Tüketim yapılası bir şey midir, tu kaka mı?
Terazinin bir kefesine yaşamak için gerekli olan zaruri ihtiyaçların dışında mümkün olduğu kadar bir şey tüketmeyen bir zihniyeti oturtun, diğer kefesine de olabildiği kadar çok tüketmeyi. Değişik haberler, kitaplar, köşe yazıları okudukça terazinin kefeleri arasında gidip geldiğim oluyor. Fakat doğrusunu söylemek gerekirse net bir fikre ulaşmış değilim. Ben sosyolog, gelecek bilimci, bilim adamı falan değilim. Öyle tuğla gibi kitapları bir gecede deviren kitap kurtlarından da değilim. Zaten okuduklarımı çabuk unuturum, fil hafızam yok. Sadece aklıma takılan bu iki karşıt fikri derlemeye çalıştım, tabii kendi çapımda.
Önce terazinin "tüketin" tarafına kaymama sebep olan düşüncelerle başlayalım.
Sosyologların ve hatta gelecek bilimcilerin şöyle bir tezi var: Diyorlar ki, toplumların yönetilme şekillerini belirleyen en önemli etken, o toplumdaki ekonomik dinamiklerdir. Yani, örneğin ortaçağda halkın bir otoritenin diktası ile yönetilmesinin sebebini, ekonominin tarıma dayalı olmasına bağlıyorlar.
Tarım, büyük ailelerin bir arada olmasını gerektiriyor ve bol miktarda kas gücüne ihtiyaç duyuyor. Tarımla uğraşan toplumun seyahat etmesi de gerekmiyor. Doğduğu topraklarda yaşayan, büyüyen, sonu gelmeyen tarım hayvancılık işlerini ölünceye kadar yapan, tüm bunlara şikayet etmeyen ve mümkün olduğu kadar çok üreyen bir toplum gerekiyor. Ekonomi tarıma endeksli olduğundan daha çok toprak sahibi olan kalabalık toplumlar güçlenmiş addediliyorlar.
Tabii gücü arttırmanın en kestirme yollarından biri savaş yoluyla başkalarının topraklarını zaptetmek. Fazla nüfus ihtiyacının sebeplerinden biri de bu kuşkusuz.
Böylece sezgisel olarak görebileceğimiz gibi bu dinamiklere sahip bir toplumu yöneten gücün, tabandaki bu tekdüze, yorucu ve sıkıcı hayatı idame ettirici yönde olması lazım geliyor. İktidar çiftçilerin ürettiklerinin bir kısmını vergi olarak alıyor ve yeni topraklara sahip olmak için erkek çocukları savaşa gönderiyor. Tüm bunları yaparken tabandan bir itiraz duymak istemiyor. Hiç şüphesiz bunun en kestirme yolu dikta ile korku salmak.
Böyle bir toplum için tüketim demek sadece hayatta kalmak anlamına geliyor. Çifçilerin daha çok tüketiyor olmasının yönetim kademesi için bir anlamı yok. Hatta kaynakların azalması anlamına geldiği için desteklenmiyor. Tüm bu zorluklardan ortaya çıkan değer ve konfor, toprak ağaları, derebeyleri ve daha tepedeki güç odakları gibi son derece küçük bir grup tarafından bölüşülüyor.
Derken, Avrupa'da aydınlanma ve sanayileşme dönemi başlıyor.
Tarım döneminin palazlanmış derebeyleri artık bu sömürü düzeninin kahyası rolünden fazlasını istiyorlar. Makinaların gücünü keşfediyorlar, çok sayıda makina ve insanları bir araya getirip seri üretime başlıyorlar. Sanayideki bu hareketlilikle birlikte bir aydınlanma ve özgürlük hareketi de beraberinde geliyor.
Burada da önemli bir detayı atlamamak gerekiyor: Birçok düşünüre göre, aydınlanma ve özgürlük hareketinin motoru sanayileşme. Yani esas olarak ekonomi sanayileştiği için özgürlük hareketi oluşuyor (tersi değil). Çünkü sanayileşmiş ekonomi artık eskisi gibi toprak çapalayıp hayvan güden ve sadece kas gücüne sahip olan bir topluma ihtiyaç duymuyor. Çünkü böyle bir toplum ne fabrikalarda ihtiyaç duyulan teknik işleri gereken özenle yapabilir, ne de (belki daha önemlisi) sanayicinin ürettiği malları satın almaya ilgi duyabilir.
Dolayısıyla sanayici fabrikasında değişik hiyerarşideki çok sayıda insanla sorun çıkarmadan çalışacak, iş disiplinine uyum sağlayacak, destekleyecek, bir yandan bir makinanın bir parçası gibi çalışacak otomatizma içinde, öte yandan görece hür düşünceli işgücüne ihtiyaç duyuyor.
Böylece bu işgücünü yaratacak eğitim kurumları oluşuyor ve babalarının tüm hayatı kazma sallamakla geçmiş bir neslin çocukları kendilerini okul sıralarında buluyor. Ayrıca büyük bir ailenin tüm bireylerinin yakın fabrikalarda işe alınması mümkün olmadığı için, büyük aileler çözülüyor ve anne baba ve çocuktan oluşan çekirdek aile tipi oluşuyor.
Sanayileşmeyle birlikte servet paylaşımı tarım toplumuna göre nispeten daha adaletli oluyor. Zengin orta sınıf artıyor, işçi kesimi köylülere göre hem artıyor hem zenginleşiyor. Orta sınıfın zenginleşmesi ile üst iktidarın orta ve alt kesime karşı baskısı azalıyor, onlara daha fazla değer verme durumunda kalıyor.
Demek istediğim, bu iki döneme yukarıdan bakıldığında gerçekten de toplumun büyük bir kesiminin olumladığı bir değişim olmuş gibi görünüyor. Ve yine öyle görünyor ki bu değişimin sağlayan unsur insanlardaki tüketim arzusu. Çünkü insanlar tüketim eğiliminde olmasalardı sanayileşme hamlesini gerektirecek bir etken olmayacaktı. Günümüzde halen tüketim ihtiyacını baskı ile yok etmeye çalışan ve belli ki o eski tarım toplumu zihniyetini idame ettirmeye çalışan diktatörlerin halkına yaptığı zulümleri görüyoruz.
Terazinin karşı kefesine kaymadan önce bu fikirde biraz daha ilerleyelim. Yine bu işlere kafa yoran düşünürler inanıyorlar ki, her ne kadar tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş görece bir aydınlanma hareketini getirse de aslında sanayi toplumu demokratik bir yönetim tarzını gerektirmiyor. Çünkü söylediğimiz gibi fabrikalarda çalışan işçilerden beklenen şey, bir robot gibi aynı işleri sürekli tekrarlamak. Sanayi toplumu, tarım toplumları gibi kraliyet tarzı yönetim şekli gerektirmese de, bürokrasinin ağır bastığı görece özgür fakat halen otoriter bir yönetim tarzı gerektiriyor. Devlet yönetimi aşamasından bakarsak halkın katılımcı olduğu ve iktidarın değişken olduğu bir yönetim şekli yani cumhuriyeti gerektiriyor.
Ne var ki, sanayi toplumları demokrasi insan hakları gibi konuları öne çıkaracak bir yapıya sahip olmadığı için bu unsurlar kök salamıyor veya sadece başlangıç seviyesinde kalıyor.
Bu fikri savunanlara göre demokrasi ve insan hakları gibi erdemler yine tüketimin artışı ile kıymet kazanıyor, hayata geçiriliyor. Şöyle ki; sanayi devrimi ile hayatı kolaylaştıran araçlara sahip olan tüketici bir sonraki aşama olarak hizmet sektörüne ve kişiye özel araçlara ilgi duyuyor. Örneğin seyahate çıkmak isteyen insanlar ilgi alanlarına göre çok farklı rotalar çizebiliyor ve seyahat şirketleri bu taleplere cevap vermeye çalışırken yönetim ve operasyon aşamasında entellektüel elemanlar çalıştırmak durumunda kalıyor.
Birçok otomobil şirketi müşterileri için otomobil sipariş aşmasında kül tablası olup olmamasından, döşeme kumaşı ve desenine kadar yüzlerce değişik opsiyon sunabiliyor ve müşteri ihtiyacına göre yapılan özel imalat araba bir kaç gün içinde sahibine teslim edilebiliyor. Ve tıpkı yukardaki örnekte olduğu gibi tüm bu operasyonlar zeka, estetik, entellektüellik ve hatta kuvvetli insan ilişkileri gibi ihtiyaçları beraberinde getiriyor. Bu özellikler de ancak insanların fikirlerini açıkça beyan edebileceği hür, demokratik ortamlarda filizlenebiliyor.
Tüm bu fikirlerin mıh gibi doğru olduğunu iddia etmiyorum. Örneğin, tarih boyunca oluşan bu farklı sistemlerinin daha ağırlıklı olarak egemen güçlerin baskı ve sömürü düşüncesiyle şekillendiğine inanan düşünürler de var. Onlara da hak vermekle beraber yukarıda anlatılmaya çalışılan fotoğraf bana çok da aykırı gelmiyor. Zira sömüren ve sömürülen kesimleri zalim ve mazlum olarak bıçak gibi ayırmak da bana çok doğru gelmiyor. Çünkü bazen en bıçkın sosyalistler varlıklı ailelerden çıkarken bazen de hayatı sömürü içinde geçmiş fakir biri, bir şekilde para ve güç sahibi olur olmaz başkalarını sömürmenin yolunu arıyor.
Uç örneklerle konuyu saptırmak istemiyorum, fakat günümüzde zengin olsun fakir olsun insanların çoğunun mayası kaynakların adaletli bölüşülmesinden ziyade voliyi vurup servetini artırma yönünde olduğunu görüyorum.
Şimdi gelelim terazinin diğer kefesine. Bu kefedeki görüş, dünyanın bugün içinde bulunduğu kötü durumun tüketim çılgınlığından kaynaklandığına inanıyor. Mutluluk ve barış içinde yaşayan bir topluma ulaşmak için kaynakların daha adil dağıtılması gerektiğine ve bunun için de tüketim çılgınlığının önüne geçilmesine, zaruri ihtiyaçlar dışında tüketim yapılmaması gerektiğine inanıyorlar. "Çünkü" diyorlar, "dünyanın kaynakları, tüm dünya vatandaşlarını mevcut refah standartlarına göre yaşatmaya yetecek kadar değil" .
Meselâ tüm dünya insanları Amerika'da normal sayılacak hayat standartında yaşayacak olsa dünyanın kaynakları 10 gün içinde tükeniyormuş.
Eğer bu doğru ise, demek ki matematik olarak böyle bir şey mümkün değil. Ve bu durumda refah içinde yaşamanın olmazsa olmaz kuralı sefalet içinde yaşayan başka bir toplum oluyor. Böylece, refah içinde yaşayan bir azınlık ve yokluk içinde yaşayan çoğunluk dünyanın kaderi haline geliyor.
Bu durumda refah içinde olan insanlar hayat standarartlarında herhangi bir fedakarlık yapmayacaklarından, hatta refah seviyelerini daha da arttırma eğiliminde olduğundan, bu düzeni desteklemiş oluyorlar. Yani satın aldıkları her mal ile, yedikleri her yemekle, yaptıkları her seyehatla dünyanın diğer tarafındaki korkunç bir sefaletin kaderini perçinliyorlar.
Önceki tezde tüketimin sanayileşmeye sebep olduğunu, bunun sonucu olarak iktidarın savaş çıkarma ve kısa yoldan toprak sahibi olma hevesinin azaldığından bahsetmiştik. Zira sanayileşmiş ülkelerin gücünü arttırması için yüzölçümü arttırımı artık fazla bir şey ifade etmiyor. Dünyanın en zengin şirketleri için ülkelerinin sahip olduğu toprak alanının artık hiç bir önemi yok. Çünkü globalleşme tüm dünyayı tek pazar haline getiriyor ve milyon dolarlar bir engel tanımadan dünyanın bir ucuna dizgininden kurtulmuş boğalar gibi savruluyor. Ve bu tezin sahipleri artık zaferlerin bu yolla kazanılmakta olduğu için toprak arttırma uğruna ateşli silahlarla yapılan savaşların tarihe karışacağını dile getiriyor.
Gelgelelim karşı tez olarak durumun pek de böyle olmadığı görülüyor. Çünkü, manifestoları "tüketin" olan gelişmiş dünya ülkelerinin ekonomik durgunluk dönemlerinde gözü dönüyor ve bu uğurda savaşmaktan çekinmiyorlar. O saldırgan ülkelerin vatandaşlarına da şahsi servetlerini zedelememek adına bu zulümü yapanlara oy vererek onları iktidara taşımak düşüyor.
Zira savaş her ne kadar modern dünya devletleri için bir kazanım olmaktan çıkmış gibi görünse de, hem bir sanayi doğuruyor (ve tüketim fikrini destekliyor) hem de zaptedilen yerlerdeki petrol gibi kıymetler üzerinde hakimiyet kurulumasını sağlıyor.
Ayrıca çözülme ihtimali olan tüketim toplumunu psikolojik olarak bir arada tutuyor. Böylece zaten tüketim arttırıcı reklam bombardımanıyla paralize olmuş insanların manevi değerleri de gıdıklanmış oluyor. Globalleşmenin savaşı azaltmadığını hatta arttırdığını savunanlar, aynı zamanda modern dünya egemenlerinin, ekonomi çarkına dahil olmamış insanları görmezden geldiğini, onları diktatör işkenceleri, açlık, iç savaş gibi dertleriyle başbaşa bıraktığını düşünüyor ve tüm bunlar ateşli silahlarla yapılan savaştan daha fazla bir yıkıma sebep olabiliyor.
"Tüketimi frenleyin" diyenlerin bir diğer gerekçesi de dünyanın içinde bulunduğu global iklim anormalliği. Zira dünyanın ısınması, karbon emisyonu, hava kirliliği gibi istatistikler son yüz yılda hele hele son 50 yılda on bin yıllık doğal iniş çıkışları altüst edecek şekilde, inanılmaz bir yükselme eğilimi içinde. Şakası yok, global ısınma ciddi bir şekilde tüm dünyayı tehdit ediyor. En dehşetli deprem ve tsunamilerin verdiği yıkım global ısınmanın meydana getireceği yıkım yanında sinek vızıltısı gibi görülüyor.
Tabii tüm yapıyı tüketim üzerine kurmuş büyük devletler yöneticileri ve halkı bu gerçeği görmeme eğiliminde. Ne var ki, maalesef dünya koca bir duvara doğru son sürat yol alıyor ve yaptığımız her tüketim onun ivmesini biraz daha arttırıyor.
Kişisel aydınlanma düşüncesi ve felsefesi de tüketimin elden geldiğince azaltılması gerektiğini savunuyor. Zira tüketim alışkanlığında olan bir zihniyet maddeye aşırı bağlanıyor. Maddeye bağlılık ve maddeye sahip olma arzusu, doğal olarak ondan mahrum kalmak korkusunu da beraberinde getiriyor. İnsan zihini bu korkuyu yenmek için türlü güvenlik önlemlerine baş vuruyor ve böylece maddeye daha da bağlanmış oluyor. Bir kısır döngü şeklinde iç çatışmalardan, huzursuzluktan, öfke ve hiddetten kurtulamıyor. Böylece içindeki sevgi enerjisini, cevherini köreltiyor, karartıyor onu ulaşılamaz hale getiriyor.
Oysa aydınlama için insanın içinde bulunduğu bu durumu önce idrak etmesi gerekiyor. Sonra da o cevheri kapatan örtülerin yok oluşunu izlemek gerekiyor. Fakat madde tutkusu yüzünden kafasında büyük bir uğultuyla dolaşan zihnin bu yola girmesi imkansız gibi görünüyor.
Netice, bu fikirlerin tümü bana makul, mantıklı görünüyor. Yani Nasreddin Hoca'nın "hanım sen de haklısın" dediği gibi, bu iki karşıt düşünce de kendi içinde tutarlı gibi görünüyor.
Belki şöyle bir kulp takılıp bir çıkış noktası bulunabilir:
Acaba, eski ilkel dönemlerde tüketim araçlarından yoksun, maddi ve manevi sıkıntılar yaşayan insanoğlu, önce tüketim sayesinde bazı aydınlanmalar kazanıp, ardından tüketim alışkanlığından vazgeçerek aydınlanma yolunda ilerleme kaydetmek kaderinde mi?
Tüketim çılgınlığı bundan daha iyi anlatılamazdı. Tebrikler sayın Balkuv. Gerçekten de insanlar manyak gibi tüketirken biraz da açları ve yoksulları düşünseler ne iyi olacak.
Arif - 19 Temmuz 2009 (00:10)
Seyit Balkuv neler yazdı?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.