ODTÜ de çalışan bir Türk öğretim görevlisi Amerika' ya gitmiş ve orada bir üniversitede çalışmaya başlamış. Aradan birkaç hafta geçmiş, hoca bakmış ki, öğrencilerin bilgi düzeyi son derece düşük. Yetmezmiş gibi çocuklar alabildiğine şımarık ve derslere ilgisiz.
Hemen dekanın kapısını çalmış, heyecanla durumu anlatmış. Sonra da "sizi şimdiden uyarmak istiyorum. Bu sınıftaki öğrencilerin çoğu, hatta belki de tümü sınıfta kalacak" demiş.
Tecrübeli dekan, omuz silkmiş, hocayı sükûnete davet etmiş. Sonra "bakın" demiş, "Kendinize şöyle bir hedef koyun: Eğer o sınıftan istediğiniz kalitede tek bir öğrenci çıkartabilirseniz, bu bizim için yeterlidir. Zira o öğrenci üniversitemizde eğitmen olmaya adaydır. Diğerlerini önemsemeyin, geçirin gitsin."
Gerçekten de üniversite hayatına yakın olanlar Amerika'daki ortalama bir üniversitenin bilgi seviyesinin Türk üniversitelerine göre düşük olduğunu, Türk üniversitelerinde vasat olan öğrencilerin Amerika' da parlak öğrenci sınıfına girdiğini duymuştur.
Ben de üniversite hatta lise mezunlarından sık sık şu gibi serzenişler duyarım: "Yahu bize onca matematiği, fiziği niye okuttular? Hayatımızda hiç kullanmayacağımız son derece karmaşık matematik hesaplarıyla niye yıllarca çile çektik?"
Arthur Miller'in "Satıcının Ölümü" adlı romanında, kazanmak için "boyalı ayakkabı ve güler yüze" sahip olmanın yeterli olduğuna inanan, fakat hayatta bir türlü para kazanamamış başarısız bir satıcının hikâyesi anlatılıyordu. Satıcı oğlunu da etkilemişti. Oğlu da kolay yoldan para kazanmak istiyor, bu yüzden okulu sevmiyor ve fırsat buldukça okulu asıyordu.
Oğlunun başarılı ve iyi kalpli sınıf arkadaşı, satıcı babayı oğlunun matematik dersinde çok geri kaldığı, böyle giderse sınıfta kalacağı konusunda sık sık uyarıyor, ancak ne baba ne de oğlu çalışkan arkadaşı dikkate alıyordu. Tabii nihayetinde, hem satıcı babayı, hem de matematik dersini önemsemeyen oğlunu trajik bir son bekliyordu.
Şimdi dönüp bakınca görülüyor ki, "Satıcının Ölümü" romanı üzerinden hayli sular geçmiş. "Matematik ve fizik gibi karmaşık derslerin her öğrenci için gerekip gerekmediği" sorusunu pragmatik Amerikalılar kendilerine çok zaman önce sormuş ve ihtiyaca yönelik gerçekçi bir çıkış bulmuş.
Zaten bizim gâvurlarla aramızdaki en büyük fark bu galiba. İkimiz de aynı soruları soruyoruz. Onlar iyi kötü bir çıkış yolu buluyorlar, bazen beğenmiyor değiştiriyorlar, yine olmuyor ince ayar çekiyorlar. Bu arada biz ne mi yapıyoruz? Baştaki soruyu sormaya devam ediyoruz.
Galiba Amerikalıların yaptığı şey de sadece gerçekçi davranmak olmuş. Görmüşler ki, üniversite mezunların çoğu gerçekten de okulda öğretilen teknik bilgilerle hiç alâkası olmayan işler yapıyorlar. Örneğin pazarlamacı, sigortacı, denetçi, reklâmcı oluyorlar.
Öğrenciler mezun olup da bir şirkete girdiklerinde zaten yapılacak iş kendilerine en ince detaylarına kadar anlatılıyor. Ayrıca firmalarda yapılması gereken işler aslında son derece basit. İşe alınan kişi ne yapması gerektiğini kısa zamanda öğreniyor. Kişinin zamanla kendini geliştirmesi, işin tanımını tam olarak idrak etmesi ile değil, o işteki dinamikleri tanıyıp kendini onlara adapte etmesi ile mümkün oluyor.
Yani, örneğin işe yeni giren bir sigorta elemanı iş prosedürünü birkaç haftada öğrenebiliyor. Fakat aktif olarak sigorta satabilmesi için, müşterilere ne şekilde yaklaşmak gerektiğini, onları hangi hediyelerle kandırabileceğini, rakiplerin durumlarını, sigorta dünyasının kurallarını anlayıp bu mekanizma içinde kendine yer edinmesi gerekiyor. Yoksa okulda matematikten yüksek notlar alındığı için iyi sigortacı olunmuyor.
Peki, o zaman gerçekten de zarurî bir ihtiyaç olmadığı halde, firmalar bazı pozisyonlar için neden her zaman üniversite mezunlarını tercih ediyor? Üniversite uzmanlığı ile işin gerektirdiği uzmanlığın birbiri ile örtüşüyor olmasının gerçekte hiç mi önemi yok?
Tabii ki var. Örneğin yan sanayisi ile ilişkileri geliştirmek isteyen otomotiv sektörü için, temel mekanik bilgisine sahip makine mühendisi adaylar, eleman seçimi sırasında tercih sebebi olabiliyor. Ama bazı teknik uzmanlık alanlarını saymazsak, üniversitede edindiğiniz bilgiler, etkenlerden biri olsa bile, asla işe alınmanızın birinci sebebi değil.
Bence bunun birinci sebebi üniversite mezunlarının o pozisyon için işyerinde mevcut bulunan disiplin sistemine daha kolay uyum sağlayacak olmasıdır.
Bu disiplin sisteminin en önemli elementlerinden biri şirketin çalışma mekanizması ve otoritesi ile uyumlu hale gelmektir. Üniversite öğrencileri dört yıl boyunca hocalarının istedikleri şeyleri sabırla, uygun bir şekilde yapmayı, hocalarının suyuna gitmeyi iyi bir şekilde öğrenirler. Böylece işe girdiklerinde, hem yöneticilerle aynı frekansta iletişim kurabilirler, hem de işyerinde çıkıntılık yapıp düzen bozucu yollara teşebbüs etmezler.
Diğer unsuru, işe alınacak üniversite mezununun, tıpkı müdürü gibi, kendini farklı ve üstün bir statüde görecek olması, böylece diğer çalışanlar üzerinde otorite kurabilecek ve mevcut hiyerarşiyi destekleyecek olmasıdır.
Aslında üniversite diploması denen şey, ortak menfaatlerini korumak adına bir araya gelen diğer üniversitelilerin birbirine sokularak oluşturduğu ayrıcalıklılar kulübüne kabul pasaportunuzdur. Yoksa gerçek anlamda üniversite bitirmeniz sizi daha erdemli yapmaz. Ya da en azından üniversitelerin böyle bir amacı, böyle bir misyonu yoktur. Olsa olsa, mayanız müsaitse, belki biraz daha karizmatik olmanıza yardımcı olur
Amerikan üniversitesinden mezun genç bir bilgisayar mühendisi, "bana hiç kimse, hiç bir şirkette operasyonel bir iş yaptıramaz" demişti. Yani "programcılık, sistemdeki bir hatayı giderme, bilgisayar kurulumu" gibi işlere elini sürmeyeceğini söylüyordu. Çünkü Amerikan sistemine göre üniversite disiplininden geçmiş yöneticiler ve yönetici adayları sadece yapılan işleri denetler ve rapor eder. İşi yapanlar, adı üstünde, işçilerdir, asla yöneticiler değil.
Gerçekten de mezunların çoğunu bekleyen böyle bir gelecek için, üniversitelerin gereksiz bilimsel malumatla öğrencilerin kafasını şişirmesinin, onları sıkıntıya sokmasının hiç bir makul mantıklı sebebi görünmüyor. Üniversiteler de pazar ihtiyacına uygun eleman üretirken bu durumu göz ardı etmiyor. O yüzden acemi ve idealist Türk hocanın tersine, tecrübeli dekan öğrencilerin hâl ve gidişinden hiç bir endişe taşımıyor. Tam tersi işlerin yolunda gitmesinden mutluluk duyuyor.
Öyle ya, üniversiteye giden gençler mutlu; çimenlerin üzerinde oturuyor, karşı cinsle sohbet ediyor, aşk, meşk yaşıyor. Üniversite yönetimi mutlu; bol öğrenci geliyor, böylece bol para kazanıyorlar. Üniversitede çalışanlar yüksek maaşlar alıyor, ayrıca üniversite hayatı civardaki ekonomiyi de kendince canlandırıyor. İş dünyası da dört yıllık üniversite üretimin meyvelerini topluyor, ihtiyacı olduğunda yeni mezunları kâhya kontenjanından bünyelerine katıyor. Yani onlar da mutlu oluyor.
Dalga geçmek, küçümsemek için yazmıyorum. Kaldı ki bu mekanizma çalışıyor, bir sanayi doğuruyor, insanlara iş imkânı yaratıyor, onlara daha iyi bir hayat sunuyor. Hem üniversiteler, hem şirketler kârlı müesseseler olarak ekonominin dişlilerini döndürüyor.
Ben sadece resim çekmeye ve işin içyüzünün ne kadar basit ve anlaşılır olduğundan dem vurmaya çalıştım. Genç mezunlar, giriş barajını geçip, bir çuval para dökerek üniversiteden mezun olduklarında, kendilerine tuhaf bir azamet payesi biçmesinler, her boyutuyla olan bitenin farkında olsunlar istedim.
Bence üniversite diploması sahibi olmakla ayrıcalıklı zümre pasaportuna sahip olma tesbiti kısmen doğru, çoğu meslekte fırsat eşitsizliğinin yarattığı bir çeşit modern kast sistemi var.
Ancak üniversite müfredatına "bunlar hayatta ne işimize yarayacak" şeklindeki klişe yaklaşım sığ kalıyor.
Avrupa ve Amerika'da 4 yıllık bütün okullara "üniversite" denmiyor. Yazarın bahsettiği düşük seviyedeki öğrencilerin okuduğu okullar bizdeki yüksek okulların muadili denebilir.
İyi amerikan üniversitelerinin ise öğrenci seviyesi ise hiç de Türk öğrencilerden aşağı değil; orada da liseden itibaren gerçek hayatta hiç işe yaramayacak matematik, kimya gibi konularla uğraşan insanlar var. Ve bu insanlar doğal olarak operasyonel işlerde çalışmak istemiyor, çünkü üretilen katma değer düşük olduğu için maaşlar düşük ve iyi bir donanıma sahip oluğunu düşünen insan doğal olarak operasyonel işlerde çalışmak istemez.
Ayrıca yazar kusura bakmasın ama "işi yapanlar" işçiler falan değildir. Gelişme için işçi yeterli olsaydı yüzbinlerce bilgisayar programcısı olan Hindistan Amerikalıların angarya işlerini yapmak yerine büyük bir yazılım üreticisi ülke olurdu. Ayrıca lise veya üniversite müfredatının gereksiz bilgilerle dolu olduğunu iddia etmek için bir de dünyada bu eğitimlerin içeriğini bilmek gerekli. İngiliz, Amerikalı, İtalyan ve Alman meslektaşlarımdan öğrendiğim kadarıyla onlar da fizik, matematik, teknik resim gibi gündelik hayatta hiç işe yaramayan şeyler öğrenmişler…
İşin işte öğrenileceği konusundaki klişe yaklaşıma gelince; dünyada her meslek sigorta satış işi gibi sadece çalışarak öğrenilebilecek türde (yani operasyonel türde) değil. Bu görüş Türkiye gibi yalnızca ithalat, fason üretim ve yabancıların mümessillği gibi işlerin yapıldığı gelişmemiş ülkelerde geçerli. Gelişmiş ülkelerde stratejileri, yönetimsel kararları ve yeni uygulamaları gereksiz bilimsel konulara kafa patlatmış insanlar yapıyor, işçiler veya teknisyenler değil.
Uzun lafın kısası, üniversite müfredatının zaten "gereksiz bilimsel konularla" dolu olması gerekir. Türkiye için bu kadar çok üniversite gerekip gerekmediği, veya hangi üniversitede eğitimin hakkıyla verildiği ayrı bir konudur, ancak üniversite eğitiminin içeriği bütün dünyada benzerdir.
Yazarın üniversite öğrencilerine ve mezunlarına yönelik "dört sene kızlarla vakit geçirip okulu bitirince kâhya olurlar" yaklaşımı ise genelleme ve önyargıdan başka bir şey değil. Herhalde daha hiç iyi bir üniversiteden mezun olup ileri seviyede ve karmaşık bir iş yapmaktan keyif alan hayatından memnun birisiyle tanışmamış; üniversite mezunu algısı işletme mezunu sigortacılar veya kimya mühendisi ilâç pazarlamacılarıyla sınırlı kalmış.
Mehmet Kılınç - 21 Temmuz 2008 (01:31)
Bence diğer birçok organizasyonlar gibi üniversiteler de bazı idealist prensipler üzerinden yola çıkılarak inşa ediliyor. Ancak teoriden pratiğe geçildiğinde bu prensipler bazı deformasyonlara uğrayabiliyor. Çıkar dengeleri, pazar talepleri, önemsenmeme endişesi, egolar, korkular, ülkelerin dünya politikası ve daha başka birçok 'dünyevî' faktörle, prensipte o idealist fikirden temel alan ama derinlemesine bakıldığında bazen o fikirle pek örtüşmeyen organizmalar oluşabiliyor.
Bu organizmalar içinde yer tutanların oluşan deformasyonu kasten görmezden gelmesi, vicdanın kabullenmekte direndiği rahatsızlık veren kokuları, meslektaşları ile omuz omuza verip, idealizm kalkanı ile savuşturmaya çalışması bana "oğlum sen padişah olmuşsun ama adam olamamışsın" anekdotunu anımsatıyor. Benim yazımda vurgulamak istediğim şey buydu.
Yoksa (bu anekdotla) ne sizi kastediyorum, ne de size karşı çıkmış olmak için de yazıyorum. Zaten siz her ne kadar yazdıklarımın pek çoğu ile hemfikir olmasınız da "muhatap almam" tavrı yerine "dokunuyor" olmanız itibarıyla duyarlı olduğunuzu gösteriyorsunuz.
Ülkenin entelektüel sınıfı olarak benim üniversitelilerden beklediğim, kaptığı köşesine ve öğretim hayatında edindiği imgelerine yapışıp, saf tuttuğu kalesinden ötekilere karşı ödünsüz müdafaa ve yola getirme psikozuna girmektense olgunun bütününün eksiksiz farkında olmalarıdır. Zira gerçekçi bir durum tespiti yapılmadan ne toplumların ve de bireylerin yol alabileceğine inanıyorum.
Seyit Balkuv - 23 Temmuz 2008 (10:11)
Aslında bir kitap konusu olması gereken sorunlar bunlar, üniversitelerimizin ve Dünya üniversitelerinin sorunları.
Kitap konusu olacak kısımlara pek dalmadan, kendi disiplinimle (mühendislik ve uygulamalı bilimler) ilgili birkaç noktaya değinmek istiyorum.
Matematik, fizik… Gibi temel bilim derslerinin ve bunlar gibi öğrencilerin "Öff, ne işimize yarayacak bunlar?" şeklinde yorumlar yapmasına sebebiyet veren diğer bilumum derslerin asıl sorunu, kanaatimce, öğrencilerin bu sorularına tatminkar bir cevap veremeyişleridir.
Elektronik Mühendisliğinde okuyan öğrenciyle Endüstri Mühendisliğinde okuyan öğrenciye aynı Matematik hocasının aynı üslup ve yaklaşımla ders anlatması, hocanın öğrencilere dersin veriliş amacı ile ilgili en ufak bir ipucu ve bilgi sunmaması/sunamaması, dersin içeriğiyle gerçek hayattaki problemler arasında tutarlı mantıksal bağlar olduğunun (eğer varsa) öğrenciye anlatılamaması… Gibi bir çok eksiklik dersin öğrenci için anlamsızlaşmasına sebep oluyor.
Gerçek hayattaki pratiğin, sağlam bir teorik arka planla desteklenmesi de bence çok önemli. Diğer türlü, kişiler çalışma ortamlarında görerek edindikleri becerileri şuursuzca uyguluyor, daha önce görmedikleri bir sorunla karşılaştıklarında ise tökezliyorlar. Teoriyle desteklenen pratiğin önemi burada ortaya çıkıyor.
Yazarın Amerikan Üniversiteleri konusundaki görüşlerine tam katılamıyorum. Öyle olsaydı AT&T gibi bugün kullandığımız birçok teknolojinin doğum yeri olan bir kurum ve niceleri ABD'de doğmazdı…
Ahmet Ardal - 29 Temmuz 2008 (01:02)
Bugün kullandığımız birçok teknolojiye zemin hazırlayan, birçok bilimsel buluşun ve dünyaca kabul edilmiş binlerce standardın altına imzasını atan ve dolaylı olarak hayatımızı değiştiren bu kurumlar ABD'de Amerikan üniversitelerinden yetişen bilim adamlarıyla yollarına devam ediyorlar.
Tam tersine, bizim üniversitelerimizde temel bilim derslerinin amaçları da kavratılarak çok iyi öğretildiği gerçeği doğru olsaydı, biz de muhtemelen bu çapta büyük AR-GE kuruluşlarına sahip olurduk.
Microsoft'tan yazılım sertifikası alınca "Computer Scientist" olduğunu zannedenler maalesef bizde var, bir Linux dağıtımı geliştirip Türk İşletim Sistemi yazdık diyenler de maalesef bizde (bkz. Pardus).
Hal böyleyken, üniversite eğitimini fasoncu piyasaya teknolojiyi sadece kullanan, ona bir şey kat(a)mayan elemanlar yetiştiren bir mekanizma gibi düşünürsek tabi ki temel bilim dersleri gereksiz ve angarya olur.
Ama şunu da unutmamak gerekir ki Matematik, Fizik, Kimya kullanmaksızın bir Intel işlemcisi tasarlayıp imal edemezsiniz.
Burada anahtar soru şu: Kaliteyi yükseltip, yoğun azim ve çaba ile gerçek bilimadamları ve mühendisler yetiştirip teknoloji ve bilimi yönlendiren bir ülke olmak mı istiyoruz; yoksa düşük kaliteyle, az emek sarfederek, teknolojiyi ithal eden, kullanan, dışa bağımlı, gelişmiş ülkelerin fason imalât çöplüğüne dönmüş bir ülke mi olmak hayalimiz?
Kanaatimce, ancak kaliteyi yükselttiğimizde ve üniversite eğitimini amaçlı, hedefli hale getirdiğimizde anlarız temel bilimlerin önemini…
Ahmet Ardal - 29 Temmuz 2008 (01:36)
Arthur Miller'in "Satıcıın Ölümü" adlı eseri bir tiyatro yapıtıdır. Öncelikle. Ama bunun dışında yazınıza bütünüyle katılıyorum. Çok önemli bir gözlem ve tespit. Yüksek Okul düzeyindeki sanat okullarının (özellikle sahne ve gösteri sanatlarının) çoğu için de geçerli dedikleriniz.
Sanat okullarında da bir "iç piyasa" var mesela. O iç piyasanın disiplininden geçiliyor. Ordan geçenler 'sanat sever'e ulaşıyor. Sanatın nasıl sevileceği, neyin güzel olduğu da zaten o iç piyasa tarafından sanat sevicilere dikte ediliyor.
Yüksek sanat eğitimi evrensel ve yerel renklerin çözülemlendiği, değerlendirildiği bir eğitsel süreçten çok, ustaya, abiye, resmiyete, resmiyette saklı/açık hiyerarşiye boyun eğme sürecidir. Şu sanat okulundan, bu güzel sanatlar fakültesinden veya x konservatuarından mezun olmak etiketseldir.
Cüneyt Uzunlar - 7 Ağustos 2008 (10:36)
"Bu bilgileri neden öğreniyoruz? ", "Hayatta neyimize lâzım olacak?" sorularını ben de sormuş ve sonra büyüyünce neye yaradığını anlamıştım. Öğrendiğimiz her bir bilgi ya da konu diyelim, bir sonraki kapıyı açabilmemize yarıyor. İlle de hayat demek okullar sonrasındaki iş yaşamı demek değil. Hayat, yaşadığımız her dakikayı içine aldığına göre o ortaokul zamanlarındaki aldığımız bilgiler sonrasındaki kapıları açmaya yarıyor. Bir mühendisin matematik bilmesi mesleği için ne kadar gerekli ise, rasyonel düşünme eğitimini alması için de gereklidir. Kısacası, öğrenilen her bir bilgi bir sonraki aşamanın ya da aşamaların basamaklarıdır diye düşünüyorum.
Bu arada, şu yaşadığımız modern zaman hayatlarımızda ne yazık ki sadece 4 yıllık fakülte mezunu olmak da işe yaramıyor. Bir konuda uzman olmak gerekiyor. Üniversite mezunlarının sadece 4 yıl okula gidip gelmesi dışında mecburi olmayan bizzat kendi istek ve çabalarıyla stajlar yapmaları da gerekiyor. Bilginin kazanılmasından ziyade onun bizzat uygulanma imkânı bulması ile yapılan iş değer kazanıyor.
Bu arada, Amerikan üniversitelerinde ise öğrenciler epey zorlanıyor. Disiplinli bir şekilde çalışıyorlar. Bu elbette kaliteli eğitim veren üniversiteler için geçerli. Diğer bir neden ise borç harç içinde binlerce dolara mal olan eğitimlerinin hakkını vermek için nefes bile almıyorlar. Çünkü mezun olduklarında yeni işlerinde epey bir süre boyunca 4 yıllık okul paralarını geriye ödeyecekler daha.
Alper Uzun - 18 Ağustos 2009 (17:29)
Seyit Balkuv neler yazdı?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.