Evet, nasıl bir sorunmuş bakalım bu?
Dünyamız ısınıyor, sorun bu işte.
Hani nesi ısınmış, ben bir şey fark etmiyorum.
Bilim adamları dünyanın ideal sıcaklığının ortalama 14 derece olması gerektiğini söylüyor. Oysa 1950'lerden bu yana dünya yaklaşık yarım derece ısınarak 14, 5 derece civarına gelmiş.
Eee?
E'si, böyle giderse 2100 yıllarında toplam artış 3 derecenin üzerine çıkacakmış.
Kardeşim, şey etmeyin insanı yahu, 3 derece için… Klimayı biraz ayarlarsın, olur biter.
Keşke öyle olsa ama pek o kadar basit değil. Bakın dünya ısındıkça neler oluyormuş:
1 derece: Amerika'da yüksek yaylalar çölleşir, tüm eyaletlerde ciddi tarımsal kayıplar olur, Klimenjero erir, Avrupa'da kışlar aşırı soğuk geçer, Avustralya'daki kurbağa, kunduz gibi hayvanların nesli tükenir, mercan resiflerinde büyük tahribat, küçük ada ülkeleri su altında kalır.
2 derece: Okyanus asitleşir, mercan resifleri yok olur, dahası, felâket seviyesinde sıcak hava dalgaları, kıyı şeritlerinde deniz yükselmesi, arktik buz kütlesinin sonu, Akdeniz'de müthiş sıcaklık, kara bağlı su kaynaklarında azalma, canlı türlerin üçte birinde ölüm tehditi…
3 derece: Çöller büyür ve yerleşim merkezlerini içine alır, Avustralya'da ciddi su sıkıntısı başlar, tarım kuzeye kayar, açlık artar, Amazon çölleşir, saatteki hızı 320 km'ye varabilen fırtınalar görülür, Himalayalarda buzlar erir, Hindistan ve Pakistan'da büyük susuzluk yaşanır.
4 derece: Nil deltası yükselen suların altında kalır, Antarktika'nın batı yakası erir, dünya yüzeyinde sular 5 metre daha yükselir, Alplerdeki buzullar erir, Orta Avrupa'da susuzluk başlar, Sibirya'daki donmuş toprak erir, milyarlarca tonluk metan atmosfere karışır ve ısınmayı hızlandırır.
5 derece: Son 55 milyon yılın en sıcağı, medenîyetlerin çöküşü, okyanus tabanından metanhidrat salımı ile hızlanan küresel ısınma, artan tsunamiler, dünyanın büyük kısmı yaşanamaz halde.
6 derece: Kitlesel yok oluşlar, metanhidrat toplarının yarattığı dev yangınlar oluşur, denizler zehirli gazlar salar, insanlığın tür olarak hayatta kalması şüphelidir.
Yahu felâket tellâlı mısın kardeşim? Bu dünya hiç mi yarım derece ısınmamış şu zamana kadar?
1890'dan bu yana en sıcak beş yılı merak ediyor musunuz? En sıcaktan başlayarak:2005, 1998, 2002, 2003, 2006.
Öhhö, öhöm. Peki, neden dünyada şu anda önemli bir etki görünmüyor madem?
Görünmüyor mu dediniz?
Denizler son yüzyılda görülen yükselmeden çok daha hızlı olarak yılda 3 milimetre yükseliyor. En yüksek yeri 5 metre olan Tuvalu gibi Pasifik ada ülkeleri şimdiden adalarını terk etme planları yapıyor.
Alpler 1950'den bu yana buzullarının yarısını kaybetti. Diğer dağlar da benzer durumda. Bu büyük miktarda temiz içme suyunun sonsuza kadar yok olması tehdidini getiriyor.
Alaska ve Sibirya'da donmuş toprak tabakası çözülüyor, evler ve yollar kullanılmaz hale geliyor.
Kuzey buz denizi erimekte. Ayılar ve deniz aygırları evlerini kaybediyor.
Grönland ve Antarktika eriyor, deniz seviyesini yükseltiyor. 2002 yılında dev bir buz kütlesi, onu izleyen bilimcileri hayrete düşürerek birkaç gün içinde yok oldu.
Kuraklık artarken, yağışlar aşırılaşıyor. 2005 yılında Mumbai'ye 24 saat içinde bir metre yağış düşerek tüm zamanların rekorunu kırdı ve 750 can aldı.
Fırtınalar gittikçe daha şiddetli ve yıkıcı oluyor.
2003 yılında Avrupa'da sıcak hava dalgası yüzünden 30.000 kişi öldü. Morglar dolduğu için kadavraların bazıları meyve sebze soğuk hava depolarında saklandı.
Niye ısınıyor bu dünya bu kadar?
Başta karbondioksit olmak üzere diğer bazı gazların atmosferde fazlaca bulunması yüzünden ısınıyor. Bu gazlar atmosferde bir tabaka oluşturuyor. Bu tabaka, dünya yüzeyine çarpıp tekrar uzaya dönmeye çalışan güneş ışınların bir kısmını engelliyor ve dünyaya geri gönderiyor. Böylece dünya aynen bir sera gibi ısınıyor. Zaten bilindiği gibi bu olaya "sera etkisi" deniyor.
Çok mu artmış karbon miktarı?
Hem de nasıl. Şöyle anlatayım: 10.000 yılda atmosfere fazladan salınan karbon miktarının 12 katı son 200 yılda salınmış bulunuyor, tabii gittikçe artan bir ivmeyle.
Peki, nereden geliyor bu karbonun suyu?
Ağırlıklı olarak fosil yakıtlardan. Yani üretim, ulaşım, ısınma, amacıyla petrol, doğal gaz, likit petrol gazı (LPG), kömür gibi fosil yakıtların yakılması yüzünden. Tabii elektrik tüketimi de büyük etken. Çünkü elektrik, ağırlıklı olarak fosil yakıtların yakılmasıyla elde ediliyor. Örneğin, Türkiye'deki kullanılan elektriğin yüzde 81'i fosil yakıt kaynaklı.
Tarımsal gübrelerin toprakta çözünmesi ve organik atıkların çürüyerek metan salımına sebep olması da önemli etken. Ve tabii ormansızlaşma; havayı karbondioksitten arındıracak ağaçların azalması atmosferdeki karbon seviyesinin artmasına yol açıyor.
Çok sinirlendim. Hangi ülkeler pompalıyor bu karbonu atmosfere? Kesin Amerika falandır.
Ülkelerin karbon salım değerleri hesaplanırken bir yıl içinde atmosfere salınan karbon miktarı ülke nüfusuna bölünüyor. Bu hesaba göre Birleşik Arap Emirlikleri, Katar gibi petrol zengini ülkeler fert başına yılda ortalama 40 ton karbondioksiti atmosfere salıyor.
Amerika büyük nüfusu ve 19.8 ton gibi yüksek ortalaması ile karbon salımının baş aktörü olarak görünüyor. Her bir kişi için İngiltere 9.4, Türkiye 4.7, Çin 3.2, Hindistan 1.2 ton salım yapıyor. Tanzanya'nın salımı 0.1 ton, Çad, Mali gibi ülkelerinki ölçülemeyecek kadar küçük.
Hiç bir şey anlamadım. Nedir bu değerler, az mıdır, çok mudur?
Araştırmacılara göre bu kötü gidişatı durdurmak için dünya ortalama değerinin kişi başı yıllık yarım tonun altında olması gerekiyor. Bazı bilim adamları bu rakama ulaşmak çok zor olduğu için 1 veya 2 ton gibi daha ulaşabilir hedefler telâffuz ediyor.
Aman yarabbi! Yani hayat standardımı bir Hint fakirinin düzeyine çekmem mi bekleniyor?
Özellikle refah düzeyi orta veya iyi seviyede diyebileceğimiz kişilerin hayat standardında belli bir düşme beklentisi kaçınılmaz. Bu düşüşün şok edici olmaması işin bazı çözüm önerileri de var.
Bir çözüm önerisine göre kişilerin karbon salımını karneye bağlanacak. Dünyanın doğal yollarla temizleyebileceği karbon miktarı dünya nüfusuna bölünecek. Böylece dünyadaki her bir insan için izin verilen karbon salım miktarı hesaplanacak. Bu miktar karbon kredisi olarak herkesin hesabına sene başında yüklenecek.
Üreticiler de her ürünün üzerine o ürünü üretirken sebep oldukları karbon salımı miktarını yazacaklar. Siz markette alışveriş ettikçe, benzin aldıkça, seyahat ettikçe, elektrik tükettikçe, evinizde ısındıkça elektronik çipli kartınızdan karbon kontörünüz eksilecek.
Avrupa'da bazı ürünlerin üzerine karbon salım değerini gösteren etiketler konmaya başladı bile; tabii şimdilik sadece duyarlı tüketicileri cezbetmek adına.
Tamam işte, kontör bittiğinde Hint fakirinden hallice olacağız demek ki.
Paranız varsa kontörü olup da kullanamayan fakir birilerinden kontör satın alabileceksiniz. Böylece dünyadaki gelir dağılımındaki adaletsizlik de düzelme eğilimine girecek.
Valla, ben pek ikna olmadım. Durum bu kadar kötü olsa politikacılar bu kadar sessiz kalmazdı her halde, değil mi?
Karbon salımını düşürmek için alınacak en önemli, en birinci tedbir, daha az tüketmek, daha az tüketmek, daha az tüketmektir. Oysa bugün dünyadaki hakim sisteme göre ekonomi çarkının dönmesi ancak artan veya en azından azalmayan üretim/tüketim hareketi ile oluyor. En küçük bir krizde tüketimin azalmasından dolayı bu çarkın nasıl sekteye uğradığını, kapanan, iflâs eden şirketleri, işsiz kalanları, toplumsal kargaşayı hep birlikte izliyoruz.
Politikacılar bu gibi kriz durumlarında sistemi canlandırmak için tüketimi özendirecek tedbirler almaya, böylece oluşan gerilimi azaltmaya çalışıyorlar. Her şeyin böyle bıçak sırtı gittiği bir ekonomik sistemde bizi yönetenlerin ortaya çıkıp da "dünya ısınıyor bu yüzden tüketimi 5 kat, 9 kat hatta 20 kat azaltmamız gerekiyor" demesini nasıl bekleyebiliriz ki?
Politikacılar Kyoto'da olduğu gibi bazı iyi niyet toplantıları yapıyorlar, bazı kâğıtlara imzalar atıyorlar. Fakat eve gidince yine bildikleri gibi davranıyorlar. Yani politikacıların çoğu aslında her şeyin farkında fakat kapitalizmin hayalet patronu onların elini dilini bir güzel bağlıyor.
E, hadi politikacıları anladık diyelim, medya niye bu kadar sessiz?
Günümüz medyası ekonomik büyümeye dayalı sistemin çığırtkanı rolünde olduğundan tüketim karşıtı bir tavır alması mümkün değildir. Az önce de bahsedildiği gibi ekonomik büyüme ve karbon salımı kontrolü asla bir arada olamıyor. Ya biri, ya diğeri tercih edilme durumunda, ikisi birden değil.
Kaldı ki, medyanın kendisi de tüketimle besleniyor. Örneğin gazeteler tirajını arttırmaya çalışıyor. Böylece hem tirajdan hem de tirajın getirdiği yağlı reklâm pastasından mümkün olduğu kadar çok pay almaya çalışıyor. Yani ikinci sayfasında tam sayfa otomobil reklâmı alan bir gazete ana sayfasında nasıl olup da "araba almayın, çünkü yakıt tükettikçe dünyanın yok oluşuna katkıda bulunuyorsunuz" diyebilir ki?
Neticeten, yumurta kapıya gelinceye kadar medya ve politikacılar küresel ısınma konusunda üç maymunu oynamaktan başka çare bulamıyor. İş işten geçtikten sonra fazlasıyla "ben demiştim" diyen çıkacaktır elbet.
Yani kimse bir şey yapmıyor, herkes seyrediyor öyle mi? E pes vallaha.
Hiçbir şey yapılmıyor demek doğru değil. İyi niyetli birçok çalışma var. Meselâ GDP (Global Disclosure Project) adında kâr amacı gütmeyen bir organizasyon özellikle büyük şirketlerle temasa geçiyor ve şirketlerin kendi karbon salım değerlerini ölçmeleri konusunda teşvik ediyor. Şimdiye kadar 2000 kadar büyük şirket bu çağrıya cevap vermiş ve karbon salımını azaltma konusunda ileriye dönük hedefler belirlemiş. Bazı şirketler bu organizasyonda daha aktif roller almış.
Hele şükür, bir tane olsun olumlu gelişme duyduk. Demek insanlık bu işin de üstesinden gelecek evelallah.
Maalesef pek öyle görünmüyor. Bir kere bu çabalar çok sınırlı. Ayrıca şirketlerin inisiyatifine bırakılmış, hiç bir hukuki kural, zorlama ve sınırlama yok. Zaten bu programlara dâhil olan şirketler bile karbon azaltma hedeflerini belirlerken asla üretimi kısmayı, daha az tüketimi teşvik etmeyi düşünmüyor.
Örneğin bir magazin mecmuası şirketi karbon salımını azaltmak adına birkaç sayfasını azaltabiliyor ama daha fazlasını değil. Zira diğer sayfalar alınacak reklâmlar için gerekli. Oysa reklâmlar tüketimi körüklüyor ve bu da daha çok karbon salımı anlamına geliyor.
Ayrıca karbon salımı konusunda duyarlı firmalar karbon salımını azaltma faaliyetlerinin çıkış noktası olarak tüketicilerin daha az karbon salımına sebep olmuş ürünleri tercih edeceği var sayımı ile hareket ediyorlar. Veya bir iyi niyet çabası olarak bu yola giriyorlar. Oysa ulaşılması gereken hedefler tüketicinin tercihi veya iyi niyet yaklaşımları ile varılabilecek hedefin çok ötesinde.
Yav tamam da, bunlar çok fantastik şeyler değil mi? Şu ölümlü dünyada üç kuruşluk zevk almak varken, karbon salmayacağız diye hayatı kendimize zehir etmeye değer mi? Hadi zehir ettik diyelim, dünyanın çoğu bu işlerden bîhaberken benim minimalist yaşantım bu dünyayı kurtarmaz ki? Millet vur patlasın, çal oynasın yaşarken ben duyarlı olmak adına zevksiz, tatsız bir hayat yaşadığımla kalmaz mıyım?
Bulunduğunuz pencereden bakınca dediğiniz belki doğrudur, üstüne söylenecek pek fazla söz de yoktur. Ama gelin bir de duruma şu pencereden bakmaya çalışın:
Vazgeçtiğiniz her tüketimle dünyanın azalan ömrüne küçük de olsa bir katkıda bulunuyorsunuz. Doğa artık bu yükü kaldıramıyor ve sizden onu anlamanızı ve ona uyumlu davranmanızı istiyor.
İyi davranışlar bulaşıcıdır. Çabalarınız çevrenizde fark edilecek ve özellikle genç nesil arasında az tüketime dayanan doğa ile barışık bir kültür oluşacaktır.
Araştırmacıların analizleri doğru ise bizi çok farklı şartların beklediği bir döneme doğru ilerlemekteyiz. Bu döneme yumuşak geçiş yapabilmemiz kendimizi şimdiden bu çağın gereklerine hazırlamalıyız.
Çoğumuzun çocukluğu günümüze göre yokluk içinde geçti. Buna rağmen nispeten bolluk içinde olduğumuz günümüz şartlarında daha mutlu olduğumuzu söyleyemiyoruz. Acaba azla yetinip mutlu olduğumuz eski yıllara dönüş kapıda mı?
Son olarak, azaldığını bildiğimiz kaynakları hoyratça tüketmek bize yakışmaz değil mi?
Pöff, keyfim kaçtı sabah sabah, tamam, peki, hadi söyleyin bakalım, kendi adıma ne yapabilirim?
Cam, duvar, çatı yalıtımına önem verin.
Kışın evde kazak giyin.
Kış aylarında ısınmak için güneşten faydalanmaya çalışın. Yaz aylarında güneş ışınlarının evin içine girmesini engelleyin. (Yaz aylarında klima yerine tavan vantilatörü ile serinlemeyi denediniz mi?)
Mümkünse odunla ısının. Biraz ilginç gelebilir ama odunla ısındığınızda aslında fazladan karbon salımına sebep olmuyorsunuz. Çünkü yaktığınız ağaç yaşarken fazlasıyla karbonu atmosferden temizlemişti zaten.
Beyaz eşya alırken yüksek verimli modelleri tercih edin.
Çamaşır ve bulaşık makinanızı yüksek derecelerde kullanmayın.
Cihazları stand-by (uyku) konumunda bırakmayın, kapatın. Cihazınızın mekanik kapama anahtarı yoksa anahtarlı priz grupları kullanın ve bu anahtarı kapatın.
Yalnız yaşamayın, evinizi paylaşın.
Araba ille de lâzımsa, küçük arabaları tercih edin, gazı köklemek yerine yavaş kullanın ve arabanızı paylaşın.
Özel oto yerine toplu taşıma araçlarını tercih edin.
Bisikleti unutmayın, kısa mesafelerde mutlaka bisiklete binin. Ya da yürüyün.
Zorunlu bir sebebiniz yoksa uçağa binmeyin. Uçaklar birkaç sebepten dolayı aşırı karbon salımına sebep olurlar. Öncelikle uçakla uzun yol kat edilir. Ayrıca uçaklar özellikle kalkış anında muazzam yakıt tüketirler. Üstelik yakıtın sebep olduğu karbon atmosferin üst katmanlarına bırakıldığından yeryüzünde üretilen karbona göre yaklaşık üç kat fazla ısınmaya sebep olurlar.
Ağaç dikin.
Tropik gıdalara rağbet etmeyin. Nakliye sebebiyle o gıdalar sofranıza ulaşıncaya kadar kilolarca karbonu atmosfere salıyor. Bu yüzden mümkün olduğu kadar lokal gıdaları alın, hatta mümkünse bahçenizde kendiniz yetiştirin. (Denizaşırı memleketlerden gelen gıdaların kullanıldığı bir akşam yemeği ile bulunduğunuz yere 50 km uzaklıktaki bir kaynaktan temin edilerek hazırlanmış akşam yemeği arasında karbon salımı bakımından 75 kat fark oluyormuş.)
Mümkünse organik atıklarınızı bahçenize gömerek gübre yani kompost yapın.
Diğer atıklarınızı elden geldiği kadar geri dönüşüm döngüsüne sokun.
Of aman, ne uzun liste bu böyle? Yok mudur akılda kalıcı kısa bir formülü bunun?
Var tabii…
Karbon salımını azaltma konusunda bütün tedbirlerin üstündeki birinci kuralı asla unutmayın:
Daha az tüketin, daha az tüketin, daha az tüketin.
Yani İtalya'ya seyahat etmek istiyorsanız "acaba uçakla mı gitsem daha az karbon salımına sebep olurum, yoksa gemiyle mi" diye düşünmeden önce "ne işim var ki İtalya'da, hiç gitmesem daha iyi olmaz mı" diye düşünün.
İkinci kural olarak eşyalarınızı "tekrar kullanın". Çamaşır makinanız ufak bir arıza yaptı diye yenisini almak için hemen beyaz eşya dükkânına koşturmayın, tamir ettirin.
Giysilerinizi, eşyalarınızı atmadan önce bir kez daha düşünün mümkün olduğu kadar onarma ve yeniden kullanma yoluna gidin. Her yeni sezonda mağazalara koşturup bir iki yeni giysi almanız da gerekmiyor. Butik vitrininden fırlamış gibi dolaşmasanız da olur, değil mi?
Üçüncü kural olarak çöplerinizi mümkün olduğu kadar geri dönüşüm döngüsüne sokun.
Valla kusura bakmayın ama ben bu deli saçması şeylerin hiç birine inanmıyorum. Kim bilir hangi kompleks sahibi insanların, hangi kuyruk acısıyla uydurduğu şeyler bunlar?
İnşallah öyledir, ne diyelim.
Zaten olgulara "inanç" boyutunda yaklaşınca verilerin ve realitenin pek önemi kalmıyor. Sağlık olsun, bu tür insanları itikatlarıyla baş başa bırakalım. Ama siz, sağduyulu insanlar, araştırmacıların dediklerine ve iklim değişikliği ile ilgili haberlere kulağınızı tıkamayın.
Öyle ya, bu söylenenler belki de doğrudur, değil mi?
* * *
Kaynaklar:
Mark Lynas, Karbon Ayak İziniz (Açık Radyo Kitapları)
Carbon Disclosure Project, www.cdproject.net
Mayer Hillman, Gelmiş geçmiş en bencil kuşağız, http://www.bbc.co.uk/turkish/indepth/story/2008/12/081225_interviews_hillman
İklimbilim oldukça karmaşık bir bilimdir; ve bu bilimde bırakın elli yıl sonrasını, birkaç hafta sonrasını bile tahmin etmek oldukça zordur. İnsanların karbon salınımı bugünkü seviyede sürdükçe dünya atmosferinin daha sıcak hale geleceği bilimsel bir var sayımdır, fakat doğrulanması oldukça zordur. Atmosferin sıcaklığını belirleyen birden fazla etken vardır. Yalnızca atmosferdeki karbon dioksit gazının miktarıyla belirlenmez. Başka etkenlerin devreye girmesiyle küresel bir soğuma da başlayabilir ve biz yeni bir buz devrine girebiliriz!
Peki bazı bilim insanları nasıl bu kadar kesin bir dille konuşabiliyorlar? Kanımca bu bilim insanları bilimden uzaklaşıp dinsel bir dogmatizme kayıyorlar. İnsanlar da bir takım mutlak doğrulara ihtiyaç duyduklarından bu mutlak doğruları sorgulamadan benimsiyorlar. Marxist düşüncenin mutlak doğrularının dünyada etkisini yitirmesinin yarattığı boşluk bu ekolojik mutlak doğrular tarafından dolduruluyor.
Daha az tüketmenin daha iyi olduğunu söyleyebiliriz. Bu bir ahlâkî önermedir ve, ne yazık ki, doğruluğuyla ilgili hiç bir şey söyleyemeyiz. İnsanlık tarihi bize göstermiştir ki bir takım mutlak doğrular baskıcı rejimlerin temel dayanakları olmuşlardır. Bir de bakmışsınız bir takım insanlar, karbon salınımının azaltılması gerektiği adına, sizin ne kadar tüketeceğinize, ne kadar seyahat edebileceğinize karışıyorlar! Tabi bu karışan insanlar kendilerini toplumdan ayrı tutuyorlar.
Mutlak doğrulardan uzak duralım.
Saygılarımla.
Levent Yaycı - 20 Kasım 2009 (22:03)
Yazıdaki bireysel olarak enerji tasarrufu ve israftan kaçınma ile ilgili kısımlar doğru. Ancak küresel ısınma konusunda aynı şeyi söyleyemem. "Küresel Isınma" dünyada sadece Avrupa ülkelerinin savunduğu, bilimsel değil politik bir konu. Dünya sıcaklığının beşerî etkenlerle arttığı ve karbondioksitle bağlantılı olduğu konusunda bir kanıt yok. Zaten dikkat ederseniz bu propagandayı yapanlar konuyu hemen şu kadar derecede şurası su altında kalır hesabına getiriyorlar.
Avrupalılar bilinçli olarak insanların aklında çevre konusundaki her türlü kötü şeyi "küresel ısınma" kelimesiyle özdeşleştirmeye uğraşıyorlar ve başarılı oldular. Artık kuraklık, yanlış sulama, sel, heyelan gibi kavramların yerini küresel ısınma aldı.
Bu plan o kadar tuttu ki Topbaş bile dere yatağına inşaat ruhsatı verip sel basınca küresel ısınmayı bahane ediyor bahsediyor ve kimse "sen ne saçmalıyorsun, ne ilgisi var" demiyor. Bizim gazeteciler her türlü çevre konusuna duygusal olarak yaklaştığı için "kirletiyorsa biz de karbondioksit salmayıverelim ne olacak" diye düşünüp İngiliz propagandasını aynen önümüze koyuyorlar. Ancak bizden talep edilen şeyleri kabul edersek kalkınma hayalimize elveda dememiz gerekiyor.
Bu işi neden yalnız Avrupalıların kuvvetle savunduğunu da anlatayım.
Karbondioksit salınımı vergilendirilirse en ağır biçimde etkilenecek sektörler, çimento, çelik, gübre, termik santraller (özellikle kömür) ve gazdan yakıt üretimi. Avrupa ülkeleri zaten yıllardır ağır sanayilerini tasfiye ederek yüksek teknoloji, finans gibi sektörlere yoğunlaştılar, bu sebeple ağır sanayiden kesilecek vergi onlara çok dokunmayacak.
Dezavantajlı oldukları konuları, örneğin uçak seferlerine konmak isteyen karbon vergisini ise kesinlikle reddediyorlar. Bu politikanın gözden kaçırılmak istenen asıl destekçisi ise nükleer enerji sektörü. Gelişmiş bir ülkenin enerji ihtiyacını rüzgâr, güneş vb gibi "yenilenebilir" kaynaklarla karşılamak imkânsız olduğundan bu "zamanımız daralıyor" psikolojisini kullanarak nükleer santrallere olan muhalefeti bastırıyorlar. Nitekim İngiltere hükumeti geçenlerde nükleer santralllerin inşa sürecini kolaylaştıran ve planlamaya yapılacak itirazları hızlı şekilde aşacak düzenlemeler getirdi.
İşin Türkiye'yi etkileyen kısmına gelelim. Türkiye gelişmiş Avrupa ülkeleriyle aynı koşullarda karbondioksit salınımını kısma sözü verirse, linyitle (tek yerli enerji kaynağımızdır) çalışan santrallerimiz ekonomik olmaktan çıkacak, ancak karanlıkta kalmamak için devlet mecburen bunları çalıştırarak karbon vergisi verecek. Bu vergiler İngiltere'de okyanusa kurulacak Danimarka malı rüzgâr türbinlerini, İsveç'e kurulacak Fransız malı nükleer reaktörleri finanse edecek.
Bir süre sonra mecburen bizde de Kanada malı bir nükleer santral kurulacak ve linyit santrallerimiz kapatılacak, tamamen dışarı bağımlı ve borçlu bir ülke olacağız. Bu vergiler yüzünden elektrik maliyetimiz artacak, tüm sanayimiz batma noktasına gelecek. Ama olsun, 75 milyon nüfusla "organik tarım" falan yapar geçiniriz…
Bizim gibi alınmadığı birliğe yaranmak için onların kurallarını gönüllü uygulayan enayi ülkeler fazla değil. Bu küresel ısınma propagandasını reddeden ve "ben size vergi vermem, benim kalkınmak ve insanlara iş vermek için üretim yapmam gerekiyor" diyen ülkeler de var. Çin, Hindistan, Amerika, Rusya, yani dünyanın yarısından fazlası bu numarayı yutmuyor.
Karbon vergisi uygulamasında çıkarı olan Avrupa ülkelerinde ise konu devlet eliyle bir tabu haline getirilmiş durumda. Örneğin İngiltere'de küresel ısınma ve çevrecilik söylemini sorgulamaya kalkan kişi kültürel olarak dışlanıyor, sanki ırkçı veya homofobik bir söylemde bulunmuş gibi muamele görüyor. Çevreci "sivil" örgütlerin amacı tüm dünyada böyle bir entellektüel ortam yaratmak.
Bu Türkiye'de gerçekleşirse her halde Ömer Madra çok sevinir. Böylece konferanslarından ve tercüme kitaplarından iyi paralar kazanabilir, hatta Avrupa Birliği küresel ısınma müfettişi falan olur, bizim paramızla devlete enerji politikası konusunda akıl verir…
Mehmet Kılınç - 20 Kasım 2009 (23:13)
Seyit Balkuv'un yazısı çok güzeldi, Mehmet Kılınç'ın yazısı ise çok doğru. Bu pilav daha çok su kaldıracak besbelli.
Üşenmeyip de yazan, bilgisini, düşüncesini paylaşan herkese selâmlar, sevgiler.
Sadi Akgül - 21 Kasım 2009 (21:52)
"Paranoyak olman takip edilmediğin anlamına gelmez."
Komplo teorileriyle dalga geçmek iyidir, ben de sıklıkla yaparım. Ama bir konu medyada hep bir ağızdan aynı şekilde sunuluyor diye onu doğru kabul etmek, sorgulamamak bilimsel mantığa ters. Yukarıda yazdığım gibi, tartışmanın tarafı olan ülkeleri ve onların ekonomik özelliklerini görünce ister istemez işin bilimsel bir konudan çok bir uluslararası politik mücadele olduğu izlenimi oluşuyor.
Ayrıca durmuş düşünen arkadaş da benim bahsettiğim yöntemi kullanmış. Yani aşırı tüketim, kaynak israfı gibi kötü şeyleri okuyanın zihninde "küresel ısınma" yla özdeşleştirmeye ve çevre felâketleriyle gözümüzü korkutmaya çalışmış…
Bilmeyenler için tekrar edeyim, karbondioksit zehirli ve çevreyi kirleten bir gaz değil. Karbondioksitle küresel ısınma ilişkisi de kanıtlanmış değil. Ayrıca karbondioksitten çok daha etkin bir "sera gazı" daha var ki üzerinde pek bir kontrolümüz yok: Su buharı. Herhalde kömür santrallerini kapattıktan sonra sıra soğuk suyla banyo yapma kampanyasına gelir.
Mehmet Kılınç - 23 Kasım 2009 (03:02)
Yaşadığı dünyaya karşı duyarlı olan herkesin, kaynakları israf etmemek ve doğal çevreye zarar veren insan kaynaklı uygulamalara karşı dikkat kesilmek gibi bir borcu olduğunu zannediyorum. Küresel ısınma mevzuuna da bu bağlamda bakılabilir.
Fakat, karbondioksitin "zehirli" oduğunu kim iddia etmiş, onu pek anlayamadım.
Bu tür konularda bizim gibi (uzman olmayan) insanların bir tarafta saf tutup kılınçlarını şakırdatmasının acaipliğine bakıp şaşırmakla meşgulüm şu an.
Haddim olmayarak, olup biten her şeyi "dost" ve "düşman" kuvvetler arasında geçen bir tür örtülü harp gibi algılamanın ve fikir beyan eden herkesi bu kutuplaşmanın bir tarafına koymanın acaipliğine dikkat çekmeye çalışıyorum.
Bu arada, "su buharı" ve "kömür santrallerini kapatma" konusunda döktürmüşsünüz. Çarpıtma yeteneğinize hayran kalmamak elde değil.
Buna rağmen, yine de yazdıklarınızı ilgiyle izlediğimi belirtmeliyim. Bize farklı bir bakış açısı sunuyorsunuz.
Yüzüklerin kardeşliği adına…
Durmuş Düşünür - 23 Kasım 2009 (10:27)
Üstad-ı azam Engin Ardıç, Sabah'taki köşesinde dün muhteşem bir yazı yazmış, diyor ki:
Kimine göre "Marduk" gelecek, kimine göre güneşin samanyolunun merkeziyle aynı düzleme gelmesiyle birtakım "kozmik enerjiler akacak" (o enerjilerin ne menem şeyler olduğunu söyleyebilen yok), kimisi göktaşı bekliyor, kimisi nükleer savaş… Kıyamet mi kopacak, insanlık yepyeni bir altın çağa mı girecek, salla salla gitsin. (…)
Kafası iyice karışan seyirci aval aval bakıyor, paracıklar da ceplere doluyor.
O yazıyor, biz aydınlanıyoruz. Dün itibariyle (22 Kasım 2009) Marduk konusunun bir çeşit "2012 ticareti "olduğunu söylediğine göre kayıtsız koşulsuz inanacağız tabii.
Fakat, bundan beş altı sene evvel Burak Eldem'in konuyla ilgili kitabına iştiyak dolu bir önsöz yazarak, köşesinde ve televizyon ekranında öve öve göklere çıkartarak destek veren ve kitabın birkaç baskı yapmasını sağlayan kişi de Engin Ardıç adında bir zat-ı muhteremdi yanlış hatırlamıyorsam.
İsim benzerliği olsa gerek.
Ya da burada telâffuz edemediğim başka bir şey.
Acaba aradan geçen zaman zarfında üstad "benim bu konudaki görüşlerim 180 derece değişti, sizi kandırıp 'saçma sapan' bir kitaba dünyanın parasını verdirttiğim için özür dilerim" mealinde bir yazı yazdı da ben mi kaçırdım?
Yoksa "nasıl olsa bunların hepsi kaz, bugün ne yazsam ona inanırlar, yarına kadar unuturlar, salla salla gitsin" diye mi düşünüyor?
Battal Takoz - 23 Kasım 2009 (11:47)
Burak Eldem'in Marduk'la Randevu kitabı, uçuk kaçık bir new age kehanet kitabı değil, katılmayalım, yine de yabana atılamayacak sosyolojik tezler içeren bir kitaptır. Ben okudum. "2012 yılında kıyamet kopacak" falan demiyor. Özetle, "2012 yılına yaklaştıkça (iklim değişikliği nedeniyle) gitgide artan doğal afetler sonucu bazı bölgeler kuraklaşıp üzerinde yaşanmaz olmaya başlayacak ve zorunlu göçler olacak, bu toplumsal baskı sonucunda bazı iktidarlar çökecek, dünyadaki siyasal düzende ciddi değişmeler gerçekleşecek" diyor. Bunu da taa binlerce yıl öncesinden alarak ve kadim kültürel kodlarımızı tel tel tarayarak yapıyor.
Belli ki Ardıç biraderimiz aradan geçen bu birkaç yıl zarfında kitabın yazarı Burak Eldem'e küsmüş, şimdi bacak arasından "geçirmeye" çalışıyor.
En saldırgan insanların aynı zamanda en kırılgan insanlar olmaları ilginç bir çelişki değil mi?
Durmuş Düşünür - 24 Kasım 2009 (11:57)
Karbon vergisi gibi yöntemlerle tüketimin baskılanması hedefleniyorsa bundan en çok etkilenecek kesim, tüketimin en çok olduğu yerlerden biri olan Avrupa olacaktır. Ortada bir şey yokken sırf Hindistan'in çelik endüstrisinden nemalanmak adına böyle bir yaygara koparılacağına aklıma yatmıyor. Ayrıca olası bir felâkette ilk sulara gömülecek ülke Hollanda iken böyle bir yaygaranın bu ülkenin ekonomisine nasıl zarar vereceğini düşünebiliyor musunuz?
İster istemez bu tür bir yaklaşımda "Batı bizi parmağında oynatıyor" kuruntusu seziyorum. Sömürgecidir, ırkçıdır, geçmişi karanlıklarla doludur, ayrıca kültürel olarak ekonomik olarak bir birlik oluşturmuştur ama yine de zihniyet olarak tek vücut olmuş dünyaya meydan okuyan Avrupa imajı bana pek inandırıcı gelmiyor.
Küresel ısınmadan ya da genel anlamda iklim bozulmasından tedirgin olmak için elimizde her türlü neden var. Bence sorun öngörülenden daha ümitsiz ve Avrupa dahil hiç kimse tam olarak ne yapılabileceğini bilmiyor. Karbon vergisi vs ile dibi delik kovayı suyla doldurmayı düşünüyorlar.
Yalçın Şahin - 24 Kasım 2009 (12:46)
Acaba küresel ısınma denen şey gerçek mi, balon mu? Gerçekse bu insanlığın sebep olduğu bir belâ mı, yoksa başka bir şey mi? Küresel ısınma teorisini savunan bilim adamları büyük bir aldatmacanın piyonları mı? Yoksa asıl böyle bir aldatmaca olduğu haberinin kendisi bir aldatmaca mı?
İnterneti, televizyonu, gazeteleri hepsini bir kenara koyun. Kendinize şu soruyu sorun: Dünya üzerinde gittikçe artan insan yapımı ciddi bir doğa tahribatı var mıdır, yok mudur?
Okuduklarım, izlediklerim ayrı dursun, benim hayatıma sığan kendi verilerim şöyle:
Küçükken yüzdüğüm, dedemin serpme ile kefal avladığı derenin yanına artık kokudan yaklaşılmıyor.
Sonbaharda beni her okul çıkışında yakalayan, otobüs durağında pantolon paçalarımı sırılsıklam yapan uzun yağmurlar gitti, yerine aniden şiddetle gelen sonra aniden biten yağmurlar geldi.
Kovalarla tuttuğumuz bazı balık türlerini artık hiç avlayamıyoruz. Diğer balık türlerinin tümünde azalma oldu. Annemiz zamanında kayık dolusu avlanan balıklar efsane oldu.
Lise yıllarında temizliğinden emin olduğum deniz altındaki kumluk bölgeler şimdi ince pis renkli yosunumsu bir tabakayla kaplı.
Ben askerdeyken okumuş takımından bir İstanbullu boğazda denize girebilmenin lüksü ile Egelilere hava basıyordu.
Sayamadıklarımı siz söyleyin, sonra da şu sorunun cevabını arayın derim: Bu tahribatın sebebi doğayla tüm ilişkisini koparıp mutlu olma adına daha çok tüketim sarmalına kapılmış bizler değil miyiz?
Haksızlık etmeyelim doğayla tüm ilişkimizi koparmadık. Meselâ meşhur ressamlarım doğa ile ilgili resimlerini çok seviyoruz.
Seyit Balkuv - 28 Kasım 2009 (00:11)
Dünya yaklaşık 4. 5 milyar yıl yaşındadır. Dünya soğuyup ilk canlılar oluştuktan ya da ilk canlılar evrenin başka bir köşesinden dünyaya geldikten sonra evrim başladı. İlk atmosferde oksijen yoktu, ama karbon dioksit bol miktarda, bugünkünden çok daha bol miktarda vardı. Fotosentez yapabilen, yani güneş enerjisini ve karbon dioksiti kullanarak şeker üretebilen, atık madde olarak da doğaya oksijeni bırakan bakteriler ortaya çıktılar. Bu atık madde, yani oksijen, doğada birikti, birikti; ve dünyanın canlılar tarafından ortaya çıkarılan ilk büyük çevre felâketine yol açtı. Oksijensiz atmosfere uyum sağlamış canlılar için oksijen bir zehirdir; oksijenli ortamda büyük çoğunluğu yok oldular. Oksijenli ortamda yaşayabilen canlılar doğa tarafından seçildiler.
Sonrasında evrim hızlandı. Çok hücreli canlılar ortaya çıktılar. Karada yaşam başladı. İnsan iki ayağı üzerine kalktı. Ve bugüne geldik.
Peki biz şimdi ne yapıyoruz? Diğer hayvanların yaptığının aynısını yapıyoruz: Canlıların içindeki karbon içeren maddeleri ve havadaki oksijeni tüketiyor, bitkilerin tükettiği karbon dioksiti atmosfere tekrar kazandırıyoruz. Kısacası karbon çevriminin bir parçasıyız. Diğer hayvanlardan daha fazla karbon dioksiti nasıl atmosfere salabiliyoruz? Yüz milyonlarca yıl önce ölen bazı canlıların içindeki karbon yer altında hapsolmuş, kömür ve petrol yataklarını oluşturmuştur. Biz bu hapsolmuş, ama geçmişte atmosfere ait olan karbon atomlarını yeryüzüne çıkarıyor, oksijenle birleştirip atmosfere bırakıyoruz. Bu biz insanlar için kötü olabilir mi? Evet, olabilir. Ama bütün canlılar için olamaz! Karbon dioksit fotosentez yapan canlıların besinidir; biz onların besinini arttırmış oluyoruz. Ne yaparsak yapalım karbon çevriminin dışına çıkamıyoruz.
Dünyanın tarihinde değişmeyen tek şey değişimin kendisidir. Biz canlılar da, eğer varlığımızı sürdürmek istiyorsak, bu değişen koşullara uyum sağlamak zorundayız.
Levent Yaycı - 29 Kasım 2009 (00:25)
Yapmayın Levent Bey, 4. 5 milyon yıldır dünyanın başına gelen anlattığımız büyük değişimler veya dünyaya çarpan bir meteor, depremler, volkanlar gibi dünyada büyük tahribata sebep olan olaylar elbette doğal kabul edilebilir.
Ama dünyayı özellikle şu son 200 yılda bu hale getiren insanoğlunun yaptıkları için nasıl oluyor da "biz de diğer hayvanların yaptığını yapıyoruz" deyip bunu doğal bir süreç gibi ifade edebiliyorsunuz, doğrusu şapkam yerinden fırladı.
O diğer hayvanlar bilmem kaç milyon yıldır dünya onlara ne verirse onunla yaşıyor, kaynaklar artınca çoğalıyor kaynaklar azalınca küçülüyor. O hayvanların hiç biri karnını doyurma sebebinin dışında hemcinslerini veya başka cinsleri acımasızca öldürmüyor, korkunç bombalar kullanıp gözünü kırpmadan iki yüz elli bin kişiyi bir anda yok etmiyor.
Diğer canlılardan farklı olarak insana bahşedilen akıl, vicdan gibi özelliklerin geri ödemesi tabiatın sesine kulaklarımızı tıkama, onu bu derece arsızca tüketme ve kirletme ve neticesinde öfke ve nefretle yaşayan yığınlar mı olmalıydı?
Yoksa hepsi iyi çocuklardır mutlaka ama bana ne oksijenden, karbondioksitten, itterbiyumdan? Yolda görsem tanımam.
"Bırakın her şey olacağına varır" demek istiyorsanız bu kadar edilgenlik ancak ıspanak sebzesine yakışır gibi geliyor bana. Yok, dünya kaynaklarını arsızca tüketen rahatsız vicdanlara merhem arıyorsanız mantık sınırlarını zorlayıp olmadık çıkarımlara varmaya çabalamaktansa bu konulara hiç kafayı takmamak daha iyidir bana göre.
Seyit Balkuv - 30 Kasım 2009 (21:33)
Fabrikada asit havuzu taştı. Ustabaşının talimatı ile süpürgeleri alıp koştuk, taşan asiti yağmur giderine süpürmeye başladık. Sahada dolaşan çevre mühendisi bizi gördü. "Ne yapıyorsunuz bu iş öyle mi olur" diyerek tartışmaya başladık.
"Evet bu böyle yapılmamalı biliyorum da ustabaşı böyle söyledi" dedim ve ekledim "ben doğayı bu fabrikadaki herkesten hatta sizden bile çok düşünüyorum. Öyle ki işsiz kalmak pahasına zaten çevreyi çok fazla kirleten bu fabrikanın kapatılmasını isteyecek kadar."
O ise fabrikanın ülke için gerekliliğinden söz etmeye başladı. "Bak" dedi "kaç bin kişiye iş sağlıyor, olur mu öyle şey fabrika kapanır mı" dedi.
Açıkcası cahilliğimden ve düşüncelerimi sözlü ifade etmekte zorlandığım için pek lâf yetiştiremedim. Fakat şunu söyledim. "Fabrika hem çevreyi kirletmesin hem de ben işsiz kalmayayım diyorsunuz, yani ne şiş yansın ne kebap yansın öyle mi" dedim.
Bu ve daha başka konulara olan karşı çıkışlarımdan dolayı işten çıkarıldım ve şu an işsizim.
Diğer konuları belirteyim söz açılmışken.
Ustabaşının yukarıdakilere yaranmak için biz işçilere baskı yapması. "Daha çok çalış daha hızlı çalış" gibi. Anlayacağınız hep başımızda dikilir elinde bir kamçısı eksikti.
Bunlara karşılık elimden gelenin bu olduğunu daha fazlasını yapamayacağımı hiç kimsenin sekiz saat aynı hızla çalışamayacağını nazikçe belirttim. Fakat ne fayda. Baskı daha da artıyor. Çünkü fabrikada bir tek ben vardım itiraz eden. Diğer işçiler bunu görünce bir gayretleniyor ki adamlara iş dayanmıyor. Bizim işçi de pek yalaka…
Hakan Sümer - 27 Aralık 2011 (03:47)
Sayın Balkuv'un şu tespitlerine yürekten katılıyorum:
"Kaldı ki, medyanın kendisi de tüketimle besleniyor. Örneğin gazeteler tirajını arttırmaya çalışıyor. Böylece hem tirajdan hem de tirajın getirdiği yağlı reklâm pastasından mümkün olduğu kadar çok pay almaya çalışıyor. Yani ikinci sayfasında tam sayfa otomobil reklâmı alan bir gazete ana sayfasında nasıl olup da "araba almayın, çünkü yakıt tükettikçe dünyanın yok oluşuna katkıda bulunuyorsunuz" diyebilir ki?"
Sistemden nemalananların bize acı gerçekleri söylemesini beklemek nafile. Belgesellerde görüyoruz, şirketlerden aldıkları avantaların hatırına bilimsel gerçekleri çarpıtan, utanmayan, menfaatçi bazı uzmanları.
Sait Erdinç - 31 Mayıs 2020 (16:17)
Seyit Balkuv neler yazdı?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.