
Ne var ki, reddi miras yapabilmek o kadar kolay görünmüyor. En cesurlarımız bile, zihinsel konforları söz konusu olduğunda şaşılası derecede korkak davranabiliyor. Çok az kişi samimiyetle "ben kimim, temel bileşenlerim ne" diye sorabildiğini gördüm. Annelerinden ve babalarından en çok nefret edenlerin, onların olumsuz huylarını (meselâ nefret) almış olduklarını görüyorum.
Örnek mi? Babam dünyaya öfke kusarak gitti. Ağabeyimin son günlerinde bile tek konusu vardı: Çoktaaan toprak olmuş olan babasına karşı beslediği kin. Artık koyun koyuna yatıyorlar. Şimdi anneme bakıyorum; yaş 83, geçmişindeki neredeyse herkese karşı bir kırgınlığı, yergisi, batırılacak iğnesi, bağışlamama inadı var. Ölmüş gitmiş insanlarla hesaplaşma halinde. Kalan kardeşlerime baktığımda da farklı bir şey görmüyorum; bütün dünya kabahatli, kendileri hakkı yenmiş kişi, hem de sütten çıkmış ak kaşık.
Ailenin en küçüğüyüm ve bıkıp usanmadan çevreme "affedemediğiniz her insan içinizde çürür, sizi de çürütür" diye vaaz verip duruyorum. Ama galiba sesim ayarsız, kardeşim duymuyor eloğlu duyuyor.
Susulup susulup içe atılmış tüm tepkiler bir zaman sonra cerahat olup gözeneklerden akmaya başlıyor.
Bu durumda bendeniz hakirin reddetmesi gereken miras nedir acaba?
Necdettin Han Hamam - 4 Temmuz 2009 (13:56)
Bizim semtte bir abi vardı. 50 yaşlarında falan. İhtiyar annesiyle yaşıyordu. Onun verdiği harçlıkla gezip tozuyordu. Hayatı boyunca hiç çalışmamıştı, bundan sonra da çalışmayı düşünmüyordu.
"Abi bunun sonrası da var, yarın para pul bitince ne yiyip ne içeceksin" diye sormuştuk, "annem ölünce ev bana kalacak" demişti. İyi bir semtteydi oturdukları apartman dairesi. Onu satıp yarısıyla ufak bir ev alacakmış, kalan yarısı da kendisine ölene kadar yetermiş…
Zaman zaman aklıma gelir bu abi. Annesi hayatta mıdır acaba? Ya da kendisi? Eğer yaşıyorsa sırtlan gibi tüneyip kendisini dünyaya getiren, emziren, bokunu temizleyen insanın ölümünü beklemek nasıl bir histir? Bir insanın hayatını böyle bir hesap üstüne kurması içini pisletmez mi?
Yazıdaki mirasla ilgili bölümü okuyunca aklıma geldi de…
Murat Deniz Öztürk - 7 Temmuz 2009 (09:02)
Seyit Balkuv neler yazdı?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.