Patronsuz Medya

Üçü de mi masum yani?

Hülya Yalçın - 4 Mart 2014  


Annemle beraber olduğum o eşsiz zamanlarda, hava da kötüyse genellikle televizyon karşısında laflayarak vakit geçiriyoruz. Dünyanın en güzel saatleri, en doyulmaz anları benim için.

Bebekliğimin, çocukluğumun, hayatımın sebebi, iki canımdan biri. Çoğu kişinin evinde de olduğu gibi ekrandaki konulara direkt evden müdahale yöntemini elbette biz de kullanıyoruz. Türk toplumuna özgü olduğu söylenen bu tarza "televizyonla kavga etmek" de denilebilir. Eğlenceli bir şey aslında.

Böyle zamanlardan birinde yine birlikte takip ettiğimiz bir dizi filmi hem seyrediyor hem laflıyorduk kendi halimizde. Gece çökmüş, çaylar taze, daha ne olsun.

Neyse, konu öyle bir yere geldi ki, aynı aileden hem ailenin babası, hem büyük oğlu, hem de küçük oğlu aynı zamanda tutuklandı ve hapse girdi. Annemin bu haksızlığa tabii ki tepkisi oldu.

Bin bir türlü oyun, algı yanıltmaları ve elbette senaryo gereği oluşan bu duruma üzülüyordu.

Hemen aklıma gelen soruyu soruverdim ben de; " Şu an komşularımızdan birinde aynı olay yaşansa, böyle mi düşünürdün?" dedim.

"Yani vardır tabi bir şeyleri, durduk yerde üçünü de hapse atmayacaklar ya" diye masumca cevapladı.

"Peki bu filmdekiler için neden tepki verdin o zaman?" deyince de; " burada neler yapıldığını tek tek gördük, nasıl yaptıklarını biliyorum da ondan" dedi.

Demek ki bilmediğimiz şeyler konusunda müspet hükme varmadan önce menfî hüküm kurmamız konusunda toplumsal bilinç altımız iyi çalışıyor. İnsanın masumiyetinden önce suçluluğu öğretilmiş hepimize demek ki. Kaldı ki annem yeryüzünün olup olabilecek en melek insanlarından birincisidir bence. Ve O bile…

"Üçü de mi masum yani" denilince, "evet neden olmasın üçü de masum olamaz mı" diyebilecek kadar inancımız olsaydı keşke. Adaletten bu kadar emin olabilseydik.

Üzülüyor insan elbette.

Bir başka sinema filminde işkence gören gence, üstten bir tavırla "niye gelip beni alıp bunu bana yapmıyorlar, demek ki var senin bir suçun" deyişini takiben, aynı işkence yerinde kısa bir süre sonra karşılaştıklarında mahcubiyetle o gençten özür dileyen emekli öğretmen sahnesini de hiç unutmam bu nedenle. (Eve Dönüş filmi)

Biz bunları konuşurken dizi devam ediyor tabi. İçerdeki insanlara ulaşmak isteyen yakınlarının yaşadığı sıkıntılar başlıyor. Bir türlü göremiyorlar yakınlarını. Ancak tanıdık biri araya girip birazcık yardımcı olunca görüşebildiler.

Annem bu kez "ah ah, işte her yerde bir tanıdığın olacak ille de" diye hayıflandı.

Bu sefer ona bir şey demeden çayları tazelemek için mutfağa doğru yürürken içimden konuştum; "Ah annem, her yerde adalet olsaydı, ne tanıdık gerekirdi, ne böyle çaba" dedim.

İçimden…

Sonra o bitti, biz başka şeyler konuşmaya devam ettik, köylerden, eskilerden, komşulardan, ortaokul liseden, İstanbul'dan falan. Ama hâlâ "her yerde adalet olsaydı, başka ne gerekirdi ki" diye düşünüp durdum gece boyu.

İçimden…

Yorumlar

Costa Gavras'ın Z (zet) filminin sonlarına doğru, yasa dışı faaliyetlerinden dolayı sorgulanan generallerden biri, savcının makamından çıkarken karşısında bulduğu gazetecilere öfkeyle "Dreyfus tabii ki suçluydu" diye çıkışır ve -kendinden öncekiler gibi o da- kilitli kapıya doğru hamle yapar. (Dreyfus davasını ve taşıdığı simgesel değeri merak eden netten araştırabilir, burada ayrıntısına girmiyorum.)

Şunu söyleyebilirim: Keşke toplumun tüm kesimlerinin üzerinde mutabakata varabildiği ortak bir "adalet" kavramımız olabilseydi, ama yok. Bir kesim için adalet olan şey, diğeri için zulüm olabiliyor.

Galiba "demokrasi" dediğimiz şeyin değeri de bu değerler farklılığının yaratabileceği kaba tahakküm ve zulüm riskini en aza indirebilme, azınlıkta kalanların seslerini ve şikayetlerini duyurabilmesine de imkân sağlayabilmesinde yatıyor.

Tüm gücün ve hukukun tek bir muktedirin iradesine bağlandığı rejimler, keresteden totem yontmaya yatkındır. Kalsın, almayalım. Bizim buralarda kaliteli kereste yetişmiyor pek. İsveç'ten çam ithal etmek de pahalıya gelir şimdi.

Durmuş Düşünür - 5 Mart 2014 (13:53)

Adalet gerçekten olsaydı, belki de insanlar onu bulabilmek adına bu kadar çabalamazlardı, zaten olurdu…

Zeynep Somay - 5 Mart 2014 (19:41)

{Hoşuma giden bir laf vardı: Sonuç, düşünmekten bıktığın noktadır gibisinden bir laftı. Bu konuda düşünmekten yorulduğumda vardığım noktayı paylaşmak isterim. Adalet kavramının "fırsat eşitliği"nin sadece kavramsal olarak var olabilmesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Yani "adalet" kavramının annesi "fırsat eşitsizliği" bence. Fırsat eşitsizliği her "şey" in doğası gereği var olan bir durum olduğu için de "adalet" in asla tanımlanamayacağını ve var olamayacağını zannediyorum. Fırsat eşitliğinin olduğu bir başka boyutta var olsaydık, "hırsızlığın bir cezası olmalı" anlamındaki adalet anlayışı elbette yine olacaktı ama kelime adalet değil başka bir (daha dar anlamda) kelime olacaktı. Çok saçma görünmüş olabilir, bir örnek vermek istiyorum: Şu anki reel yaşam formunda A şahsının malına özenip hayatın ona adaletsiz davrandığını düşünen milyonlarca B şahsı var malumumuz. Fırsat eşitliğinin olduğu bir formdaki düşünce evreninde bu düşünce olamayacaktı.} sonra bi uyandım, öğlen olmuş O_o

Kereste Adam - 6 Mart 2014 (13:14)

Elbette mutlak adalet sadece hafızalarımızda şekillenen muhteşem bir şey olabilir. Ancak kamu vicdanının, birey vicdanının sürekli yaralı olduğu; bir türlü oh be, işte bu, diyemediği her olayda adaletsizlik çıtası da yükseliyor.

Adalet ve "temel eşitlik prensibi" birlikte olursa, olabilirse, oldurulabilirse; işte o zaman gerçek bir huzur ve adaletten bahsedilebilir. Herkese aynı oranda dağıtmak, adalet değil, sadece "yeknesak eşitlik" olabilir.

Ama herkese ihtiyacı ve doğası gereği ihtiyacı olan oranda dağıtmak, kimsenin ruhunu, vicdanını yaralamadığı gibi, "adalet" duygusunu da tatmin eder. Bunu istemek, isteyebileceğinin bilincinde olmak da tabii ki toplumun ödevi.

Değerli katkılarınız için teşekkür ederim.

Hülya Yalçın - 11 Mart 2014 (00:39)

diYorum

 

233
Derkenar'da     Google'da   ARA