Vaktiyle bir reklâm vardı. Önce biri çiçek yağını hacim göstergeli bir kaba boca ediyordu. Kap 100 değerini gösteriyordu. Sonraki karede yağda kızaran patatesleri görüyorduk. Ardından patatesleri kızartan yağ aynı kaba tekrar dökülüyor, bu kez 98 değeri görülüyordu. Fondan mutlu bir kadın sesi geliyordu:
"Bilmem ne yağları yüzde 98 rafine!"
Reklâmcıların işi, elimizi rafta duran çiçek yağı markalarından birine doğru götüren dürtüyü yakalamak elbette. Belli ki bu kez reklâmı yapılan ürünün, rakip markalara göre üstünlüğü gıdıklanmaya çalışılmış. Tanıtılan malın üstünlüğü "iyidir, hoştur, çok iyi kokar" gibi ölçülemeyen kıstaslardan ziyade elle tutulur, bilimsel verilere dayandırılmaya çalışılmış.
Yani "ölçtük, biçtik üstün olduğunu bilimsel olarak kanıtladık" denmek istenmiş. Bu mesajı verirken pek tabii ki ölçme metodunun gerçekten bilimsel olup olmadığının zerre kadar önemi yok. Burası er meydanı değil. Reklâmcı yaklaşımının, elindeki uyduruk malları ne pahasına olursa olsun satmaya çalışan, halıcı veya dericilerden pek farklı olduğunu zannetmiyorum. O yüzden esas önemli olan müşterilere bilimsel olduğu izlenimi uyandırmak. Bunun ne şekilde yapıldığı, gerçekten bilimsel olup olmadığının bu noktada pek önemi yok.
Ah keşke ölçme, sınıflandırma, sıraya sokma takıntısı sadece ayçiçeği reklâmcılarıyla sınırlı kalsaydı. Ama ne gezer. Maalesef iş dünyası da ölçmeyi, sınıflandırmayı, karekök almayı pek seviyor, hatta bayılıyor, dibi düşüyor.
Hele bilgisayar teknolojisinin marifetleri bu fetişizmin üstüne mum dikti. Fi tarihinde, insanî özellikleri matematik formülleriyle ölçmeye uğraşan bazı aklıevvel teorisyenlerin, kendilerinin bile tam emin olamadığı yarım yamalak çalışmaları, bilgi teknolojilerinin patlamasıyla insan kaynakları yazılımlarının içinde yerini almaya başladı. Bu yazılımlar meraklıları tarafından kolayca erişilebilir hâle geldi ve müthiş bir ilgi gördü. Adamı sandalyeden düşürecek rakamlardan, "Allah bereket versin" dedirten fiyatlara alıcısıyla buluştu.
İşin teorisine yine dönmek üzere benim başımdan geçen bir ölçme, biçme tecrübesinden bahsedeyim:
Çalışma hayatına ilk başladığım işlerden biriydi. İşletme henüz kuruluş aşamasında olduğundan ofisler geçici olarak iki farklı binada bulunuyordu. Ben, az sayıda elemanın bulunduğu küçük ofis binasında bulunuyordum. Büyük ofis binası üç dört dakikalık yürüme mesafesindeydi.
Bir gün yönetim "çalışan yetenek ve performans ölçümü" ile ilgili danışman bir firmayla anlaştığını ve yakında tüm çalışanlara bir dizi test yapılacağını bildirdi. Doğrusu ben pek umursamadım. Fakat şirkette küçük çaplı bir panik yaşandı. İnsanlar bir araya gelip ne tür bir teste tabi olacaklarını birbirine soruyor, testin sonuçlarının geleceklerini ve maaşlarını etkileyip etkilemeyeceğini merak ediyordu. Kimse söyleyemiyordu ama esas kaygı duyulan şey, test sonucunun kötü çıkması durumunda herkesin önünde utanç verici bir pozisyona düşme korkusuydu.
Nihayet danışman firmadan kara tayyörlü, beyaz gömlekli, donuk bakışlı iki bayan peyda oldu. Herkesi toplayıp ölçme sistemi konusunda bilgi verdiler. Önce Amerika'da bulunan telâffuzu zor bazı araştırma şirketlerinin ve bilim adamlarının isimleri verildi. Ardından şirketlerinin ne muazzam kâr yaptığından, hangi büyük firmalarla çalıştığından dem vuruldu.
Böylece hepimiz test sonuçlarının tartışılamaz olduğu konusunda ikna olduk. Buna rağmen bana bir kurt düşmüş olacak ki, "test sonuçlarının hata payı nedir" diye soracak oldum. Donuk bakışlılardan biri nefes almadan "hata payı on binde 98'dir" dedi. Aklıma yazının girişindeki çiçek yağı saflık testi geldi. "Neye istinaden" diye sorduğumu hatırlıyorum.
Yani test sonucunda bir insana "senin şu özelliklerin var sen böylesin" dedikten sonra bu yorumun doğru olup olmadığını neye istinaden yaptıklarını merak etmiştim. Öyle ya, "madem başka bir sağlama yöntemi var, niye onu kullanmıyoruz da bu testi yapıyoruz" demek istedim. Donuk bakışlı bayan bana "zırlayıp durma, bu sistem hâlihazırda şirketiniz tarafından satın alındı. Testi cevapla ötesine karışma" diyemediği için kibarca, telâffuzu zor başka kuruluş ve bilim adamları isimleri vererek konuyu kapattı.
Nihayet büyük gün geldi. Test formları çalışanlara dağıtıldı. Soru formu iki gruba bölünmüştü. Birinci bölümün başlığı "kendinizi nasıl görüyorsunuz" idi. Bu grupta "kendinizi başarılı görüyor musunuz, verdiğiniz sözü tutar mısınız" gibi bir dizi soru vardı. Her sorunun altında çoktan seçmeli şıklar vardı. "Evet kesinlikle, evet biraz, çok az" gibi şıklardı bunlar ve her soru için birini işaretlememiz isteniyordu.
İkinci bölümün ana başlığı ise "size göre başkaları sizi nasıl görüyor" idi. Sorular, birinci bölümdekilerle hemen hemen aynıydı ve aynı tarz cevap şıkları içeriyordu. Soruları bir çırpıda cevaplayıp sekreter arkadaşıma verdim. Bizim ofiste özellikle genç arkadaşlar arasında telâş ve panik zirveye vurmuştu. Herkes kafa kafaya vermiş en doğru cevabın ne olacağını birbirine soruyordu. Arada cesaret edenler benim cevaplarıma göz atıyordu.
Nihayetinde tüm formlar toplanıp danışman firmaya teslim edildi. Aradan birkaç gün geçti. Danışman firmadaki donuk bayanlardan biri telefonla beni aradı. Benim ve genç ambar memuru arkadaşım Mustafa'nın cevap formları bilgisayara girilince bilgisayar cozutmuş. Bizim cevaplarımız hatalıymış ve formu tekrar doldurulmamız gerekiyormuş.
Buyur buradan yak! "Verdiğiniz sözü tutar mısınız" gibi sorulara insan nasıl hatalı cevap verebilirmiş ki? Üstelik cevap olarak dört sayfa yorum yazmıyoruz ki, soru formundaki şıklardan birini seçiyoruz. Bu bir karakter ölçme testi değil mi? Tutarsız cevap veriyorsam, kişiliğim "tutarsız" olarak tespit edilebilir ama "verilen cevabın hatalı olması" nasıl oluyor, anlayan beri gelsin.
Donuk hanıma bunları anlattım. Ayrıca testi tekrar cevaplayacak olursam yine aynı cevapları vereceğimi söyledim. Bunun üzerine donuk hanım benim ve Mustafa'nın ikinci bölümü cevaplarken "size göre başkaları sizi nasıl görüyor" yerine "siz, sizin pozisyonunuzdaki diğerleri meslektaşlarınızı nasıl görüyorsunuz" bakışıyla cevaplamamı istedi.
"Yâ sabır" diyerek ikinci bölümü baştan doldurdum. Bu arada Mustafa'nın formunun neden reddedildiğini de öğrendim. Bizim ofiste toplanan cevap formlarını ana ofise Mustafa taşımıştı. Mustafa beni en eli yüzü düzgün adam olarak gözüne kestirmiş olacak ki, yolda benim cevaplarımdan kopya çekmiş, kendi formunu bire bir aynı doldurmuştu.
Bir hafta sonra donuklar sonuçları açıklamak üzere bilgisayar çıktılarıyla ofisimize geldiler. Tabii Mustafa'yla ben birer ucube mahlûkat olarak çıkmıştık. Şimdiki aklım olsa donukları bir güzel maskara ederdim. O zamanlar serde gençlik vardı, öfkemi kontrol edemeyeceğim endişesiyle, postamı koyamadım.
Şimdi okuyucular arasında "hah işte, yazarın böyle bir kuyruk acısı olmuş, bu yüzden bilimsel gerçekleri hasıraltı ediyor, çarptırıyor" diyenler çıkabilir. Derdimin bu olmadığını şimdilik satır arasında yazmış olayım ve "her şeyi ölçme, biçme" fetişistlerinin nasıl zıvanadan çıktığına dair kendimle alâkası olmayan başka örnekler vereyim.
* * *
Bir arkadaşımın çalıştığı fabrika, sipariş üzerine yaptığı imalâtın durumunu takip edebilmek için bilgisayar destekli bir sistem satın almıştı. Sistemin çalışma şekli şöyleydi: Öncelikle müşterilerin talep ettiği ürün için sisteme bir iş emri giriliyordu. Bu iş emri, imalâtı başlatacak ilk işçiye veriliyordu. Bu işçi önce depodan gerekli hammaddeleri alıyor, daha sonra iş emri numarasını ve kendi ismini yanındaki bilgisayara girip çalışmaya başlıyordu.
İlk işçi parça üzerindeki çalışmasını tamamlayınca bilgisayara işi tamamladığına dair bilgi giriyor ve parçayı sonraki imalât noktasındaki arkadaşına teslim ediyordu. İkinci işçi de, aynı birinci işçi gibi, parçayı aldığında ve bitirdiğinde sisteme gerekli bilgileri giriyordu. Parça bu şekilde on, on iki aşamadan geçiyordu. Böylece planlama bölümündeki mühendisler, her bir siparişin imalâtın hangi aşamasında olduğunu izleyebiliyor, müşterilerini bilgilendirebiliyordu.
Derken, planlama mühendislerinin aklına parlak bir fikir geldi. Hiçbir ilâve çaba harcamadan işçilerin verimlerini ölçebileceklerini fark ettiler. Çünkü sistemde aynı işi yapan farklı işçilerin, işi yapış süreleri zaten mevcuttu. Hemen bir çalışma yaptılar ve gerçekten de bazı işçilerin diğerlerine göre daha ağır çalıştığını gördüler.
Sevinç içinde ağır çalışan işçileri huzura çağırdılar. Hepsini adamakıllı haşladılar, hötlediler, zötlediler. Gerçektende kısa süre sonra işçiler arasındaki süre dengesizliği ortadan kalktı.
Ölçme sisteminin sağladığı mükemmel bir başarı hikâyesine benziyor değil mi? Aslında tam bir fiyasko! Çünkü işçiler bir araya gelip, en hızlı imalât süresi ile en ağır imalât süresi arasında makûl bir süre belirleyip herkesin kendini bu süreye uydurması konusunda anlaşmıştı. On binlerce dolar verilen sistem sağduyudan uzak bir "ölçme" mantığının kurbanı olmuş, toplam imalât süreleri kolay kolay onarılamayacak şekilde uzamıştı.
Ölçme fetişizmi sadece bize özgü bir şey değil, hatta tam tersi, aslında tüm ilişkilerini güvensizlik üzerine kurmuş Batı'nın alâmeti farikası. Bizimki, anlamsız, faydasız bir şeyin kötü bir kopyası, "Batı ne eylerse, güzel eyler" ezikliğinin küçük bir örneği.
Bakın, İngiltere hastanelerindeki ölçmeye meraklı aklıevveller hastalara müdahale süresini kısaltmak için insanlık adına ne kıymetli katkılarda bulunmuşlar:
İngiltere'de insanlar hastaneye gittiklerinde hastane personelinin bazen saatlerce kendileriyle ilgilenmediğinden yakınıyormuş. Gerçekten de yapılan araştırmalar hastaların şikâyetlerini doğrular nitelikteymiş. Bunun üzerine yöneticiler, hastalara ilk müdahale süresini kısaltmak için tedbir almaya karar vermiş.
İlk müdahale süresi ile ilgili hedefler belirlenmiş. Tüm hastanelerin bu süreyi kayıt altına alması sağlanmış ve hatta bu süreye orantılı, prim ve ceza sistemleri geliştirilmiş. Kısa süre sonra ülke genelinde inanılmaz bir başarı sağlanmış. Zira saatlerle ifade edilen ilk müdahale süresi dakikalara düşmüş. Fikir babaları büyük bir gururla sükse yaparken işin aslı ortaya çıkmış.
Hastanelerin çoğu sağlıkla ilgili herhangi bir eğitimi bulunmayan birkaç genç personeli işe almış. Bu elemanların görevi hastaneye bir hasta girdiği anda hemen yanına gidip adını soyadını ve şikâyetini sormak ve saati kaydetmekmiş. Böylece hastaya ilk müdahale yapılmış oluyormuş. Aslında hasta bu aşamadan sonra doktora ulaşmak için aynı eziyeti yine çekiyormuş, ama kime ne?
Memleketimizden başka bir örnekle devam edelim: Üretim verimini arttırmak adına, bilgisayar destekli bir sistem ile çalışanların tuvalette kalış süresini raporlayan fabrikayı duymuş muydunuz? Öyle ilgi görmüştü ki, "etik mi değil mi" diye Okan Bayülgen'in programına bile çıkmıştı. Hatta fabrika sahibi telefonla bağlanıp tuvalette kısa süre kalan dürüst elemanların sistemden çok memnun kaldığını söylemiş, sistemi göklere çıkarmıştı. Üniversitelerimizde Yüksek Taharet Fakültesi gibi bölümler olmadığı için bilim adamlarının görüşü alınmamıştı maalesef.
İnsanları ölçme sınıflandırama fetişizminin en kaygı verici kısmı suç takibi ile ilgili olan kısmı. Yıllar önce bir belgeselde pasaportunu havaalanında kaybeden bir adamın hikâyesini izlemiştim. Bu andan itibaren adamcağız yaptığı tüm iş başvurularında önce her şey yolunda gider gibi görünürken, son anda başvurusu reddedilir olmuş. Sonunda pasaportunun çalındığı ve çalan kişinin adamın ismini kullanarak bir dizi suç işlediği ve savcılıkta adamın kabarık bir suç dosyası olduğu anlaşılmış.
Adam iş bulabilmek için savcıdan imzalı, mühürlü, resmî bir belge temin etmiş. Belgede, adamın başında geçen tüm talihsizliklerden bahsediliyor ve kendisinin aslında hiç bir suç işlememiş, dürüst bir vatandaş olduğu yazıyormuş. Buna rağmen adamın tüm başvuruları reddedilmeye devam etmiş. Çünkü şirketler hâlâ "ya gerçekten yapmışsa, riske girmenin ne anlamı var" diye düşünüp adamın iş başvurusunu çöpe atıyormuş.
Şimdi son zamanlarda duyduğumuz haberlere göre, bir şirketteki elemanların gün boyu ne işle meşgul olduğunu ölçmek için çalışanların bilgisayarlarında kulandıkları programları, gezdikleri siteleri ölçen ve raporlayan yazılımlar icat olunuyormuş. Yine sağduyudan uzak binlerce yönetici inanılmaz paralar dökecek ve yine ölçüm sonucunda verimi düşük çıkmasından korkan yüz binlerce çalışan sistemi kandırmak için binbir takla atacak. İnsanlar hiç bir şeyi ifade etmeyen anlamsız raporlarla avunacak. Şirketler çuvalla para dökmelerine rağmen verim anlamında başladıkları noktanın gerisine gittiklerini fark etmeyecekler bile.
Yazıyı bu noktaya kadar okuma sabrını gösteren genç yönetici adaylarına naçizane tavsiyem şu olabilir:
İmalât makinalarınızın ne kadar ısındığını ölçün, ürününüzün enini, boyunu, ağırlığını ölçün. Şirketinizin kârını, zararını ölçün. Harcadığınız su, elektrik, yakıt miktarını ölçün. Ve bu ölçüm değerlerine göre veriminizi arttırmaya çalışın.
Fakat insanları ölçmek, hele hele ölçüm sonuçlarına göre onları yönlendirmek, yola getirmek sevdalarından vazgeçin. İnsanlar hakkında hüküm vermeniz için bilgisayar monitörlerindeki sayılara ihtiyacınız yok. Sağduyunuza, aklınıza ve yüreğinizin sesine güvenmeniz yeter. Bunları sık kullanın, çok çalıştırın ki, paslanıp körelmeye yüz tutmasın. Ayrıca insanların durağan bir ruh hâli taşımadığını, Nuri Bilge Ceylan'ın dediği gibi "insanların içinde bulunduğu şartlara göre çok farklı davranış biçimleri sergileyebileceğini" unutmayın.
Yönetici olarak anlamsız puantaj hesapları içinde kaybolmak yerine, uygun davranış biçimleri sergilemeye çalışıp, çalışanların içindeki cevheri gün yüzüne çıkarmaya çabalayın. İnsanlarda ve iş ortamında öyle olumlu gelişmeler olacak ki siz bile inanamayacaksınız.
Başkalarının ve kendinizin ne derece değerli, ne derece saygıdeğer olduğunu ölçmek için duygusal zekâ testi, müzik zekâsı testi, sosyal zekâ testi, rüzgâra karşı işeme zekâsı testi gibi formüllere kıymet vermeyin. Bu testten çıkan verilerin sağduyunuzun önüne engeller koymasına müsaade etmeyin.
Büyük filozof Nietzsche'nin "insanları sınamayın" sözünü hatırlayın. Filozoflar ağır geliyorsa, Bülent Ortaçgil bestesinde Sezen Aksu'nun "Beni Kategorize Etme" parçasını dinleyin. O da işimizi görür:
Matematikleştirme beni, çarpma, bölme
Toplama, çıkartma sakın beni, hesaplaştırma
Mekanikleştirme beni, otomatikleştirme
Yarıştırma sakın onla bunla, karşılaştırmaBen seni öyle sevdim, öyle sevdim
Ben seni öyle sevdim, böyle mi sevdim?
Nefis bir yazı! Tebrikler Seyit Balkuv! Sonsuz değişkenli toplum dinamiğini üniversitede öğrendiği üç beş formüle sığdırabileceğini zanneden ezberciler bu kadar güzel anlatılabilirdi. Kaleminize sağlık.
Krişna Yumurti - 29 Nisan 2009 (17:41)
Yazıyı okurken yıllar önce Bodrum'da yaşadığım bir anıyı hatırladım.
Birkaç arkadaş meyhane gibi bir yerde yiyor içiyoruz. Fakat masadakilerden bir tanesi önündeki şiş kebabın içindeki etleri sayıyor. Her bir et parçasının kaç lira ettiğini küsüratlarıyla falan hesaplanıyor, ahlanıyor vahlanıyor…
Sonra bizim tabağımızdakilerin birim fiyatlarını hesaplıyor. Sonra rakının her bir yudumunun kaç liraya geldiğini, hangi hızla içersek kaç para bölü saat edeceğini falan.
O hesapladıkça yediğim içtiğim her şey boğazıma diziliyor.
Sonunda tepki gösterdim: "Yav" dedim, "çok pahalı geldiyse seninkini de ben öderim. Ama lütfen ağzımıza attığımız her lokmanın fiyatını çıkarma, sinirim bozuluyor."
O andan itibaren masanın "kötü" sü ben oldum. Herkes beni kınadı.
Dışlanmanın ne demek olduğunu o akşam çok açık bir şekilde öğrendim.
Hasan Saka - 2 Mayıs 2009 (11:13)
Aslında baştakileri o duruma iten şey insanlarda vicdanın azalması. Maaş aldığı iş saatini köşede bucakta geçiştirmeye çalışan, iş zamanı bilgisayar başında internetten ve oyundan ayrılmayan işçiler de de suç az değil. İnsanoğlu suistimale çok düşkün, kısıtlamalar, kontrol olmazsa olmuyor bazen.
Ama tabii ki, işin suyunu çıkaran bosslar da çok.
Ps: Bu arada işveren değilim.:)
Elman - 2 Mayıs 2009 (23:17)
Bu ölçme takıntısı daha aile ocağında başlıyor. Anne ve babalar kendi çocuklarını başkalarının çocuklarıyla ölçüyorlar. Kendi "fedakârlıklarını" da başkalarının olumsuz davranışlarıyla kıyaslıyorlar. Çocuklarını ve diğer akrabaları başarılarıyla ya da itaatkârlıklarıyla ölçüyorlar. Çocuklar daha "agu" demeden her şeyin ölçülebilir ve alınıp satılabilir olduğunu öğreniyorlar.
Yetişkin insanlar istatistiksel rakamlara bilgece cümlelerden daha fazla rağbet ediyorlar. Firmalar satışa sundukları ürünleri "bu mamul şu kadar sattı, bu kadar hasılat yaptık" diyerek övüyorlar.
Erkekler, erkekliklerini penislerinin boyuna bakarak ölçüyorlar. Kadınlar da kadınlıklarını bel kalça göğüs orantısına bakarak.
Gerçekten de ölçme fetişizmi sağduyunun ve sezginin yerini alıyor. Verdiğiniz örneklerin hepsi de çarpıcı. Kaleminize sağlık.
Sezin Günertekin - 5 Mayıs 2009 (15:20)
Seyit kardeşim. Yazı muhteşem. Peki ama, sence iş hayatında, insanları bu şekilde ölçme biçme ve kategoirize işleri raslantı eseri öylesine yapılmış, bir kaç aklı evvelin işi mi? İş hayatının masum saçmalıkları mı?
Keşke öyle olsa. Hadi bi soru daha sorayım sana. Neden bu masum embesillikler batı mecraından çıkıyor? Batı bu kadar mı salak yani?
Bence hiç değil. Bu gerçekten çok üstün zekâlı birkaç kişinin işi. Ben buna insanları beyinsiz hale sokma projesi diyorum. Onlar gibi yazayım: İ. B. H. S. P.
Öyle alıştırdılar ki bizleri… Başarılar, başarısızlıklar hep bu sağduyudan uzak testlerle değerlendirildi. Ve bir robot haline gelindi. Matriks yani. Korku içinde yaşayan, tırsak robotlar gibi hem de.
Yani demem o ki, bu testler bitmeyecek.
Yavuz Bilgin - 8 Mayıs 2009 (12:10)
İnsanlar vicdan muhasebesi yapsın diye allah aklı vermiş ama aşırlığı yasaklamıştır. Ölçü başkalarına bakmak değil, başkaları sana baktığında ölçüyü anlamasını sağlamak. İsa peygambere sormuşlar "edebi kimden öğrendin" diye, o da edepsizlerden" (demiş). Çünkü ölçün senin hazinendir, hazineler boşa harcamak için değil, zamanında kullanmak içindir.
Mehmet Balkuv - 22 Mayıs 2009 (12:54)
Gittikçe "modern köleci topluma" daha çok benzeyen çalışma hayatının atmosferi ve son yıllarda ortaya çıkan "şirket tosuncukları" hakkında bir şeyler yazmak geçti aklımdan bir süre önce. Fakat, "Sahibinden, Kullanılmamış Vicdan" yazımda biraz sözettiğim bu konu hakkında daha etraflıca bir şeyler yazmaya nedense bir türlü elim gitmedi.
Sağolsun Ruhiyatçı üstad Christophe Dejours aşağıdaki yazısında "iş yaşamı"nın ciğer röntgenini bir güzel çekmiş. Seyit Balkuv'un bu yazısında söz ettiği o "ölçme" konusuna üstad yazısında epeyce yer ayırmış.
Etik Acı, Ruhsal Acı, Acıların İnsanı →
Kâmuran Kızlak - 24 Ocak 2010 (15:36)
Seyit Balkuv neler yazdı?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.