Patronsuz Medya

El yazımı özledim

Melih Özel - 23 Ekim 2012  


Keşke saklasaymışım o mektupları.

İnsan bir tane bile saklamaz mı? Nereden bileceksin yılların neler getireceğini, neler götüreceğini? Ah kafam ah!

Ya yazdıklarım? Kimbilir belki de yüzlerce mektup vardır, yazdığım. Abartmıyorum. Anneme, babama, abilerime, akrabalarıma, arkadaşlarıma, dostlarıma, sevgili eşime. Saklayan olmuş mudur yazdıklarımı? Bilmiyorum.

İlk mektuplarımı kime yazdığımı tam hatırlamıyorum ama sanırım abilerime yazmıştım. Ben ortaokuldayken, ikisi de Ankara'da okuyorlardı. Arada bir yazardım. Onlardan da yanıt gelirdi. Afyon'dan giden mektup Ankara'da adrese teslim edilinceye kadar 2-3 gün geçerdi. Cevabın yazılması 2-3 gün alır, 2-3 günde de Afyon'a gelir. Demek bir hafta, on gün beklermişim "Nasılsın? Dersler nasıl gidiyor?" sorusuna cevap almak için.

Otuz yaşının altındaki dostlarımıza, kardeşlerimize anlatmak olanaksız her halde şimdi, değil mi? Üç "tık", iki "space bar", sonra "enter"! Gitti. On dakika sonra da cevabın gelir: "slm. nbr." !

Oysa kâğıda yazmak öyle mi? Beyaz kâğıdı alırsın, yazma kolaylığı olsun diye ikiye katlarsın. En üste sağ tarafa tarih yazarsın. Altını çizer, aşağısına büyük harflerle, bulunduğun şehri yazarsın.

Sonra ilk satıra hitap sözcüklerini yazarsın. "Canım ağabeyciğim", "Sevgili arkadaşım", "Bir tanem" …

Ardından, ilk satıra başlarsın ki en zor andır. Giriş cümlesi çok önemlidir. Acemiler, "Nasılsın?", "Evvela selâm eder" filân gibi klişeler kullanırken, usta mektup yazıcıları güzel başlangıçlar bulurlar.

Ayrıca yazarken mektubun görünümü de önemli. Satır yukarıya doğru kaymaya başlarsa, bütün mektup boyunca öyle gider. İlk zamanlar araya çizgili kâğıt koyardım, buna engel olmak için. Deneyimim arttıkça gerek kalmadı. Genellikle tükenmez kalemle yazardım. Dolmakalem lükstü. Kurşunkalem ise görgüsüzlük.

Yanlış yazdıklarımın üzerini çizmemi söylerdi babam, "Karalama!" derdi. Gene de karalardım, yanlış yazdığım kelime okunmasın derdiyle.

Satır başları, noktalama işaretleri, yazım kuralları… Mektup yazarken, imlâ kılavuzu kullandığımı bile hatırlıyorum. İfadelere, kelimelere, cümlelere, ama ille de el yazının düzgünlüğüne dikkat edersin. Okuyan insanın zamanını alamazsın. "Ne yazmış burada?" dememeli.

Zaman geçti, lise başladı. Yatılı okula gelince mektup yazma sıklığım ve becerim arttı. Bir yandan da el yazımı düzeltmeye çalışıyorum. Birinci sınıfta bu çabama süper bir destek geldi. Biraz zorlamalı bir destekti ama, olsun.

Haydar hoca derse ilk geldiğinde farklı birisi olduğunu fark ettik. Otuzlu yaşlarda, zayıf, uzun boylu, hareketli, enerjik birisiydi. Sesi, parmaklarının rengi ve sınıfta yürürken üzerinde hissedilen koku, çok yoğun sigara içtiğini net bir şekilde gösteriyordu. Asabiydi, çabuk kızıyordu, tepkiliydi. Ama farklılığını oluşturan özellikleri bunlar değildi.

Farklılığı, isteklerindeydi. İlk kuralı, bir lise öğrencisine kalp krizi geçirtecek cinstendi. İlk dersin başında "Defterlerinizi dolmakalemle tutacaksınız" dedi.

Efendim? Defterleri dolmakalemle mi tutacağız?

"Evet, ayrıca hem yazın dersi, hem de kompozisyon sınavlarında, dolmakalem kullanacaksınız!"

Uzun bir sessizlik oldu, biz dolmakalemle yazılı kâğıdı yazma düşüncesini sindirene kadar.

Tam kendimize geldiğimiz sırada, indirici darbeyi de vurdu: "Tabii el yazısı ile yazacağız. Matbaada çalışmıyorsunuz. Aydın bireyler olacaksınız. Kendinize özgü, kişiliğinizi yansıtacak, düzgün bir el yazınız olmalı!"

Bu arada hocanın ders boyu konuşmalarında kullandığı dilin özellikleri de dikkatimizi çekiyordu. O yıllarda yavaş yavaş yaygınlaşan ve "Öz Türkçe" diye adlandırılan sözcükleri, terimleri kullanıyor ve bizim de bunları kullanmamızı istiyordu.

"Kelime" yerine "sözcük", "cümle" yerine "tümce", "kültür" yerine "ekin", "refah" yerine "erinç" diyordu. Abartmıyordu ama, zorluyordu. Kendisini de bizi de. Dersin adına bile "Yazın dersi" diyordu. Yalnızca eski Türkçe diye adlandırılabilecek sözcükler için değil, batı kökenli olanlar için de aynı titizliği gösteriyordu.

Haydar hoca ile ilgili anlatmak istediğim asıl konu, bu dil yenileme çabasından çok, el yazısı ve dolmakalem kullanımı konusunda gösterdiği "baskı" düzeyindeki ısrar ile ilgili.

Haydar hoca birinci ve üçüncü sınıfta Edebiyat dersimize geldi. Bu iki yıl içerisinde sanırım kendime özgü bir yazı stilim ve dolmakalem kullanma alışkanlığım oluştu. Bana gelen mektupları saklamamış olmaktan duyduğum pişmanlık gibi bir başka pişmanlığım da o edebiyat defterlerini saklamamış olmamdır. Dolmakalem ile ve el yazısı ile yazılmış defterler!

Haydar hocanın el yazımın oluşumu ve düzgünlüğündeki katkısını unutmam mümkün mü? Tabii bu arada, güzel kalem merakıma olan katkısını da vurgulamalıyım.

El yazısı ile yazma becerisi ve karakteristik el yazısı sanırım yalnız benim değil, bizim kuşağımızın ve tabii bizden önceki jenerasyonların sahip olduğu bir özellik. Annemizin, babamızın, kardeşlerimizin el yazılarını tanıdığımız gibi, yakın arkadaşlarımızın el yazılarını da bilirdik. Gelen mektubun kimden geldiğini, zarfın üzerindeki el yazısından tanırdık.

Çok sevgili bir arkadaşım, ona yazdığım bir mektuba yanıt olarak gönderdiği mektubuna "Akşam okuldan döndüğümde, posta kutusunun içinde bir sürü ıvır zıvırın arasında sevgili el yazını gördüm…" diye başlamıştı. Ne güzel bir tanımlama değil mi?

Şimdi düşünün bakalım, en son ne zaman el yazısı ile yazılmış bir mektup aldınız. Bayram tebriklerini bile elektronik ortamda alıyoruz artık. Postayla alacak kadar şanslı iseniz eğer, onlar da bilgisayarda yazılmış oluyorlar. Belki bir imza oluyor üzerinde mürekkep içeren.

Beyaz kâğıt üzerinde, güzel bir dolmakalemin kayarak yazdığı harfleri, sözcükleri, tümceleri, paragrafları, adeta resim yapar gibi alt alta getirip yazdığınızda keyif almaz mısınız?

Şimdilerde okullarda kompozisyon dersi diye bir ders yokmuş. Oğlumdan biliyorum. Herhangi bir yazıyı elle yazdığı yok. Fen bilimleri ya da sosyal bilimler konusundaki bilgilerin yazılması dışında, çocukların düşünce ve duygularını ifade etmesi gereken yazılar yazdırılıyor mu derslerde bilmiyorum.

Ama kesin bildiğim bir şey var. Yazılarını bilgisayarda, tablet cihazlarda ya da (hatta) telefonlarda yazıyorlar. Eleştirmek için değil, durumu tespit etmek için söylüyorum.

Yaşadığımız çağ bizi öyle zorluyor ki, el yazısını giderek terk eder olduk. Doktorlarla ilgili çok klişe bir lâf vardır ya! Kötü, okunaksız el yazısını anlatmak için "doktor yazısı gibi" derler. Haksız da değillerdir. Eczacılar çok çekmişlerdir o reçetelerden. Çekmişlerdir diyorum. Zira artık reçeteleri bile elektronik ortamda yazıyoruz. Hastalarımızın, eczacı dostlarımızın okunaksız yazımız ile ilgili eleştirileri ya da "Aaa sizin yazınız hiç de doktor yazısı gibi değilmiş" tarzındaki sitayişleri yok artık.

Uzun süre ve aralıksız yazdığınız zaman baş parmağınız ve kaleminizi yasladığınız orta parmağınızın ikinci büklümü üzerinde hissettiğiniz ağrıları hatırlıyor musunuz? Hatırlıyorsanız, siz o eski kuşaktansınız. El yazısı kendine özgü olan, kalem ve kâğıt ile iletişim kurmuş, elektronik yazışma ile sonradan tanışmış o eski kuşaktan.

Yok uzun süre yazı yazmanın yarattığı ağrıyı hissettiğiniz yer beliniz ya da boynunuz ise, siz bilgisayar kuşağının elemanısınız. El yazınızın karakteristik özelliğini (eğer varsa) sizden başkası bilmiyor olsa gerek.

Ömrümün bir döneminde "Akşam okuldan döndüğümde, posta kutusunun içinde bir sürü ıvır zıvırın arasında sevgili el yazını gördüm" lafını duydum ya bir dostumun ağzından, mutluyum.

Var mıdır acaba mektuplarımı saklayan? Özlediğim el yazımı görürdüm. Geçen on yıllar neler değiştirmiş acaba el yazımda, anlardım. Belki el yazımdaki değişikliğe bakar, kendimde nelerin değiştiğini anlardım. Ne bileyim?

Özledim el yazımı.

Yorumlar

Başlığın yanındaki fotograftan da anlaşılacağı üzere, sevgili doktorum, el yazınız kıskandırıyor. Buradaki genç bir bayan doktor, adıma yazdığınız reçeteyi görünce, ismimin önüne eklediğiniz "sayın" kelimesinden, el yazısı ile okunaklı ve özenli yazılmış olmasından dolayı sizi gıyabınızda tebrik etmişti. "Yaşı çok geçmiş olanları biliyoruz ama genç doktorlar arasında böyle kibar ve özenli insanlar olması ne kadar hoş." demişti. Bu vesileyle iletmiş olayım.

Benimse kırkıma doğru yaklaşırken orta parmağımdaki ağrının sadece anısı kalmış. Orta okuldayken kırk dakikalık bir kompozisyon dersinde, yaklaşık yirmi dakika boyunca "muayenehane" kelimesini bir türlü çıkaramadığımı, döktüğüm terleri ve ille de bu kelimenin geçtiği bir kompozisyon yazmakta inat edişimi hatırlıyorum.

"Bizim zamanımızda" ile başlayan cümlelere geçtim ben de ama sanırım bu sadece hızlı değişimle ilgili bir şey. Saçlardaki tek tük beyazın konuyla ilgisi yok. (:

Bizler okulda "yazılı" olurduk ve el yazımızla yazmak zorundaydık. "Giriş, gelişme, sonuç" gibi dertlerimiz vardı. "Test" sadece okul dışındaki büyük sınavlara ait bir kavramdı. Öğretmenler doğru bilginin yanında imlâ kurallarına ve yazının okunaklı oluşuna da ayrıca not verir ya da not kırardı. Divitimiz ve de divit uçlarımız vardı. Okul yakınındaki kurşun kalem kokulu küçük kırtasiyeden "Pelikan" marka mürekkep alır ve diviti kullanırken de her yeri mürekkebe bulardık.

Yıllar içinde çok beğenilen el yazım daha da iyi olacağına berbat bir şeye dönüştü. Ve bilgisayarda yazı yazmaya o kadar alışmışım ki ne zaman kâğıda bir şeyler yazsam elim "backspace" tuşunu arıyor.

Fersan Cevriye - 6 Kasım 2012 (11:58)

Şimdi mutlaka ortaya çıkıp "e ne iyi işte kâğıt israfından kurtulduk. Ormanları da kurtarıyoruz" diyenler olacaktır. Bir kaç çalıştığımız nümune şirket ısrarla şeker bayramını, kurban bayramını, yeni yılı, angutluk bayramını kart göndererek kutluyor. El yazısıyla değil tabi ki.

Celâl Gün - 6 Kasım 2012 (13:29)

Fersan Hanım, algıda seçicilik bu olsa gerek, yazdıklarınızını okurken, "… Genç doktorlar arasında…" sözcükleri nedense gözüme gözüme çarpıverdi! Tam kendimi "bozdurup", iki yirmibeşlik yapmayı istediğim sıralarda çok iyi geldi bu moral, çok teşekkür ederim.

Divit ve divit uçları denince, bir de mürekkep hokkasından söz etmeli o zaman. Hani ters çevirince mürekkep dökülmezdi ya içerisinden. İlkokul üçte miydim ne, buna güvenip içi mürekkep dolu bir hokkayı çantama koymuştum. Eve gelip de çanta açıldığındaki manzara "mükemmeldi".

İçinin krem rengi olması gereken o çantayı, krem ve mürekkep renginin çeşitli karışımları ile elde edilen harelerin oluşturduğu, "harika" bir non-figuratif resim örneği halinde üç yıl kadar kullanmıştım.

Çini mürekkebi de ne boyarmış be kardeşim her şeyi, pes!

Melih Özel - 6 Kasım 2012 (15:43)

Elektronik reçeteye geçilecek dendiğinde ilk aklıma gelen cümle 'el yazısını tamamen unutacağız' cümlesi idi. İnat edenlerdenim. İltifat alanlardan da sayılırım. Bazı tıbbî toplantılarda meslekdaşlar tarafından düzgün el yazısı yazıyor olmaklığım methedilince de çok mutlu olurum.

Elbette son yıllarda el yazısı pratiğimizi epeyce kaybettik. Gözü kapalı klavye kullanır hale geldik. Yine de Melih üstadın bahsettiği biz iki yirmibeşlikler halen iyi dolmakalem kullanırız. Son günlerde sadece melekem kaybolmasın diye tarifleri el yazısı ile beyaz kâğıda yazıp veriyorum. Kayıtlar elektronik, takip elektronik, reçete elektronik, bari tarifleri istediğimiz gibi yapalım.

Ahmet Faruk Yağcı - 6 Kasım 2012 (22:24)

Dolmakalem dönemini yaşamış olanlar, tabii ki zaman zaman mürekkebe batan gömlek ceplerini ve ceket iç ceplerini de hatırlar.

Bu hakir, bir de 30 yıl önce yaptığı bir eşek şakasını, "bak, dökülmüyor" diyerek mürekkep hokkasını sekreter kızın tepesinde ters tutup sallayışını ve kızcağızın tepesinden saçılan çini mürekkebinin bembeyaz bluzunu berbat edişini dehşet içinde izleyişini hatırlar. (Demek ki o hokkalara fazla güvenmemek lâzımmış.)

Çoğu kişi okuduktan sonra atar ama ben mektupları saklayanlardanım. Çocukluk yazışmalarımın bazıları bile durur arşivimde. Babamın, annemin, yeğenlerimin bana yazdıkları… Benim onlara yazdıklarım… Sonraki yıllardan, okur mektupları… Tehdit ve küfür mektupları… Aşk mektupları… Yıllar öncesine ait dilekçeler, tebligatlar, okul pasoları, konser ve seyahat biletleri. Babamın okuduğum lisenin müdürüne -kibar bir dille- yazdığı "oğlumu üzme, külâhları değişiriz" mektubu… Dedemin yazdıkları, dedeme yazılanlar… Hatta, 1960'lı yıllarda Üsküdar Paşakapısı cezaevinde yatan bir Almanın memleketteki eşine yazdığı -ve ilginç bir şekilde bana intikal etmiş olan- kartpostallar… Gelip de evde bulamamış arkadaşlarımın kapıma bıraktığı komik notlar…

Aralarında en çok annemin ben uyurken evden çıkması gerektiğinde yazdığı ve uyanınca göreyim diye mutfak masasındaki surahiye dayalı vaziyette bıraktıklarını severim. Türkçenin kaşını gözünü yaran, naif, sevimli, şefkatli, kısa mesajlardır onlar. Kimi çay paketinin kenarından yırtılmış bir parça kartona, kimi kasap kâğıdının ya da eski bir mektup zarfının ya da bir düğün davetiyesinin arkasına yazılmış, "kıkolatlar dolabta", "köfete yo rdum kızat ye", "ben hesTene ye gidiyom", "çıkarken baLKon kapsın ört" türünden notlardır çoğu.

Peki, bu kadar çok şeyi arşivleyince ne oluyor? Bir şeyi aradığında asla bulamıyorsun tabii ki. Her taşınmada hepsi birbirine giriyor, yeniden tasnif ederken eben ağlıyor.

O yüzden, eski mektupları saklamadığın için sevinmelisin sevgili Melih. Daha az toz yutuyorsun…

Necdettin Efendi - 7 Kasım 2012 (12:47)

Yazıyı ve yorumları okuyunca, hokka, dolmakalem ve divit kullanırken bazen yanında kurutma kâğıdı da kullanırdık sayfayı çevirdiğimizde bir diğer sayfaya kopyası çıkmasın diye.

Doktorum, kötü ve okunaksız yazılar için "doktor yazısı gibi" sözünü duyduğum zaman söyleyenlere düzeltme yapıyorum. Bizler tıp eğitimi almadığımız için ilâç adlarına aşina değiliz o nedenle bir çırpıda okuyamıyoruz, ilâçlarımızı yazan doktor başka bir kâğıda neler yememiz ya da yemememiz gerektiğini yazsa hemen okuruz, (hekim arkadaşımla bunu test etmişliğim var) doktorlara haksızlık yapmayalım diyorum.

Ahmet Oğuz - 8 Kasım 2012 (10:51)

Ahmet Oğuz'un sözünü ettiği kurutma kâğıdını geçenlerde çoook para veren bir televizyon yarışma programında, genç iki yarışmacıya sordular. Gençler doğru cevap verdiler ama, bildiklerinden değil. Test sınavlarında yaptıkları gibi diğer seçenekleri eleyip, kalan iki tane arasından "ya şundadır, ya bunda" yaparak.

Kurutma kâğıtlarını takmak için özel aparatlar da vardı. Kavisli bir tabanlığı olurdu. Özellikle imza atıldıktan sonra o alet ile şöyle fiyakalı bir hareket yapılır ve imza kurutulurdu.

Hayallah, neler yaşanmış ve neler unutulmuş yahu!

Mustafa Muammer Elöz - 8 Kasım 2012 (11:26)

Sevgili Özel sizin kaleminize, Sevgili Büdütör sizin de elinize sağlık. Fotoğraf ile yazının uyumu, eşzamanlılığı sayesinde adeta bir sanat eseri yaratmışsınız, seyirlere doyamadım, tebrik ederim. Sonra da bu konuyu, bana göre, tam zamanında yazmışsınız Sevgili Özel, size kalpten teşekkür ederim. Gerçi benim ilgimin elektronik reçetelerle pek haşır neşirliği yok fakat mürekkep demişsiniz, hokka, divit, kalem falan derken, durumlarıma tercüman olmuşsunuz. c

Zamanlamayı neden önemli bulduğumu anlatmadan önce, izninizle şuraya bir girizgâh yapayım. Henüz okuma yazma bilmediğim yıllarda, mektuplarla aşırı hemhal oluş sonucu, el yazısına karşı ateşli bir merak duyar olmuştum. Mahalledeki oğlanlarla kızlar, ya güvenilir ya da şapşal bulduklarından olsa gerek, en gizli duygularını benim elime teslim ederlerdi. Hikâyem işte böyle başladı. Önceleri, bu taşıma işini bir nevi namus meselesi halinde algılıyor ve zarfların üzerine toz düşmeden sahiplerine ulaştırıyordum. Fakat sonraları şeytan dürttü. Artık mektupları açıyor, bir köşeye saklanıp aşıkların el yazılarını uzun uzun seyrediyordum. Tabii yazılanlar hakkında en ufak bir fikrim yoktu ama ısrarlı bir göz olursanız, bir süre sonra "kalem" sırrını size açar. Bir gün yakalandım ve okuma bilmediğimi anlatamadığım bir denyo tarafından, Allah yarattı denilmeden epey bir hırpalandım. Böylece o günahın bedelini ödediğimi ve o defterleri kapattığımı anlamışsınızdır.

Şimdi değil dağ gibi engelleri aşmak; açıkta duran şeylere bile dönüp bakmayacak yaştayım. Fakat ruhumdan kaleme karşı duyduğum meşki çıkarıp atamadım. Ben de oturdum bu yaşta kaligrafiye başladım. Çiçeği burnunda üç beş zamanlık öğrenciyim. (Öfkesi burnunda olanlara muazzam bir alternatif, tavsiye ederim.) Yani yazınız tam zamanında geldi, sanki duydu da geldi, iyi geldi, onu diyorum. Yeniden "kaleminize" sağlık efendim.

Deniz Türkoğlu - 13 Kasım 2012 (10:24)

Sevgili Deniz Türkoğlu, Derkenar'ı okumaya başladığım ilk günden beri, ifadesinin özgünlüğü ile, yazılarındaki insanın yüzüne çarpıveren (bilincinizle değilse bile bilinç altınızda hissettiğiniz) hüzün ve duygusallık ile ve dilimizi kullanışındaki zenginlik ile hem çok beğenerek, hem de - itiraf ediyorum - kıskanarak okuduğum bir yazarsınız.

Yazmaya çalıştıklarımı okuyor olmanızdan mutluluk duydum. Üstüne bir de kaligrafi dersi aldığınızı duyunca, "Hadi bakalım" dedim kendi kendime. "Demek istenirse oluyormuş!" Zira, kendime daha fazla zaman ayırmaya cesaret edebileceğim ve bunu başarabileceğim ilk anda yapmak istediklerimden birisi bu.

Üstad, o zamana kadar sizin bu konuile ilgili duygularınızı, yaşadıklarınızı duymak da keyif verecektir bize.

Kaligrafi öğrenmekten büyük zevk aldığınızı umuyorum ve sanıyorum Kolay gelsin.

Melih Özel - 13 Kasım 2012 (22:32)

diYorum

 

46
Derkenar'da     Google'da   ARA