Ateşim var. Başım, boğazım ağrıyor. Burnumun arkasından, gırtlağıma kadar bir kaşıntı, bir yanma. Burnum akıyor. Silmekten, burun deliklerimin çevresi yara oldu. Arada bir krem sürüyorum. Kanıyor yoksa.
Kanepede uzandım, elimde uzaktan kumanda, bilinçsizce televizyonda kanal değiştiriyorum. Kaç yüz kanal varsa zıkkımda? Bakıyorum, "Eee, bu kanala daha önce de baktıydım, hepsini gezip geri mi geldim ki?" filân gibi şapşal sorular soruyorum kendime.
Arada, uyukluyorum sanki. Üstüme küçük bir battaniye örttü, sevgilim. Sıcak da mayıştırıyor.
* * *
Troleybüsten 6. durakta iniyorum. Ulus'tan buraya gelmem ne kadar sürdü ki? Belki 40 dakika, belki bir saat! İki defa boynuzu düştü zıkkımın. İlkin itfaiye meydanından sola dönerken, sonra 1. durakta. Bir de tıklım tıkış dolu. Leş gibi ter koktuğuma mı yansam, geciktiğime mi?
Karşıya geçiyorum. Polis karakolunun önünden aşağıya, İvedik caddesine doğru yürüyüp, ikinci sokaktan sağa dönüyorum. Kasap, manav, kırtasiye, fırın orada duruyor. Karşısı, babannemlerin evi. Fırını hatırlıyorum. Küçük sandviç ekmekleri vardı. Tazeyken alır, arasına peynir, domates, taze soğan koyarsın. Nasıl güzel ikindi üzeri yemesidir o, nasıl güzel?
Ama babaanem, halamlar burada otururken ben çocuktum. Babaannem öleli 25 yıldan fazla oldu. Bu evden taşındıktan yıllar sonra öldü babaannem. Niye gidiyorum ki o eve?
Gecikmişlik duygusu niye ki?
Fırının yanındaki apartmanın bahçe duvarı önünde 3-4 çocuk var. Duvarın üzerine kitaplar dizmişler. Bakıyorum. Kinova var, Teks var, Kızılmaske var. Aaaa! Karaoğlan var. Ders kitapları var. Birine bakıyorum. Çocuk, "içine hiç yazmadım abi, tertemiz" diyor. Hangi kitap kimin, belli olsun diye kitap dizileri arasına küçük kartonlar koymuşlar. Üzerlerinde bozuk paralar var.
Karşı kaldırıma geçip, bahçe kapısını iteliyorum. Dut ağacından yere dökülmüş bir dolu meyve, yaprak. Üzerlerine basılmış, çevreyi kirletmiş. Ama mis gibi kokuyor. Dallar sarkmış. Yapraklar gözümün önünde. Tırtıl bakıyorum üzerlerinde. Var mı acaba? Göremiyorum. Çocukken "üzerime düşerse" diye ödüm patlardı.
Kaldırımla evin arasında bir boşluk var. Hemen kapıyı geçince, soldan aşağıya, merdivenden inerken çevreyi dinliyorum. Tanıdık ses yok. Ama koku nasıl tanıdık. Hafif bir rutubet kokusunun yanı sıra, taze ekmek, tereyağı, soğan… Yemek yapılıyor. Taze fasülye mi acaba? Babaannem çok güzel dible de yapar. Fasülye diblesi (bilenler bilmeyenlere anlatsın).
Sokak kapısı aralık. Giriyorum içeri. Ayakkabılarımı çıkarıyorum. Yerler mozaik taş. Terlik bakıyorum ama, yok. Taşlar serin.
İçeriden radyonun sesi geliyor:
"Kışlalar doldu bugün
Doldu boşaldı bugün
Gel kardaş görüşelim
Ayrılık oldu bugün"
Neriman Altındağ Tüfekçi'nin sesi değil mi o?
Radyo, o radyo mu acaba? Büfenin üzerinde duruyor olmalı. İki tarafında sarı sırmalı dokumalı bir kaplama ile örtülü hoparlörler, önde, ortada 5 adet inci beyazı renkte, küp şekilli düğmeler var. En sağ baştakine sertçe basarsan radyo açılır. Ama ses hemen gelmez. Bekleyeceksin. O düğmelerin üzerindeki ekranda, istasyonları gösteren cetvelin önünde, hareketli kırmızı ibrenin altındaki ışıklı gösterge tamamen aydınlanınca sesi duyarsın. Diğer düğmeler işte uzun dalga, kısa dalga, çok kısa dalga filân için. Gene o düğmelerin iki yanında yuvarlak iki düğme daha var. Biri ses ayarı yapar, diğeri istasyonu seçer. İstasyon seçiciyi hızlı çevirirsen eğer, "cıvv, cıvv" diye tuhaf sesler duyarsın.
Bu geç kaldım duygusu ne ki?
Mutfağa giriyorum. Solda tel dolap var. Yanında duran, çiçekli basma kumaştan örtü ile kaplı, raflı dolabın üzerindeki sert plastikten ekmek kutusunu açıyorum. Taze ekmek var, bembeyaz. Kenarını koparıp, ekmek kutusunun kapağını kapatıyorum.
Tel dolapta beyaz peynir ve siyah zeytin tabağı duruyor. Alacağım tabakları, ama susadım. Boğazım kupkuru. Ağrıyor da. Önce su içeceğim. Peynir tabağının yanında bakır maşrapa var. Onu alıyorum. Tel dolabın kapağını kapatıyorum. Tahtadan kiliti çevirip, "kitliyorum" dolabı.
Dolabın diğer tarafında su küpü var. Ağzı melâmin bir tabakla örtülü. Açıyorum, maşrapayı suya daldırıyorum. O suyun kokusunu unutmam mümkün mü? 40 yıl oldu herhalde o eve son gidişimden bu yana. Maşrapadan bardağa boşaltıyorum suyu. "Maşrapayı tel dolaba kaldır!" diyor iç sesim. Çocukluğumdan gelen bir ses o; yaşlı, çok yaşlı.
Bardağı elime alıyorum. Su içeceğim.
Geç kaldım ama, neye geç kaldım?
* * *
Elimdeki bardağın serinliği ve sevgili karımın "al canım!" seslenişi ile kendime geliyorum. Ağzım, dilim kurumuş. Suyu içiyorum kana kana. Terlemişim. Hasta halinle uyursan televizyonun karşısında olacağı bu.
Rüyaları tamamen fizyolojik bir olay olarak gören bilimsel (aktivasyon - sentez teorisi) yaklaşım, REM uykusu sırasında, beynimizin bazı kısımlarında yoğun bir enerji oluştuğunu, bu enerjinin yarattığı tesadüfi bilginin belleğimizde önceden var olan anılarla bir araya gelerek, sonuçta bir rüyanın sentezlendiğini öne sürüyor. İyi de 40 yıl öncenin Yenimahallesine ben niye ışınlandım ki, şu kısacık uyku sırasında. Hangi hafıza hücrelerini gıdıkladı bu virüsler?
Bir de Freud'un teorileri var galiba bu rüya işleri ile ilgili, ama hiç girmeyeyim diyorum o konuya.
Oooof, başım ağrıyor zaten, ben ne diyorum yahu?
* * *
Şimdi sorsam sevgili karıma, "maşrapayı gene tel dolaba koydun değil mi?" diye, ne düşünür acaba?
Geçmiş, bu arada, geç kalmışlık duygusu.
Çok sevdim yazınızı, anneannemin evine gittim ben de bir anlığına… Çok ama çok geç kalmışlık duygusuyla. Teşekkürler.
Figen Daban - 6 Mayıs 2012 (00:12)
Ağzı melâmin tabakla kapalı su küpü çocukluk hatıralarımdan bir dizi fotografın zihnimden geçmesine yol açtı. Ortak arkadaşımız Bilgehan, bu anı ateşleyicilere 'hatıra fişekleri' diyor. Evet günün herhangi bir anında hiç olmayacak bir çocukluk ya da ilk gençlik anısı adeta bir işaret fişeği çevreyi aydınlatmışçasına parlıyor. Bir süre sonra da sönüyor. Ateşli gecelerin gösterdiği eflâtun rüyaları bir eyyam önce bu sitede bir yazı ile anlatmıştım. Bu yazıyı okuyunca ne çok ortak anımız olduğunu düşündüm.
Yazı yine usta işi olmuş. Takdiri elbette bana düşmez ama gündelik yaşam içinden sıradan anları basit kelimelerle anlatmanın edebiyatın en zor yapılabilen cinsi olduğuna inanırım. Son zamanların medyatik yazarlarının cümleleri parlata parlata bir hal oldukları kompozisyon ödevi kılıklı yazılarının yanında yazdığın metin ışıldıyor.
Zor yolu seçtin be dostum. Şimdi anlattıkça anlatasın gelecek. Zehirlendin. Çıkışın yok.
Ahmet Faruk Yağcı - 6 Mayıs 2012 (00:30)
Ahmet Faruk üstad, çocukluğumuzun ve ilk gençliğimizin anılarını tadına doyulmaz bir güzellikte anlatan yazılarınız bence rakipsizdi. Ama şimdi sıkı bir refikiniz var. Bundan şahsen çok memnunum. Dilerim, bu tatlı "rekabetten" -arayı soğutmadan- bol bol Ahmet Faruk Yağcı yazısı çıkar, arada biz nasipleniriz.
Necdettin Efendi (Gaz verme ustası) - 6 Mayıs 2012 (09:46)
Figen hanım, teşekkür ederim. Sevindim beğendiğinize.
Ahmet Faruk hocam, sevgili kardeşim, her zamanki gibi sırtımı sıvazlamış, destek olmuşsun. Teşekkürler. Beni zehirleyenin zat-ı aliniz ve yazılarınız olduğunu, ispiyonlamak istiyorum cümle aleme.
"Usta işi" demişsin yazı için. Aman hocam, esin kaynağım olan o enfes yazılarının yanında çırak bile sayılmayız. Sağol!
Üstadın belirttiği gibi yeni esin kaynağı yazılar bekliyoruz. Duru Türkçeni, lezzetli anlatımını çok özletme.
Melih Özel - 6 Mayıs 2012 (10:14)
Tadını ve yapımını bilen biri olarak, fasulye diblesinin tarifini vereyim.
Malzeme: Taze fasulye, kuru soğan, çok az pirinç, az sıvı yağ, tuz, tahta kaşık.
Fasulyeler -ve isteğe bağlı olarak, havuç- yıkandıktan sonra ufak ufak doğranır. (Ne kadar ufak o kadar iyi.) Islak ıslak tencereye konur.
Soğan ince ince kıyılır, tenceredeki fasulyenin üst kısmı elle biraz çukurlaştırılıp, oraya çiğ çiğ gömülür.
En üste de yıkanmış pirinçler eklenir.
Karışımın üstünde çok az sıvı yağ gezdirilip ve yeterince tuz serpilip, tencere ateşe konur (kapak kapalı).
Püf noktaları:
Aman haa, tencereye su eklemeyin. Fasulyenin ıslaklığı ve pişerken salacağı su yeterlidir. Aksi takdirde, pişen şey dible değil çorba olur.
Pirinç çiğken az görünür, ama pişince şişip çoğalır. O nedenle, pilav gibi olmaması için, sahiden de çok az konmalı.
Dible, (aslında tüm sebze yemekleri) harlı ateşte pişerse diri diri olur. Ama bu risklidir, kaşla göz arasında dibi tutar. O nedenle, gidip gelip kontrol etmek lâzımdır. Ama gene de dibi tutarsa, yapılacak şey yok, yanık kısmı tencerenin kısmeti.
Tahta kaşık süs olsun diye var. Dibleyi yaparken karıştırmamak gerekir. Diriliği gider. Arada bir tencereyi kulpundan tutup sallamak yeterli.
Fasulye, çok çabuk pişen bir sebze olmadığından, kontroller sırasında onun pişip pişmediğine bakmak yeterli, diğer sebzeler her halükârda pişer zaten.
Piştiğine kanaat getirince, ateşi kapatıp, diblêyi başka bir kaba almak ve üstüne biraz eritilmiş tereyağı eklemek iyidir. Hem dible buhar fazlasını havaya salar, daha da dirileşir (hatta beş on dakika beklemek gerekir yemeden önce), hem de sonradan dibinin tutması riski ortadan kalkar.
Dible, hem sıcak hem de soğuk yenebilen bir yiyecektir. Yemek olarak da yenilebilir, çayın yanında atıştırmalık olarak da. İddiasız görüntüsüne aldanmamak lâzım, bir kez yiyen tabağını tekrar tekrar doldurur. Sofraların gözdesidir. (Bu arada, dible kelimesinin sonundaki "e" uzatılarak söylenir.)
Ben sadece fasulye diblesinin tarifini verdim, ama aynı tarif, ufak tefek farklarla, (kara -ve beyaz- lâhana, kabak, turşu, patlıcan, pezük, galdirik, menevcen, vs) aklınıza gelebilecek daha bir sürü sebzeden yapılabilir.
Tabii ki hiç biri lezzet konusunda ablamın patlıcan diblesiyle boy ölçüşemez.
Necdettin Efendi Lokantası - 7 Mayıs 2012 (13:04)
Üstad, hayranlıkla okudum. Bu kadar olur! Benim diyen ev hanımlarının bilmediği bir yemeği, çok güzel tarif etmişsiniz.
İki küçük eklemede bulunabilir miyin, naçizane:
Babaannem fasulyeleri doğrarken, boyunun uzunluğuna göre iki ya da üç parçaya doğradıktan sonra, uzunlamasına ama yarısına kadar çentik atacak şekilde keserdi (dilerdi demek daha doğru olur herhalde). Gerekçesi, böyle daha iyi pişiyor olması idi.
Birazcık dibinin tutması kötü de olmaz; oluşan koku lezzete katkı sağlayabilir.
Derkenar'da hayata dair her şey var, görüldüğü gibi. Bizi de "sadakatle" kendisine "bağlıyor", böyle olunca.
"Semper Fidelis"
Melih Özel - 7 Mayıs 2012 (14:24)
Melih Hocam, doğrudur; zor pişen sebzeleri daha ufak -veya ince- parçalara doğrayarak pişme süresi azaltılabilir. Böylece diblenin içindeki pirinç, soğan ve havuçun da fazla pişip jöleleşmesinin de önüne geçilmiş olur.
Bu arada, tarifi 15 yıl önce resimli ve hikâyeli bir yemek kitabı yazıp bazı nedenlerle yayınlatmaktan vazgeçmiş bir yakinimden aldım (isminin baş harfleri N. Ş.) ki, kendisinde daha envai çeşit orijinal yemek tarifleri ve püf noktaları mevcuttur.
Büdütör - 7 Mayıs 2012 (15:35)
HER DEM YENİMAHALLE…
Herkes tanır seni, herkes bilir birbirini.
ÇOCUKLUK; Annen seslenir "git 5'den domates al" … Abla, abilerinle dolaşırsın. Onlar istemez seni sen takılırsın peşlerine, 5. durağı keşfe…
ERGENLİK; Tek adresin 5. durak olur.
- Nerde buluşalım?
- 5'de.
- Nereye gidiyorsun?
- 5'e.
Elinde Vardar dondurması, turlarsın 5. durağı. Dondurma erimeden, alırsın çekirdeğini Erfu'dan oturursun. Dedeler parkına çekirdek keyfi…
Sanki bütün Ankara 5. durakta…
Neşe Yakıcı - 8 Mayıs 2012 (12:43)
Sevgili Melih Özel ve yorum yapan değerli insanlar, kimbilir benim gibi kaç kişiyi daha anılarımıza götürdünüz getirdiniz. Saygıyla…
Ahmet Oğuz - 9 Mayıs 2012 (08:49)
Seksenli yılların ortasında, yaşlıca bir komşu teyzenin mutfağındaki içi sırlı küpten içtiğim suyu hatırladım. Bardak kırk, ben oniki yaşındaydım o zaman. Soğuk, toprak kokulu suyu tekrar içmiş gibi oldum yazıyı okurken. Elinize sağlık.
Yenimahalle denince aklıma, neredeyse bütün evlerin ve sokakların birbirine benzediği ve tabi 8 yıl boyunca orada oturmuş halamları "her" ziyaret edişimde evlerini bir türlü ilk seferde bulamayışım gelir.
Yine böyle belki yarım saat aradıktan sonra evi nihayet bulup kan ter içinde içeri girdiğimde eniştem şöyle demişti: "Sana bir pusula almak lâzım. Doğum günün ne zamandı?" Bunun benim yön bulma problemimle ilgisi yoktu halbuki, sahiden her yer birbirine çok benziyordu. (:
Diblee tarifi ile ilgili ufak bir eklenti yapayım. Yağını, pişirirken değil de ocaktan almadan beş dakika önce eklerseniz ve sıvı yağ yerine eritilmiş tereyağı kullanırsanız çok daha lezzetli olur.
Fersan Cevriye - 9 Mayıs 2012 (12:30)
Yenimahalle yaşantıları, çocukluk yıllarımın çok güzel bir anı yumağıdır.
Sevindim benim gibi düşünenler olmasına. Hele Vardar'ı, Erfu'yu filân da hatırlayınca…
Evleri karıştırma konusunda benim de maceralarım var. Çünkü, görmeyene anlatmak çok zor, gerçekten birbirine benzeyen sokaklar ve evler vardı orada. Sokağa girince, Gürler sokak mı, Coşkun sokak mı diye şaşırdığım çok olmuştur.
Bu fasulye diblesi konusu da insanın ağzını sulandırıyor. Ben nasıl yapıldığını çok bilmem, ama yemesini çok severim.
Annem de eşim de bu yemeği kayınvalidelerinden öğrenmişler (annem baannemden, eşim de annemden). Eşim, pirinci koymadan önce, miktara göre bir kaç domatesi rendeleyip koyarsanız, güzel olacağını söylüyor. Hem de pişme sırasında domatesin önce sulanacağını, sonra suyunu çekeceğini hesaba katarsak, dibinin tutmasına da engel olur(muş). O da kayınvalidesinin yalancısı valla!
Afiyet olsun.
Melih Özel - 9 Mayıs 2012 (16:37)
Madem konu yemekten açıldı, bir tane tarif daha vereyim. Bu da en az dible kadar- hatta ondan da leziz.
O da dible gibi, sıcakken başka, soğukken başka güzeldir.
Adı: Turşu Kavurma.
Bizim Giresunlular bunu özellikle fasille turşusundan yaparlar ama ben şahsen marketten alınmış karışık turşuyu tercih ediyorum. Neden dersen, bu turşular hem çok asitli hem de lezzet fıkarası oluyor. Ne var ki, aşağıda vereceğim tarifle inanılmaz bir değişime uğrayıp, enfes bir iştah açıcıya dönüşüyor.
Tarif epeyce karmaşık: Kavanozdaki turşu, sudan geçirilip doğrama tahtasında ufak parçalara bölünür, önceden kıyılmış soğanla birlikte, sıvı yağda kavurulur.
Afiyet şugır olsun.
Necdettin Efendi Lokantası - 9 Mayıs 2012 (18:39)
Melih Bey, bu muhteşem yazınız ile benim de geçmişe ve bu semte ait özenle muhafaza ettiğim değerli anılarımı depreştirmiş bulunuyorsunuz. Buyurunuz ben de sizin için Ahmet Faruk üstadın deyimi ile yeni "hatıra fişekleri" ekleyeyim.
O tel dolabın tam karşısında mozaik taştan bir mutfak tezgâhı bulunur. Bulaşık yıkanan tekne kısmı hariç taşın büyük bölümünün üstü muşamba kaplı. Altta bugünün alt dolap kapaklarının yerine ipe geçirilmiş bir bez perde. Perdenin arkasında sanırsam tahtadan bir raf, üstünde ve altında aluminyum veya kalaylı bakır tencereler, kap kacak, sahan, tepsiler, pirinç havan, ızgara teli ve benzeri mutfak edevatı. Bulaşık yıkanan bölümde duvarın önünde açıktan boylu boyunca gelen borunun ucunda bir sarı musluk. Bunu fazlaca açarsanız borudan "daarrrrrr" diye bir ses geldiğinden midir nedir su hep tasarruflu kullanılır. Aslında her şey tasarruflu kullanılır, her şeyin kıymeti pek bir bilinir o yıllarda.
Banyoda suyu ısıtmak için odun yakılan alt kısmı döküm, üstteki su deposu da bakırdan mamul termosifon kullanılır. Odunlar tutuşturulup da su ısındı mıydı termosifonun önündeki büyük kazana sıcak su doldurulur. Termosifon ve içindeki su öyle sıcak olur ki parmaklarınla biraz soğuk su serpsen anında "cıss" diye buharlaşır. İçerisi hamam gibi olur diyemiyeceğim, çünkü hamamdır zaten. Bazı evlerde su kazanı yerine hamamdakine benzer kurna olduğunu da hatırlıyorum. Bu banyoda tasla su dökünerek yıkanmamın keyfi hiç bir duşta, saunada, SPAda bulunmaz inanın.
Evlerin hemen hepsi sobalı, arka bahçeli ve iki katlıdır. Genelde ev sahibi üst katta oturur, alt katta eşiyle cocuğuyla oğlan/kız veya kiracı oturur. Kışın o sobanın üzerinde çaydanlık ve yatırılmış maşa üzerine dizilmiş kızarmış ekmek olur sabahları. Yazın kahvaltılar bahçede yapılır. Bahçede hemen herkesin meyva ağaçları, gül fidanları, çiçekleri, hatta bazılarını kümesi vardır. Simitçi, eskici, tabakçı ve hurdacı en sık geçen sokak esnafıdır.
Sokak Davulcusu - 14 Mayıs 2012 (11:59)
Ben o radyoların içinde çok adam aradım…Özellikle saz heyetini ve şarkı söyleyeni bir görebilseydim… Eline sağlık…
Hale Kürklü - 15 Mayıs 2012 (19:33)
Derkenar'da yemek tarifleri ile ilgili bir seksiyon olsa ne güzel olurdu. İnternette bir yemeğin tarifini aramak büyük eziyet, özellikle Türkçe sitelerde. Tarifler ya anlaşılmıyor ya da hatalarla dolu. Düzgün bir tarif buluncaya kadar insanda iştah kalmıyor.
Tavuk Pilav - 16 Mayıs 2012 (11:26)
Aaahh yenimahalle… aklımda kalanlar; dünyanın hiç bir yerinde tadamadığım dondurma vardar ve çınar fırınının sütlü ekmeği ve uğrak kuruyemiş ve mis baharat (yok yok amca) ve yeni mandıra peynirin en âlâsı ve ve ve…… Özledim be
Ersan Türkoğlu - 19 Kasım 2013 (09:39)
Melih Özel neler yazdı?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.