Patronsuz Medya

Hayat tiyatro mu? Biz oyuncu muyuz?

Seyit Balkuv - 22 Temmuz 2003  


Uygun çalışma şartları, uygun donanım, tatminkâr ücret gibi bir işletme için gerekli olan tüm ihtiyaçları sağladığı halde orta seviye yöneticilerden yeterince verim alamadığını düşünen bazı yöneticiler çarelerden biri olarak "kişisel gelişim" semineri düzenler.

Çalıştığım şirketlerden biri, beyin yıkama, daha çok para kazanma, çalışanları robotlaştırma veya gerçekten kendisinin ve çalışanların şahsi gelişimine katkıda bulunma, veya günahları boynuna, hepsinin bilinmez oranlarda karışımı gibi bir amaçla böyle bir seminer düzenlemişti.

Sunucu işinin ehli son derece etkileyici bir konuşmacıydı. "Şüphesiz, hayat bir tiyatrodur ve bizler rolümüzü doğru anlama ve doğru oynama durumunda olan aktörleriz" diye söze başladı. Sonra, iş hayatında, evde, arkadaşlarımız, ailemiz arasındaki farklı davranışlarımızla, sahne, seyirciler, perde, alkışlar gibi benzetmelerle söylediklerini pekiştirdi.

Fakat, hayatın bir tiyatro olduğu fikri kafamın içinde hiç bir mesnet bulamıyor. Evet, ben yıllardır iş hayatı içindeyim, bir takım organizasyonlar içinde yer alıyorum, o organizasyonlardan para kazanıyorum, yeni doğmuş bebek gibi günahsız değilim, ama elimde bir çok maske olduğu, birini çıkarıp diğerini taktığım fikri, hele bir de bunun gayet doğal bir şey olduğu fikri zihnimde yer bulamıyor, bir yukarı bir aşağı hopluyor, hatta beni utandırıyor.

Zaman zaman benim de aynı çarkın içinde olduğumu düşündüğüm oluyor, ama bu bana ne şirin görünüyor ne de doğal. İnsanlar eksikiklerini tespit edip onarmak yerine neden maske takarak görmezlikten gelsinler ki? Motor yağ kaçırıyor. Onarmak yerine niye arabaya bir kat daha boya sürelim? Neden bu davranış doğal olsun? Tam tersi, bu eksiklikleri ortaya çıkarma, ne olduğunu görme fikri bana çok daha sempatik görünüyor. Ortaya çıksın ki ne olduğunu görelim anlayalım, böylece tedavisi için bir şans yakalayalım. Hatta böylece hayatın ilahi amaçlarından birini icra etmek için bir şans yakaladığımızı düşünecek kadar bile ileri gittiğim oluyor.

Ancak hayat-tiyatro benzetmesinin en azından doğru bir saptama olduğunu zaman içinde daha iyi anladım. Korkularımız, arzularımız, hayat enerjimizin düşüklüğü, zihnimizin tembelliği, maskemizin altına bakmamızı engelliyor. Böylece oluşturduğumuz bir kabuk içinde adına denge denen bir yol buluyoruz. Kabuğun direnci, kabuk içindeki kaynaşmalara dayanabildiği sürece denge korunmuş oluyor. Kabuğu kalın olanlar en kokuşmuş davranışlarda bile hasara uğramamış görünüyorlar. Ancak ince titreşimlerin ruhlarının derinliklerine tesir etmesinden mahrum kalıyorlar. Kabuğu ince olanlar kendilerini tanıdıkça dünyayı da tanıyor, ama bazen bu dikenli yollarda iz bırakıcı hasarlar alabiliyor.

Bence bir insanın kabuğuna veya kabuğunun içine dokunma durumundaysak dikkatli olmalıyız. Karşımızdakinin kabuğu ne kadar dayanıklı? Esnek mi, kırılmadan şeklini değiştirebilir mi? Yoksa kaya gibi sert ama cam kadar kırılgan mı? Dokunsan dağılacak gibi mi? Yoksa top patlatsan değişmeyecek kadar paslanmış birbirine kaynamış mı? Ona dokunmamız onu ne kadar çalkalandıracak veya kabuğunu ne kadar inceltecek? Ya bizim amacımız ne? Kabuğu inceltmek mi, yoksa çatlatmak, kırmak mı? Kabuğu inceltmenin bu dünyadaki önemli misyonlardan biri olduğunun bilinci mi? Yoksa, onun kabuğunu borbardımana tutarken kendi kabuğumuzu taşlaştırmak mı?

Yorumlar

Bu güzel yazıyı daha yeni okuyabilmiş olmaktan dolayı epey hayıflandım.

Bu İnsan Kaynakları erbabını iyi tanıdığımı sanıyorum. Bana göre bu adamlar Pezevekler Kompratımanının Yolcuları listesinde yer alıyorlar (reklamcılarla birlikte). Bu hazretlerin bir çoğunun etkileyci konuşmacı olmaktan başka bir iş becerebildiğine şahsen tanık olmadım. Bunun için bir sürü özel kurslar, dersler alırlar.

Böyle konuşmalar milleti ağzı açık dinlemeye sevk eder ve böylece kafalarda aksi yönde münafıkça sorular oluşmasını gayet güzel engeller. Zaten konuşma son derece yapaydır (bir şov) ve anlatılanlar içerikten yoksundur. Amaçlanan söylenen bir kaç kelimenin insanların aklına kazınmasıdır. Hitler'in nasıl nutuklar attığını hiç izlemediniz mi? Zaten amaç kafalarda soru oluşması değil, oluşmuş soru varsa bu vesileyle silmek ve milleti gönüllü kölelik yolunda bir güzel gazlamaktır.

Benim böyle bir zata konuşmalarının içinin boş olduğu ve söyledikleri arasında ciddi iç tutarsızlıklar bulunduğu yönünde hafif yollu bir itiraz etmişliğim vardır. Fena halde madara olmuştu. Nutuk atma kabiliyetinin etkilendiğini görmüştüm.

Lâfa "hayat bir tiyatro" dur diye başladıktan sonra, daha sonra anlatılanların ipe sapa gelir bir tarafı olmadığını aklını biraz kullanabilen herkes bilir. Tiyatro izler gibi izleseydin keşke. Belki biraz eğlenirdin bile.

Size bir nevi Bethoven dinletmişler; ama sana pek uymamış gibi görünüyor.

Kamuran Kızlak - 29 Mart 2008 (15:56)

Yıllardır sorduğum bir sorunun cevabı burada gayet özlü bir biçimde var:

"Korkularımız, arzularımız, hayat enerjimizin düşüklüğü, zihnimizin tembelliği, maskemizin altına bakmamızı engelliyor."

Erich Fromm bunu şöyle anlatır:

"Çocuk, daha küçücükken annesinin ve babasının çelişkili davranışlarını çok erken farkeder. Ama aynı zamanda bu kişilerin kendi üzerinde oluşturduğu olası tehditi de algılar ve korkusu daha ağır bastığı için, yetişkinlerin çelişkilerini görmek yerine, onların davranışlarını içselleştirerek onlardan gelecek zarardan kendini korumayı seçer…"

Buna "sosyalleşme" de diyebiliriz.

Sonuç olarak:

"Ama daha sonraki yıllarda içindeki her şeyi farkeden kirlenmemiş çocuk (sağduyu diyelim) kendisinin de diğerleri gibi olduğunu görüp buna isyan eder. Bu iki farklı kişiliğin çatışmasından da ortaya nevroz dediğimiz salgın hastalık çıkar."

Bunu kim söylemişti, şimdi pek hatırlayamıyorum. Ama alttaki sözlerin sahibini hatırlayabiliyorum: Fikret Kızılok ve Bülent Ortaçgil…

"Karşılığı nevrozdur şu bizim uygarlığın
Depersonalizasyon…"

Necdettin Efendi - 11 Ağustos 2009 (10:42)

diYorum

 

Seyit Balkuv neler yazdı?

456
Derkenar'da     Google'da   ARA