Yakın zamanda gazetelerde, resmî kayıtlarda yaşı 51 görünen ama aslında 65 yaşında olduğu tahmin edilen bir adamcağızın askere alınması ile ilgili bir haber vardı.
Osman Erdinç 11 yaşında damdan düşerek felç olmuş ve 35 yaşına kadar yatalak denebilecek bir halde yaşamıştı. Ta ki, zehirli bir yılan tarafından ısırılıp bu sayede mucizevî bir şekilde iyileşinceye kadar.
Haberde yatalak olduğu için gitmesi gereken yaşta askere gidemeyen bir adamcağızın 65 yaşında askere alınıyor olması öne çıkarılıyordu. Oysa yatalak durumdayken yılan sokması sayesinde birden ayağa kalkması daha kayda değer bir haber bana göre.
Zaman zaman buna benzer ilginç şifa bulma haberleri okuyoruz. Hatta bazen şifa bulan kişinin ağzından bizzat duyuyoruz. Aralarında gerçek dışı vakalar olabileceği gibi, yaşanmış olanları da var kuşkusuz.
Ne var ki, özünde amacı sağlık, şifa dağıtmak olan modern tıp çalışanları bu gibi vakaları ısrarla görmüyor. Onlar "falan feşmekan test ve kontrol aşamalarından geçmeden bu tedavi şekillerini dikkate almayız" diyorlar. Kendilerince haklılar, gelgelelim ortada bir realite var ve bu realiteyi gerekli test ve kontrol aşamalarına sokmakla ilgili müthiş bir isteksizlik içindeler.
Zaten bu tip araştırmalar organize olmayı gerektiren maliyetli çalışmalar. Ferdî olarak bir yerlere varmak mümkün değil. Ama yine de acaba kaç tıp mensubu veya bilim adamı "ah keşke elimde böyle bir imkân olsaydı da bu konuyu hakkıyla araştırabilseydim" diye düşünmüştür insan merak ediyor.
Biz idealist bilim adamı olmadığımıza göre, onlara kızmaya hakkımız yok. Fakülteye girdiklerinden beri hayatları çalışmakla ve uykusuz gecelerle geçti. Hayat çok kısa ve şimdi içinde oldukları para kazanma döneminde fantezilere yer yok.
İyi ama o çaresiz duruma düşen hastalar (ki biz de olabiliriz) nasıl şifa bulacak? O yılanın zehirindeki tedavi edici şeyin keşfedilip yatalak bir hastanın damarına şırınga edilebilmesi için nasıl bir servet dökülmelidir ki bilim adamlarını antenlerini oraya döndürsün?
Benim babam felç geçirmişti. Hastanede yapılan şey, önce felcin sebebini anlamak oldu. Örneğin babamınki yüksek tansiyondan kaynaklanıyordu. Sonra 10 gün boyunca sadece tansiyon düşürücü ilâçlar vererek (ki zaten içiyordu) durumu gözlemlediler. 10 günün sonunda ise ister bitkisel hayata girin, ister kısmî felçle yırtın hastayı taburcu edip evine gönderiyorlar. Çünkü modern tıpta yapacak başka bir şey yok.
Tıp camiasıyla münasebetlerimde uyanık olmak gerektiğini eşimin hamilelik döneminde bir kez daha öğrendim. Hamileliğin erken dönemlerinde yaşadığımız küçük bir problemden dolayı, yeterli doktor araştırması yapamadan kendimizi bir jinekoloğun kucağında bulduk.
İlk problemlerimiz geçtikten sonra ben eşimin hamilelik döneminin keyfini yaşamayı, bir problem olmadıkça üç ayda bir falan doktoru ziyaret etmeyi, birkaç muayene ile her şeyin yolunda gittiğini duymayı umuyordum.
Ama ne mümkün! Doktor bizi ayda bir kontrole çağırıyor. Her kontrolden sonra şimdi adını hatırlayamadığım bazı testler için bizi bir yerlere gönderiyor. Bu demektir ki, her onbeş günde bir ya doktordayız ya bir test merkezinde.
Bu yola girmişiz bir kere, parasında pulunda değilim. Fakat hem benim hem eşimin psikolojisi bozulmaya başladı. Zira ne test merkezleri ne doktor muayenehanesi sevimli yerler.
Doktora "bizim çok pimpirikli bir aile olmadığımızı, çok gerekli değilse bazı testleri atlamasını" söylüyorum. Adamın bir kulağından bile girmiyor ki ötekinden çıksın. Basıyor yeni testleri. Öyle testler var ki; meselâ ana karnındaki bebeğin kalp fonksiyonlarını gösteren kalp ekosu diye bir şey hatırlıyorum (bu arada tam vücut ekosuna girmişiz ve her şey normal çıkmış). Bu testin sonucun negatif olması durumunda hamilelik döneminde hiç bir şey yapılmıyormuş. Sadece bilgi sahibi oluyormuşuz.
"Yahu biz bilgi sahibi olmak istemiyoruz, niye bizi teste gönderiyorsunuz?" diyoruz. Nafile! Bırak peygamberi Nuh bile demiyor doktor efendi. Ben ileri gidiyorum, "peki" diyorum "günün birinde, örneğin ana karnındaki bebeklerin böbrek fonksiyonlarını tespit eden bir teknoloji gelişse ve yine problem tespit edilse dahi yapacak bir şey olmasa, o teste de gönderecek misiniz?" diyorum. Nefes bile almadan yapıştırıyor cevabı: "Gayet tabii, hemen."
Nihayetinde biraz daha yüklenince ağzındaki baklanın ucunu gösteriyor: "Sonra çocuğunuz kalp problemi ile doğduğunda jinekologları suçlamayı biliyorsuz" diyor. Biz "valla, billa suçlamıyacağız, yemin olsun" diyoruz. I ıh, marş marş test merkezine.
Böylece bu test sağanağının sebeblerinden birini anlamış bulunuyoruz. Bebekte bir problem olduğunda malûm mıntıkayı kurtarmak. Dokor olarak "ıııı, aaaa, hımmm, evet, buyrunuz, bakınız ben size önceden söylemiştim" demek. Peki ya tahliller sağlam iken bebekte problem çıkarsa ne olacak? Merak etmeyin kaide hâlâ emniyette. Zira her test raporunun altında "%20, %30 yanılma payı olabilir" gibi ibareler var.
Zaten bizim için yeter ki bizim doktorumuzun orası emniyette olsun, yoksa biz yok yere hem para hem zaman kaybetmişiz, türlü eziyetler çekmişiz ne gam, lâfı bile olmaz.
Bir de doktorların teşhis tanı merkezleri ile anlaşmalı olduğuna dair hurafeler var ki, ben asla inanmıyorum. Gerçi bizim doktorumuz anlamadığımız bir sebepten dolayı çok fukara idi. Bekleme salonu kliması BMC dizel kamyon motoru gibi çalışıyordu. Eşimin kilosunu ölçtüğümüz terazisi büyük ihtimalle 74 yılı mezuniyet hediyesiydi. İbreliydi ve camı çizik doluydu, eşimin kaç kilo olduğunu anlamak için üç kişi bakıp ortalamasını alıyorduk.
Gerçi her gittiğimizde en az on kişi sırada bekliyordu. Ama onlar bakkal veya kira borcunu tahsil etmeye gelmiş alacaklılardı belki de.
Nihayetinde tüm test cihazları muayenehanesinde hazır bulunan, sadece gerekli olan testleri hemen oracıkta yapan ve bunlar için ilâve para istemeyen düzgün bir doktora kapağı zor attık.
Aslında anne adayları için test ve tahlil eziyetini gölgede bırakacak başka bir faktör var: Nasıl bir doğum yapacağınız. Yani sezaryen mı, yoksa normal doğum mu? "Ben zaten sezaryen istiyorum" diyen anne adaylarına sözüm yok. Ama normal doğum isteyecek bir yiğit iseniz, görün bakın başınıza neler gelecek.
Doktorunuz normal doğum talebinize önceleri "ha, hu tabii olabilir, doğum yaklaşsın bakarız" diyecek, sizi geçiştirecektir. İlerleyen kontrollerde sezaryenin ne kolay bir şey olduğu, normal doğumun eziyeti ile ilgili küçük telkinlerde bulunacak, doğuma onbeş gün kala küçük de olsa bir anormalliği abartacak, risklerden bahsedecek sizi çaresiz bırakacaktır.
Peki doktorlar gerekmediği durumlarda dahi, doğumu neden doğal akışına bırakmıyorlar da, sizi sezaryene zorluyorlar? Çünkü belirsiz doğum zamanı onların canını sıkıyor. Sezaryen ile bir hastadan diğerine planlı bir şekilde geçebiliyorlar. Çoğu sabah resmî bir hastanede çalışıyor, gece vakti herkes gibi uyumak istiyorlar. Bunun dışındaki (gerekmediği durumlarda) sezaryenin üstünlüğü ile ilgili yapılan tüm yorumlar safsatadan başka bir şey değil bence.
Kimi doktorlar şöyle diyor: "Sabah yedide rahim kanseri ameliyatı programım varken, gece üçte normal doğum olursa ne yapacağım?"
"Üç dört doktor bir araya gelip ekip olun, duruma göre işleri birbirinize paslayın" diyeceğim ama malûm BMW taksitleri daha bitmedi, alacaklılar kapıda, bu devirde müşteri -pardon hasta- kaptırmanın alemi yok değil mi?
Normal doğum isteyen anne adaylarına tavsiyem şudur. Doktorunuzu seçmeden önce ne oranda normal doğum yaptığını araştırın. Bunu doktora sorarak değil, normal doğum yapan önceki hastalarına sorarak yapabilirsiniz. Dikkat, piyasada %100 oranında sezaryen yapan doktor ve doğum hastanelerinin sayısı hiç de az değil. Çevrenizdekilere bir bakın, tanıdıklarınız arasında kaç tane normal doğum yapan sayabileceksiniz?
Normal doğumun çok acılı olduğu aldatmacalarına asla inanmayın. Anneniz gibi doğurmanız gerekmiyor. Normal doğumda da epidural denen ağrı kesici kullanılıyor. Eşimin bu şekildeki doğumuna ben de tanık oldum. Hiç bir acı ve komplikasyon yaşamadık ve ertesi gün yürüyerek evimize gittik. Sezaryen olup da 3-4 günden önce rahat bir şekilde yürüyen görmedim.
Benzer durumlar her branşta yaşanıyor. Örneğin bazı çocuk doktorları ilk yılda 15 aşı, 10 küsür tahlil verirken, bazıları 7-8 aşı 2-3 tahlil ile yetiniyor. İşin tuhafı, kafası bulanık orta direk "çocuğum en iyisine lâyık" ahmaklığı ile çocuğu her ay mıncıklayan doktoru tercih ediyor.
Sadece İstanbul'daki MR (manyetik rezonans) cihazlarının sayısının tüm İngiltere'de bulunan MR cihazlarından daha fazla olduğunu biliyor muydunuz? Şimdi söyleyin bakalım, Türkiye' de ihtiyaç fazlası MR kullanımı mı var, yoksa İngiltere tıp konusunda bize göre çok mu geride kalmış?
Amerika'da bilimsel laboratuvarlarda kanser hastalığını tedavi eden yeni ilâçlar keşfediliyor. Bunlar gönüllü hastalarda deneniyor ve inanılmaz başarılar sağlanıyor. Gelgelelim FDA denen kurumdan ilâcın piyasaya sürülmesi için gereken izinler bir türlü çıkmıyor.
Çünkü bürokrasi orada da işliyor. İlacın kullanım onayı almasını gerektirecek son testler çok pahalı, oysa finansörler mevcut pahalı kanser ilâçlarının, uzun tedavi süreci boyunca tüketilmesini gerektiren mevcut sistemden fazlasıyla memnun. Onlara göre sağlanacak finansmanın mevcut ilâçların daha çok satılması yönünde yapılması çok daha kârlı görünüyor. Ayrıca her yeni ilâç onayı yaratacağı potansiyel komplikasyonları ile bir risk taşıyor. Yani, hayır demek evet demekten çok daha kolay ve tehlikesiz.
Örnekleri çoğaltmak mümkün ve tüm bu gürültü patırtının bir köşesinde siz bulunuyorsunuz. Belirli bir mali gücünüz var ve günün birinde kendinize veya bir yakınınıza şifa bulmak için bir doktorun kapısını çalma durumuna düşüyorsunuz. Gereksiz teşhis, tanı yöntemlerine yok yere para vermeden, hatalı ilâç ve tedavilerle eziyet çekmeden şifa bulmak istiyorsunuz.
İşiniz gerçekten çok zor.
Acaba böyle bir durumda kendinizi kısmen veya tamamen alternatif tedavi tekniklerinin kollarına bırakmak ne derece faydalı, ne derece gerçekçidir. Bu arada hangi alternatif tedavi yöntemleri sizin için daha uygundur? Hangi tedavi uzmanları usta, hangileri şarlatandır?
Alternatif tedavi yöntemlerinin herhangi birinde uzmanlığım yok. Fakat zaman zaman akupunktur, biyoenerji, ruhsal şifa, homeopati, bitkisel tedavi gibi alternatif tedavi yöntemleri ile kronik ağrılar, böbrek, mide problemleri, iştahsızlık, bulantı ve kusma problemleri, aşırı kilo, cilt rahatsızlıkları hatta felç gibi birçok rahatsızlıklara şifa bulunduğunu birinci kaynaklardan duyuyorum. Tabii şifa bulamayanları da duyuyorum.
Yıllar önce modern tıp uzmanları ile alternatif tedavi uzmanlarının katıldığı bir tartışma programını izlemiştim. Bir tarafta yüksek rütbeli tıp kurmayları, bir tarafta alaylı alternatif tedavi uzmanları kelle koltukta savaşıyordu. Modern tıpçılar diğerlerini, insanları sağlık konusunda yanlış yollara sevk eden dolandırıcılar olarak itham ediyordu. Alternatif sağlık uzmanları ise bazı başarı vakalarını anlatarak yöntemlerini kanıtlamaya çalışıyordu.
Katılımcılardan biri de Cenk Koray'dı. Kendisi iki saatin üzerindeki tartışma boyunca konuşulanları dinledi, tek kelime söylemedi. Nihayet programı kapatacak olan sunucu durumu fark etti ve ruhsal şifa yeteneği olan Cenk Koray'a da söz verdi.
Cenk Koray'ın dedikleri bugün gibi aklımdadır. Şöyle demişti:
"İnsan şifacılık gibi bir konuda neden sahtekârlık yapar? Ya para için, ya şöhret için. Ben para için yalan söylüyor olamam, çünkü hiç bir hastamdan tek kuruş para almadım. Şöhret için yapıyor da olamam. Çünkü zaten yeterince meşhurum. Bugüne kadar çok sayıda hastayı tedavi ettim (700 veya 900 gibi bir rakamdı yanlış hatırlamıyorsam). Bunların hepsi modern tıpta 'yapılacak başka bir şey yoktur' diye raporluydu. Aralarında Müjdat Gezen'in kayınvalidesi de vardır. Bana tekerlekli sandalye ile gelmiştir, yürüyerek çıkmıştır. Tekerlekli sandalyesi hatıra olarak hâlâ bendedir. Bu yetenek bana ben istemeden verilmiştir ve yine bana sorulmadan alınmıştır. Tedavi ettiğim tüm hastaların detaylı dosyaları bendedir. Görmek isteyen bu programdan sonra evime gelip inceleyebilir."
Kısa bir sessizlik oldu, hemen ardından program bitti. Modern tıpçılar o yorgunlukla bir de Cenk Koray'ın dosyalarıyla uğraşamamıştır mutlaka.
Modern tıpçıların bazı ilkel ortaçağ tedavi sahtekârlıklarını öne çıkarıp alternatif tedavi realitesini çarpıtması, topyekûn yok sayması, arkaik meslekdaşlarının binlerce yıllık emeklerine karşı fena halde saygısızlıktır bence. Üstelik o tekniklerin bazıları sadece geçmişte değil, günümüzde bile birçok insana şifa dağıtmakta iken.
Alternatif tedavi tekniklerinin modern tıp tekniklerine göre en büyük farkı, modern tıbbın içinden çıkamadığı her durumda, hastalık sebebi olarak öne sürdüğü stresin, alternatif tedavi yöntemlerinde hastalıkların ana sebebi olarak görülmesidir.
Öte yandan, modern tıp stresin neticesinde ortaya çıkan problemi gidermeye yoğunlaşırken, alternatif sağlık teknikleri ise stresin sebebine yoğunlaşır, stresi ortadan kaldırarak hastalığı tedavi etmenin yollarını arar. Yani alternatif sağlıkçılara göre modern tıp hastalığı iyileştirebilir ama onu yaratan etkenler kişide halen mevcut olduğundan bu geçici bir çözümdür, hastalık tekrarlıyacaktır.
Ayrıca birçok alternatif sağlık yaklaşımına göre, stres sadece dış etkenlerin sebep olduğu günlük sıkıntılarımızdan ibaret değildir. Aslında stres denen şey bilinç altında sakladığımız gizlediğimiz korkularımız, kıskançlıklarımız, önyargılarımız, hazlarımız, acılarımız ile kendimizi dış dünyaya gösterdiğimiz hâlimiz arasındaki tutarsızlıktır. Ve içimizdeki bu çatışma ne kadar büyükse hastalığa o kadar yakınız demektir.
Abartılı bir örnekle şöyle açıklanabilir: İçi nefret ve şiddet dolu olup, o şiddeti çevresindekilere uygulamaktan çekinmeyen ve bundan pişmanlık duymayan biri sağlığına zarar vermez.
Fakat bir taraftan içinde o şiddeti taşırken diğer taraftan kendini uygar, kibar, sevgi dolu olduğuna inandırmaya çalışan, kendini dış dünyaya o şekilde kabul ettirmeye çabalayan kişi iç çatışmalarla hastalıklara davetiye çıkarmaktadır. Bu durumu "işte bazen bu yüzden kötüler uzun bir ömür sürerken, iyiler genç yaşta ölür" diyerek açıklamaya çalışırlar.
İç dünyamızda olduğumuz şey ile olmaya çalıştığımız şey arasındaki tutarsızlık, sadece stres yolu ile değil, bazen doğrudan bedenimize zarar verebilir. Bir taraftan vücudunun asla ihtiyacı olmadığı, kedilerin bile koklayıp yemediği abur cuburları tıka basa midemize doldurken, diğer yandan olmadık zayılama tekniklerine avuç dolusu para dökmenin nasıl makul, mantıklı bir açıklaması olabilir?
Gün boyu zihnimizi bize zarar veren parazit düşüncelerle doldurup, her akşam bir saat sakinleştirebilmek için kendimizi alkolle zehirlemek yerine, zihnimizde gerçekten neler olup bittiğini gözlem altına almak, böylece kendimizi tanımaya başlamak bizi hem ruhsal, hem bedensel olarak daha sağlıklı bir rotaya sokmaz mıydı?
Bir doktor arkadaşım ise biraz daha kaderci yaklaşıyor. Genetik mirasımızı kastederek "kuvvetli bir bağışıklık sistemine sahip olmamızın birinci unsuru ana karnında attığımız zardır" diyor.
Mutlaka gerçek payı vardır ama bu sağlığımız hakkında teslimiyetçi bir çizgide olmamızı gerektirmiyor. Zira çok güçlü olan bağışıklık sistemimizi stres ve sağlıksız beslenmeyle ömrünüzün ortasında hoşafa çevirmek bizim elimizde. Tam tersi, daha zayıf genetik özelliklere sahip olsak dahi, vücudumuzu iyi tanıyarak onun yeteneklerini, sınırlarını, zayıf yanlarını fark edip, belki çok uzun olmasa da, zinde, dinç bir ömür sürmek de mümkün.
Kaldı ki, hayatı sadece "iyi vakit geçirme sanatı" olarak görmek, 25-30 yaşından sonra kişisel değişimi ve gelişimi durdurmak, sizden sonra gelen neslin gözünde "akordu bozuk takılmış plak" olarak 100 yaşına kadar yaşamak mı istersiniz, yoksa altmışlı yıllara kadar yaşayıp, elden ayaktan düşene kadar pırıl pırıl, her gün kedini yenileyen bir zihinle yaşamak mı?
Kimbilir, çatışmalarla ve gerilimlerle dolu hoşlanmadığımız ruh hallerimizi ve hatta hastalıklarımızı kendimizle hesaplaşma ve kendimizi anlama yolunda birer fırsat olarak görebilir miyiz? Sağlığımızın bozulmasına yok açan etkenleri oturup anlamaya çalışmak, bu şekilde hastalıklardan kurtulmak, kurtulamasak da hastalıklarla bile barışık yaşamak çok mu gerçek dışı bir yaklaşımdır?
Galiba hasta da olsak, sağlıklı da olsak işin sırrı hem iç dünyamızda, hem de dış dünyada olan bitenlere karşı uyanık olmakta. Hem fiziksel olarak hem ruhsal olarak ne olduğumuzun ne olmadığımızın farkında olmaya çalışmakta. Hem bilinç altımızda bizi yöneten korkularla hem de yaşlanan bedenimizle yüzleşebilmekte. Pek şirin ve pek sevimli bulmasak da bizi biz yapan her şeyle barışabilmekte.
Seyit'in Notu: Yazdıklarımla âdeta her şeyi aşmış bitirmiş, sağa sola, akıl fikir dağıtan, üstad-ı azam muazzam gibi algılanmaktan korkarım. Hâşâ böyle bir durum yok. Tam tersi, yazdıklarım kaynağı kendi eksikliklerimdir.
Neredeyse bir buçuk aydır iyileşmeye çalışan bir "taze hasta" olarak yaşadığım şu: Ciddi bir hastalıkla başa çıkmaya çalışmak epey nahoş bir deneyim ve gördüğüm kadarıyla psikolojik durum ile hastalığın iyileşme seyri arasında anlamlı bir ilişki mevcut. Gurbet elde yaklaşık 2 hafta hastanede yatmama rağmen pek bir iyileşme belirtisi farkedemedim; fakat doktorun itirazına rağmen kendimi can havliyle memlekete attığımın ertesi günü iyileşme belirtileri hissettim. Bu belirtiler orada gördüğüm tedavinin sonuçlarıydı elbette ama bu sonuçları ancak memlekete geldikten sonra hissedebildim.
Yazı oldukça uzun ve dikkatimi henüz uzun yazıları okuyabilecek kadar toparlayamıyorum.
Biraz daha toparlandıktan sonra tekrar okumayı düşünüyorum.
Kamuran Kızlak - 17 Ağustos 2008 (17:13)
Yok be hocam burada da ayni hersey. Amerika'da ogrenciyim, 2 gundur doktora gitmeyi dusunuyorum ama gecer diye umup oturuyorum evimde.
Dedim ya burda da ayni, randevu icin 25 - 30 $ test icin sigortaniz oduyor.
Test sonuclarini bir hafta icinde alabilmek icin ayri bir ucret odemeniz gerekiyor.
Yok bir hafta icinde almaya ne gerek diyorsaniz, ertesi haftayi gorur musunuz goremez misiniz belli degil, veya hastaliginiz gecebilir ertesi haftaya.
Ha bu arada test sonuclarniz gelmeden ilac yazmiyorlar, burasi amerika 'amann doktor'. Medeni memleket.
Ben evimde oturmaya devam edip gecmesini umuyorum.
Yigit - 17 Aralık 2008 (22:48)
Seyit Balkuv neler yazdı?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.